Birlikte direnmek: Kapsayıcı bir mücadelenin izinde

Devam etmekte olan direnişle ilgili şüphesiz herkesin bir söyleyeceği var. Kişilerin direnenleri konumlandırdıkları siyasi pozisyondan direnişin hedefine dair varsayımlara kadar birçok konuyla ilgili farklı fikirler mevcut. Direnişin genç ve örgütsüz tabiatı sebebiyle Gezi Direnişi’yle kıyaslar da hâliyle ön plana çıkıyor. Bu yazıyla hedeflenen, bu kıyaslara devam etmek olmasa da direnişte kimlerle omuz omuza verdiğimizi, mücadelemizin neyi hedeflediğini konuşmamız gerekiyor. Ortak mücadele zeminini ve karşılaştığımız zorlukları birlikte değerlendirmek ve buradan dersler almak zorundayız.

Protestolara katılanların büyük bir kısmının ilk defa sokağa çıkan gençlerden oluşması, alanlardaki dinamikleri de doğrudan etkiliyor. Örgütlü bir mücadele deneyimine ve yeterli eylem tecrübesine sahip olmamaları, zaman zaman dışlayıcı bir tavrın ortaya çıkmasına neden oluyor. Özellikle yıllardır mücadelenin ana aktörlerinden olan kadınlar, LGBTİ+’lar, Kürtler gibi farklı toplumsal kesimler, bu deneyimsizlikten kaynaklanan dışlayıcı tutumu fazlasıyla hissediyor.

Eylem biçimlerinde ortaklaşmak yerine daha içgüdüsel ve refleksif bir şekilde hareket eden bazı gruplar, istemeden de olsa alandaki dayanışma ruhunu zedeleyebiliyor. Gündem ile alakalı olduğunu söylemenin güç olduğu dövizler, adeta Hollywood filmlerince estetize edilmiş direniş kombinleri, bir yandan yoğun bir kimlik gizleme uğraşı sürerken bir yandan da tüm bu direnişin bir görüntü verme fırsatı olarak değerlendirilmesi gibi unsurlar, direnişin geri unsurları da içeren karmaşık karakterini ortaya koyarken; bahsi geçen gündem ile alakalı olmayan dövizlerin ekseriyetle cinsiyetçi ve homofobik söylemler içeriyor olması da kadınlar ve LGBTİ+’lar için güvenli bir alan yaratmanın, özellikle öne çıkan genç erkek direnişçiler için pek de öncelikli bir gündem olmadığını gösterir nitelikte.

Yıllardır 8 Martlarda, Pridelarda meydanları terk etmeyen kadınlar ve LGBTİ+’lar için alanlarda gözle görülür bir değişim mevcut. Alandaki homofobik şakalar, kadınları küçümseyen küfürler ve Kürtlere yönelik saldırgan tutumlar, bu dışlayıcılığın en somut göstergeleri hâline geliyor. Direnişin herkes için olduğunu söyleyenler, kendi saflarındaki ayrımcılığı görmezden gelerek dayanışmayı zayıflatıyor.

Öyle ki, son yıllarda özellikle Türk erkeklerinin kapıldığı “en çok biz eziliyoruz” hezeyanının sokakta da yansımalarını görmek mümkün. Bu söylem, erkek egemen sistemin yarattığı yapısal eşitsizlikleri göremeyecek kadar ayrıcalıklı olan bir grubun, aslında hâkimiyetini kaybetme korkusunun bir tezahürü. Şimdi de bunun alanlarda somutlaştığını görüyoruz.

Toplumsal cinsiyet rollerinin sarsılması, kadınların ve LGBTİ+’ların yükselen mücadelesi, kapitalizmin geldiği güncel ve son aşamada erkeğe vadettiği cenneti sunamaması, egemen erkek için bir tehdit unsuru hâline geliyor. Bu yüzden kendi ayrıcalıklarını kaybetme kaygısıyla hareket eden erkekler, ezildiklerini iddia ederken, aslında sadece ayrıcalıklı konumlarının sarsılmasına tepki gösteriyor; eşitlik için değil, egemen konumlarının devamı için mücadele ediyorlar.

Bu durum, mücadele alanlarında da kendini kimi zaman alaycı bir dille, kimi zaman ise doğrudan dışlayıcı pratiklerle gösteriyor. En olmadık anda birden polisi, iktidarı, çeşitli siyasi figürleri cinsel şiddet ile cezalandırma arzusu bir slogan olarak patlıyor ve bir sürü insan, yanında yöresinde ona omuz veren yoldaşı için bu küfrün ne anlama geleceğini düşünmeden, bu sloganı sürdürmekte beis görmüyor. 

Özellikle barış görüşmeleri ışığında Kürtlerle eşit vatandaşlık ihtimali de egemen kimlik için benzer bir tehdit unsuru olarak görülüyor. Bu zihniyete göre, ayrıcalığından olmak ezilmek anlamına geliyor. Türk’le Kürt’ün eşit olmasını, bu aynı zamanda Kürtlerin üzerinde kurulan tahakkümün bitmesi demek olacağı için Türklüğe karşı bir komplo sayacak kadar ileri gidebiliyorlar.

Örneğin; Mansur Yavaş’ın attığı taşla başlayan “pamuk şeker” polemiği, dönüp dolaşıp Saraçhane’de eylemcilerin polise pamuk şeker dağıtmasına kadar geldi. Bu süreçte Mansur Yavaş’ın, bazı eylemcilerin ve manipülatif yayınların gösterdiği kadarıyla bazı kanalların iddiası, polisin “batıda” direnişçilere tüm gücüyle saldırırken, “doğuda” çocuklara pamuk şeker dağıtan, Kürtlere iyi davranan bir grup insan olduğuydu. Sözün özü, polis, Türkleri dövüp Kürtleri seviyordu. Türkler kendi vatanlarında eziliyorlardı.

Hâlbuki dönüp kendilerine sormaları gerekirdi: Bugün protesto ettiğimiz şey (yalnızca İmamoğlu’nun tutuklanması olarak bakacak olsak dâhi), Kürt illerinde daha önce kaç kez yaşandı? Bu soru sorulmadığında, polise duyulan anlık öfke de politikleşemiyor. Polisin devletin zor gücü olduğu, ideolojik olarak yüklü bir kurum olarak egemene karşı sokağa çıkan herkese (kim olduğuna bakmaksızın) saldıracağının çıkarımı da yapılamıyor. “Bana neden saldırıyorsun?” demek yerine, “Kürt’e de saldır” deniliyor. En hafifinden de bu öfke, cinsiyetçi küfürlerle ifade ediliyor. Böylece, devlete karşı duyulan tepki, yine devletin erkek egemen dilinin içinde eritilerek, aslında onun ürettiği şiddet, direniş alanlarında tekrar üretiliyor.

Alanlardakiler ağızlarından çıkanların öneminin farkına varmayadursun, o esnada gözaltına alınan kadınlar, devletin erkek eliyle bir kez daha cezalandırılıyorlar. Gözaltına alınan kadınlar, cinsel şiddet ve çıplak arama dayatmasına maruz kalıyorlar. Devlet, makbul görmediği kadını bir de erkekliğiyle cezalandırıyor.

Bunun yanı sıra, alanda Türkiye’yi esir alan AKP’ye karşı bir siyasetin baskınlığını gözlemliyoruz. Evet alanları dolduruyoruz fakat hareketin amacı ne? İmamoğlu’nun serbest bırakılması, bu hareketin bitmesi için yeterli mi olacak?

Seçilmiş bir belediye başkanının devlet tarafından esir alınması bu hareketi başlatan kırılma noktası olsa da yaşananlar benzersiz değil. Alanlardan alınacak ders, Kürt siyasetçiler aynı şekilde esir alındıklarında, bunu meşru gösteren “O da aday yapılmasaydı”larla başlayan bahanelere sığınmak yerine, bu haksızlığa karşı birlikte mücadele etmek gerekliliğidir. AKP rejimi, alabildiğine kutuplaştırdığı bu halkı, kendi politik ajandası için birbirine düşürürken arkasında bunu alkışlayanlardan değil, hesap soranlardan olmak gerektiğidir.

Bugün siyasetçileri keyfî biçimde tutuklayan irade, aynı keyfîliği toplumsal yaşamın her alanında sürdürüyor. Süreç, hukukun şahsi çıkarlara göre şekillendiğini bir kez daha gözler önüne serdi, ancak hedef siyasetçilerle sınırlı kalmıyor. Kadınların yaşam hakkı, nafaka hakkı, boşanma hakkı veya şiddete karşı korunma gibi temel hak ve kazanımları da aynı keyfî hukuk sisteminin saldırısı altında. İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çıkılması, 6284 sayılı yasanın hedef alınması, boşanma hakkına yönelik kutsal ailenin bekası uğruna yapılan saldırılar da bu sistematikleşmiş keyfî uygulamaların bir başka boyutudur. Dolayısıyla alınacak bir başka ders de keyfî tutuklamalara karşı verdiğimiz mücadelenin tüm keyfî hukuki uygulamaları kapsayacak şekilde büyütülmesi gerektiğidir.

Bu yazının amacı sokaktaki hareketi yalnızca eleştirmek değil elbette. Bilakis, amacımız mücadeleyi yükseltmek, güncel sorunlarımıza daha geniş bir ideolojik perspektiften bakmak.

19 Mart’ta başlayan direniş, Türkiye’de bir daha görmenin çok güç olacağını sandığımız bir sokak hareketiyle hepimize beklenmedik bir umut aşıladı. Herkes sokaktan umudunu kesmişken; CHP, ilk günlerde Saraçhane’deki bu kitleyi sadece sembolik bir önemi olan cumhurbaşkanı adayı ön seçimi için dayanışma sandıklarına yönlendirmeye çalışmasına rağmen devam etti. Bu hareket, bir anlamda Türkiye’nin sandık fetişini kırdı. Apolitik diye yaftalanan, siyasetten elini eteğini çekti sanılan ve hakkında çokça analizler yapılan Z Kuşağı sayesinde var oldu bu hareket.

Hareket, AKP karşıtı herkesi bir şekilde birleştirdi ve bir arada hareket etmelerini sağladı. Bunlar, dikkate alınması gereken önemli adımlardır. Ancak alanda hâkim kadın ve LGBTİ+ düşmanı ton, kadın hareketinin bu mücadeledeki yerini her zamankinden önemli kılmaktadır. Direnişin yarattığı bu ortaklaşma, toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretmemeli; bilakis, rejime karşı verilen mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak mücadele çerçevesine patriyarkayı da eklemelidir.

Türkiye’de uzun soluklu politik ajanda yürütmek pek mümkün değil. Çok uzun zamandır yapılan siyaset, “bugünü kurtarmak” adına yapılıyor. Daha çok seçmeni toplayacak bir aday bulmak bunlardan biri ve belki de mevcut konjonktürde en eskimez, değişmez gündemimiz. Bulunan bu adayın hapse atılmasıysa şüphesiz bugünü kurtarmaya büyük bir engel oldu ancak buradan alınacak ders vardır. Bunun yaşanamaması için olmalıdır mücadelemiz. Bütün siyasi tutsaklar için olmalıdır. Toplumsal kurtuluş için olmalıdır; yoldaşımızı tanıyarak, omuz omuza verdiğimizle dayanışarak ve onunla direnerek!

Total
0
Shares
Önceki makale

AB’nin İmamoğlu tepkisi, egemenler arası “demokrasi” oyunu

Sonraki makale

19 Mart ve Türkiye’de iktidar mücadeleleri

İlgili Gönderiler