NATO savaşa ve ölüme daha çok kaynak istiyor!

Kılavuz Bülten; haftalık gelişmeleri, gözden kaçanları, emekçilerin gündemlerini yorumluyor ve sizlerle buluşturuyor.

Bu haftanın bülteninde geçtiğimiz haftanın işçi direnişlerinin yanı sıra hafta içinde gerçekleşen NATO zirvesi, İran ve İsrail arasında ateşkes, yasakların gölgesinde LGBTİ+ Onur Haftası ve New York’ta sosyalist kimliğiyle öne çıkan Mamdani’nin Demokrat Parti’nin belediye başkanı adayı olması konu ediliyor. Ayrıca Kılavuz’da bu hafta çıkan yazıları bültende bulabilirsiniz.

Yorum ve önerilerinizi de bizimle paylaşabilir, bültenin gelişimine katkıda bulunabilirsiniz.

Haftanın işçi direnişleri

İstanbul/Şişli – Şişli Belediyesi’nde kayyum tarafından gasp edilen haklarını savunmak için direnen belediye işçileri mücadeleyi sürdürüyor. Açlık grevindeki Genel-İş Şube Başkanı Zeynel Yiğit, grevin 19. gününde, açıklama yaptığı sırada baygınlık geçirdi.

İstanbul/Beşiktaş – Beşiktaş Belediyesi’nde keyfî biçimde işten çıkarılan ve işe geri dönmek için mücadele eden işçiler, üyesi oldukları DİSK Genel-İş’in kendilerine sahip çıkmadığını belirterek DİSK Genel Merkezi önünde basın açıklaması gerçekleştirdi.

İstanbul/Tuzla – Hijyen ve ev ürünleri malzemeleri üreten İngiltere merkezli Reckitt Benckiser fabrikasında çalışan Petrol-İş üyesi işçilerin grevi, 30. gününde kazanımla sonuçlandı.

Kocaeli/Dilovası & İzmir/Çiğli OSB – Patronla TİS konusunda anlaşma sağlanamaması üzerine 22 Mayıs’tan beri grevde olan DYO Boya işçileri, 27 Haziran’da Yaşar Holding önünde basın açıklaması yaptı.

Adana & Mersin – Toros Tarım çalışanı 213 işçi, 21 Mayıs’tan beri sendikaları Petrol-İş ile birlikte sefalet ücreti dayatmasına karşı direnmeye devam ediyor.

İzmir/Çiğli – Çiğli Belediyesi’nde işten çıkarılan kadın işçiler, CHP Genel Merkezi önüne taşıdıkları direnişlerine devam ediyorlar.

İzmir/Gaziemir – Sendikalı oldukları için işten çıkarılan 15 DIGEL Tekstil işçisinin direnişi, 160 günü devirdi!

İzmir/Menemen – Petrol-İş üyesi TPI Composites işçileri, dayatılan sefalet ücretine karşı 47 gündür direnişte!

İzmir/Dikili – BTO-SEN üyesi Queen Tarım işçileri sendika hakları için başlattıkları direnişin altıncı haftasında yine İstanbul’da Danimarka Konsolosluğu önünde.

İzmir/Kemalpaşa – Sendikal hakları gasp edilmek istendiği için greve başlayan Temel Conta işçilerinin direnişi 200 günü aştı!

Çeşitli iller – 600 bin kamu işçisini doğrudan ilgilendiren Kamu Çerçeve Protokolü’nün belirlenmesi ve toplu iş sözleşmesinin imzalanması için iktidarın önce yüzde 16, sonra dalga geçer gibi 1 (BİR) puan yükseltip yüzde 17 olarak önerdiği zam teklifi sonucunda tersane, savunma sanayisi dahil olmak üzere çeşitli alanlarda çalışan kamu işçileri iş durdurma, yol kapatma gibi eylemlere başladı. Diyanet, Cuma Hutbesi’nde kamuda çalışanların iş yavaşlatmasının “günah” olduğunu söyledi.

İstanbul – Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası (Öğretmen Sendikası), hükümet tarafından kendilerine verilen sözlerin tutulmadığını ve özel sektör öğretmenlerinin özlük haklarında beklenen düzenlemelerin yapılmadığını söyleyerek İstanbul’dan Ankara’ya yürüyor!

NATO üyeleri silahlanmayı artıracak

24-25 Haziran’da gerçekleşen NATO Zirvesi’nde, üye ülkelerin 2035’e kadar silahlanma harcamalarını millî gelirlerinin (GSYH) yüzde 5’ine yükseltmelerine karar verildi. Bu harcamaların yüzde 3.5’i doğrudan silahlanmaya ayrılacak, geri kalan yüzde 1.5’lik kısmı ise siber teknolojiler gibi yatırımlar için değerlendirilecek. Üye ülkelerden biri olan Türkiye için, şu an geçerli olan GSYH’si düşünüldüğünde, bu oran yaklaşık 70 milyar dolarlık bir harcama anlamına geliyor. Silahlanmaya bu bütçenin ayrılabilmesi için ise kamusal hizmetlerden ve kamu çalışanlarına ayrılan bütçeden kesintiler olacağı düşünülüyor.

NATO ülkeleri, 2014 yılında, Rusya’ya karşı silahlanmanın gündeme geldiği zirvede, üye ülkelerin harcamalarını yüzde 2’ye yükseltecekleri taahhüdünü vermişti. Uzun yıllar birçok üye ülke bu hedefi tutturamasa da özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı’nın yükselmesiyle birlikte ülkeler savaş harcamalarını artırmıştı. Bu yükselişte bir diğer önemli faktör ise, ABD Başkanı Trump’ın ilk döneminde, NATO’nun finansmanının ABD’nin üzerinde bir yük olarak kalmaması gerektiğine dönük bakışı ve bu harcamaların ülkeler arasında dengeli olması için diğer ülkelere yaptığı baskıydı. Almanya, savaşın başladığı 2022 yılında NATO’ya daha fazla kaynak ayıracaklarını, 100 milyar euronun silahlanma için kullanılacağını belirtmişti.

Türkiye ise yüzde ikilik harcama barajını tutturduğunu söyleyen ülkelerden birisi. Stokholm Uluslararası Barış Araştırmaları Merkezi’nin (SIPRI) raporuna göre Türkiye, 2024 yılında silahlanmaya 25 milyar dolar harcadı, 2015-2024 arasındaki silahlanma harcamasındaki artış ise yüzde 110 seviyesinde! 2024 bütçe planını aynı yılın GSYH miktarına oranladığımızda ise silah sanayisine teşvik vb. yollarla aktarılan fonlar dahil olmak üzere ayrılan bütçe, yüzde 2.6’ya denk geliyor. Buna karşın yükseköğretim dahil olmak üzere eğitime ayrılan bütçe GSYH’nin yüzde 3.7’sine, tüm sağlık harcamalarına ayrılan bütçe ise yüzde 3.8’e denk geliyor. Erdoğan, Trump ile görüşmesinde ayrıca silah sanayisine yapılacak yatırımların, iki ülke arasındaki 100 milyar dolar ticaret hacmi hedefine ulaşılmasına katkı yapacağını belirterek halklara ölüm getiren harcamaların patronlara nasıl kazanç sağladığını itiraf etti.

Silahlanmaya yüzde beş oranında kaynak aktarılması için iktidar, zaten bütçeden aldığı pay gittikçe azalan eğitim ve sağlık harcamalarında, son kamu çerçeve protokolü görüşmelerinde olduğu gibi, kamu çalışanlarının maaşlarında kesintiler yapmaya çalışacaktır. Böylece emekçilerin yarattığı birikim, savaşa ve ölüme aktarılırken, nitelikli eğitime ve sağlığa erişim imkânının daha da azalacağı öngörülebilir.

Daha fazla silahlanma, kaçınılmaz olarak savaşları doğurur. Bu görüşü, dünya savaşları başta olmak üzere geçmiş savaşlar da doğruluyor. NATO’nun silahlanması ise, NATO’nun veya onun lideri konumundaki ABD’nin tehditler savurduğu ülkelerin de savunmaya daha fazla kaynak ayırmasını doğuruyor. Toplumların ortak birikimiyle oluşan teknoloji ve bilgi, halk yararına değil, “ileri teknoloji” silahların yapımında kullanılıyor. Bu silahlar, İran’da hiçbir kuralı tanımaksızın ve tüm bölgenin güvenliği hiçe sayılarak nükleer tesisleri vuruyor, Gazze’de soykırımın aracı olarak kullanılıyor.

Savaş, tüm emekçiler için ölüm ve yoksulluk anlamına geliyor. Ezilenlerin ve emekçilerin egemenlere ve sömürgecilere karşı verdikleri savaş haricinde hiçbir savaş meşru değildir! Savaşın topluma nasıl bir yük getirdiğinin itirafı, bizzat Erdoğan’ın kendisi tarafından 2019 yılında yapılmış, yoksulluktan şikâyet eden halka seslenen Erdoğan, “patatesçilere domatesçilere sesleniyorum, bir tane merminin bedelini biliyor musun sen?” demişti. Atılan her mermi, emekçilerin yoksulluğunu derinleştiriyor, perçinliyor. Bu sebeple, emekçilerin tüm bölge çapında barış için verecekleri mücadele, önem kazanıyor.

Türkiye halklarının barış için geçmişten bugüne verdiği mücadeleyi güçlendirmek, savaştan ve ölümden beslenen Erdoğan iktidarına karşı mücadele etmek, NATO’nun savaş politikalarına karşı da verilen bir mücadeledir. Silahlara değil eğitime, sağlığa; yaşama daha fazla bütçe ayrılması için mücadelenin büyütülmesi gerekiyor.

İran-İsrail arasında ateşkes sağlandı

13 Haziran’da İsrail’in İran’a saldırmasıyla başlayan savaşta 12 günün ardından ateşkes sağlandı. Ateşkesin ardından İsrail, ateşkesi ihlal edecek bir bombardımana kalkışsa da Trump, İsrail’den memnun olmadığını belirterek şunları dedi, “12 saat içinde ateşkesi kesinleştirin dememe rağmen, daha ilk saatin içinde çıkıp her yeri bombalayamazsın. Ondan [Netanyahu’dan] memnun değilim. İran’dan da değilim.” Ancak ilerleyen saatlerde gerginlik azaldı.

ABD Başkanı Trump, ateşkesin sağlanmasında ABD’nin İran’ın nükleer tesislerini vurmasının belirleyici olduğunu söyledi. ABD İran’ın Natanz, Fordo ve İsfahan nükleer tesislerini, sığınak delici bombalarla bombalamıştı. Buna misilleme olarak İran, önceden haber vererek, Katar’da Orta Doğu’daki en büyük ABD üssü olan En Udeid askerî üssüne füze atışı gerçekleştirdi. Saldırıda ölen olmadı, Trump ise saldırının “zayıf” olduğunu ve cevap vermeyeceklerini, dolayısıyla artık ateşkesin konuşulabileceğini ifade etti. İran’ın tesislerine yaptığı saldırıları Hiroşima’ya benzeten Trump, bu görüşünü ikisinin de savaşı bitirdiğine dayandırdı.

İsrail, İran’a saldırırken temel hedefi ABD’yi savaşa çekmekti. ABD ilk başta savaşa doğrudan dahil olmak konusunda çekimser kaldı. Ayrıca İsrail, İran’dan beklemediği bir karşılık aldı, Tel Aviv, Hayfa Limanı ve çeşitli şehirler ağır hasar aldı. İsrail, hasarın boyutunu elbette açıklamıyor! 

12 gün süren savaşta İsrail, her ne kadar hava kuvvetlerinin üstünlüğüyle Tahran’ı ve İran’ın stratejik tesislerini hedef alsa da savunması, İran’ın cevap olarak yolladığı füzeleri karşılamakta giderek daha başarısız oldu. Böylelikle savaşta ibrenin İran’ın lehine dönme ihtimali görünür oldu. ABD, İran’da sınırlı bir hava harekâtına onay vererek ve  uygulayarak, aslında İsrail’i bu zor durumdan kurtarmış ve ateşkes masasını kurmuş oldu.

“ABD, İsrail’i kurtardı” diyen Trump, savaşa dahil olma sebeplerini de ilan etmiş oldu. Bültenin önceki sayısında, emperyalizmin yenilmez olmadığını yazmıştık. İsrail’in, istediği zaman istediği yeri yerle bir edebileceği görüşü Trump’ın sözlerinin de gösterdiği üzere yanlışlandı.

Ateşkesin koşullarının ne olacağı ise hâlâ netleşmiş değil. Trump’ın iddiası, ABD’nin hava saldırısının İran’ın nükleer programını sonlandıracak bir hasar verdiği yönündeydi. Ancak vurulan tesislerdeki, özellikle Fordo’daki zenginleştirilmiş uranyumun, bilinmeyen bir yere taşındığı açığa çıktı. Saldırının, İran’ın nükleer programını en fazla birkaç ay geciktirebileceğini söyleyen Pentagon raporları da aynı noktayı işaret etti, Trump’ın tepkisinden sonra ise saldırıya daha olumlu yaklaşan raporlar çıktı! İran ayrıca nükleer faaliyetleri denetleyen uluslararası kuruluşlardan, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan çıkacak, çünkü bu kurumlar İran’la alakalı kritik istihbarat bilgilerini İsrail’le paylaşıyor, casusluk ağının parçası oluyor. Böylece İran’ın nükleer faaliyetleri, belirsizliğe gömülecek ve kimse İran’ın nükleer silah geliştirip geliştirmediğini bilemeyecek.

Ateşkesin koşullarının ne olacağı bilinmese de ABD’nin, İran’ın Çin’le yaptığı petrol ticareti yüzünden uygulanan ambargonun rahatlatılabileceği gündeme geldi. Bu olursa, İran’ın nükleer kapasitesinin de kritik bir darbe almadığı düşünüldüğünde, İsrail’in başlattığı savaştan İran’ın kazançlı çıktığı söylenebilir. Savaştan önce İran’ın nükleer faaliyetleri biliniyor ve izlenebiliyordu, artık izlenemeyecek. Savaştan önce İran’ın uranyumu nerede tuttuğu ve ne kadar zenginleştirilmiş uranyuma sahip olduğu biliniyordu, artık bilinemeyecek. Savaştan önce İran’ın nükleer silah geliştirme ihtimali, yalnızca bir ihtimalken artık İran’ın olabilecek en kısa sürede nükleer silaha sahip olacağına kesin gözüyle bakılıyor. İran’da Kürtler dahil rejime muhalif halkçı ve sosyalist örgütlenmeler, rejimin yanında saf tutmasalar da tarafsız ya da işgal karşıtı bir konum aldılar, İsrail’in işini kolaylaştıracak bir hamle yapmamaya çalıştılar. Yani İsrail’in, sömürgeci kibriyle yaptığı hamle, tam anlamıyla duvara çarptı.

LGBTİ+ Onur Haftası’nda yasaklara karşı mücadele

İstanbul’da 29 Haziran Pazar günü, 23. LGBTİ+ Onur Yürüyüşü gerçekleştirilecek. Ülke çapında yürüyüş düzenlenecek. İzmir’de 13.’sü gerçekleştirilecek olan LGBTİ+ Onur Yürüyüşü, valilik tarafından yasaklanırken İstanbul’da da Beyoğlu’nda eylem ve toplanma yasağı olacak. Engellemelere rağmen yürüyüş gerçekleştirilmeye çalışılacak.

İktidar, Aile Yılı ve benzeri politikalarla kadınları patriarkal baskıyla kuşatmayı amaçlarken, LGBTİ+ düşmanlığını da yükselterek LGBTİ+’ları hedef hâline getiriyor. Onur Yürüyüşlerinin yasaklanması ve kriminalize edilmesi de bu politikanın bir parçası. Geçtiğimiz hafta Trans Onur Yürüyüşü’nün yasaklanması da aynı zihniyeti yansıtıyor. İktidar, LGBTİ+’ları “aileyi ve toplumun ahlakını bozan unsurlar” olarak görüyor. Böylece onlara karşı nefretin ve şiddetin de önünü açmış oluyor.

Şiddetin önünün açılması, kendini yalnızca fiziksel şiddet biçiminde göstermiyor. LGBTİ+’lar, aynı zamanda eğitim hayatından iş hayatına, aile yaşamından sağlık hakkına kadar hayatın her alanında ayrımcılığa ve psikolojik şiddete maruz kalıyorlar. Bu dışlanmanın sonucunda birçok birey, sonu intihara kadar uzanan bir ümitsizliğe sürükleniyor. Yani LGBTİ+ düşmanlığının bizzat devlet eliyle yüceltilmesi ve toplumsallaştırılması, doğrudan fiziksel bir saldırı olmadığı koşullarda bile dolaylı olarak LGBTİ+’ların yaşamlarına tehdit oluşturuyor.

Türkiye’de de dünyanın geri kalanında da yeni sağcı faşist siyasetlerin öne çıkardığı ve kendisini kurumsallaştırırken kullandığı en önemli politikalar, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığıdır. Dolayısıyla, kadın mücadelesi ve LGBTİ+’ların var olmak için dahi verdikleri mücadele faşizme karşı mücadelenin bir konusu olmak durumunda. Birleşik mücadelenin bir anlamı da tam olarak faşist politikaların saldırdığı farklı alanlardan yükselen mücadelelerin hem birbiriyle dayanışma içinde hem de ortak bir iradeyi ortaya çıkartarak büyümesidir. Birleşik mücadelenin önemli bir parçası olan LGBTİ+’ların mücadelesinin yanında, yasakların karşısında konum alınmalıdır.

New York’ta bir hayalet dolaşıyor

ABD’nin New York kentinde belediye başkanlığı için Demokrat Parti’den 11 adayın yarıştığı ön seçimler tamamlandı. Müslüman ve sosyalist kimliğiyle öne çıkan Zohran Kwame  Mamdani, eski New York Valisi  Andrew Cuomo’yu geride bırakarak oyların yüzde 43.5’ini aldı. Cuomo, son dönemde yöneltilen taciz iddiaları nedeniyle New York Valiliği görevinden istifa etmişti.

Sandıkların büyük bölümü açıldıktan sonra yaptığı konuşmada Mamdani, “New Yorklular bizi temsil eden, bizi önceleyen bir lider bulmak için çabaladı. Defalarca hayal kırıklığı yaşadıktan sonra kalpler sertleşti, inanç sarsıldı. Ancak biz ortaklık ve içtenliğe dayanan geleceğin siyasetinin gücünü gösterdik,” dedi.

Demokrat Parti’nin ilk ön seçimlerinde geride kalan Mamdani, düşük bütçeli kampanyasında küçük bağışlara dayanarak ikinci ön seçimde öne çıktı. Rakibinin milyonlarca dolarlık finansal gücüne karşın, halktan gelen küçük miktarlı katkılarla kampanyasını yürüttü.

Ücretsiz toplu taşıma, kira artışlarını frenleyecek düzenlemeler, yüksek gelirli konut sahiplerinden alınan vergilerin artırılması, bu gelirle belediyeye ait uygun fiyatlı satış noktalarının açılması ve ücretsiz kreşlerin hizmete sunulması gibi, toplumsal refahı ve yoksul işçi sınıfını önceleyen vaatler geniş yankı uyandırdı.

Mamdani’nin zaferi, ABD burjuvazisinin sosyalizm karşıtı reflekslerini yeniden harekete geçirdi. Yasal sınır 8 milyon dolar olmasına karşın Cuomo’nun yaklaşık 33  milyon dolarlık bir seçim kampanyası yürütmesine göz yumuldu. Buna rağmen, Mamdani’nin düşük bütçeyle yaptığı seçim çalışmasıya öne çıkması, halkın yöneticileri seçerken artık burjuvaziyi arkasına alan alışıldık siyasi figürlerden uzak durduğunu da gösteriyor.

Yenilginin ardından Wall Street’in temsilcilerinden, “New York’tan çekilme” tehdidinden Mamdani karşısındaki herhangi bir aday için güç birliği çağrılarına uzanan sert açıklamalar yapıldı. ABD Başkanı Donald Trump da yaptığı çıkışta, “Demokratlar çizgiyi aştı. Yüzde  100 komünist bir deli olan Zohran Mamdani ön seçimi kazandı ve belediye başkanlığına yürüyor. Korkunç görünüyor, sesi tiz, pek zeki değil. Tüm aptallar onu destekliyor,” ifadelerini kullandı.

Mamdani’nin seçim zaferi ve ardından gelen tepkiler, bu gelişmenin iki temel boyutunu ortaya koyuyor. Birincisi, sosyalizmin yalnızca geçmişin bir ideolojisi olarak değil, bugünün sorunlarına çözüm üretebilecek canlı ve etkili bir alternatif olarak yeniden görünürlük kazanması. Sovyetler sonrası dönemde bastırılan sosyalizm fikrinin, özellikle de yoksullaşan emekçiler arasında yeniden konuşulur hâle gelmesi, kapitalist çevreler için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Sıradan insanlar arasında sosyalizmin yeniden itibar kazanması, hızla kolektif örgütlülüklere ve politik taleplere dönüşebilecek bir potansiyel taşıyor.

İkincisi ise, Mamdani’nin New York gibi küresel bir metropolde başarı kazanmasının, sosyalist ve halkçı yerel yönetim anlayışının geniş kitleler nezdinde meşruiyet kazanmasına yol açma ihtimali. Derin bir bölüşüm krizinin yaşandığı bugünün dünyasında, bu tür bir yönetim modeli, başarılı olduğu takdirde, yalnızca Amerika için değil, dünyanın dört bir yanında benzer sorunlarla mücadele eden halklar için de örnek teşkil edebilir. İşte bu olasılık, sermaye sınıfı açısından yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda maddi çıkarları tehdit eden bir gelişme olarak algılanıyor.

Kılavuz‘da bu hafta

Aile Yılı’nda kadın bedeni: Türkiye’de doğum politikaları – Kılavuz/Söyleşi

Burada biraz günah keçisi aranıyor aslında. İktidar, “İnsanlar neden doğurmak istemiyorlar?” sorusuyla ilgili bana sorarsanız bunu yapıyor. Kendilerine oy verenlere kadın doğum uzmanlarını işaret ediyor olmalarının bir sebebi de bu. Bizi tartıştırıyorlar aslında. Sürekli yaptıkları şey! Sağlık sistemiyle ilgili bir şey yürümüyorsa bunu doktorlar yapmıyor! “Biz devlet hastanesi yaptık” diyorlar, ”burası çalışmıyorsa bu doktorlar yüzünden çalışmıyor” gibi şeyleri sürekli ifade ediyorlar. Bunu, kamuoyu önünde de yapıyorlar.

İnsanların ürememeleriyle ilgili bir sürü faktör var. Bu durum ülkenin yoksullaşmasından bağımsız mı? Bir insanın çocuk doğurmak istemiyor olması, ülkenin demokrasi ve özgürlükler konusundaki durumundan bağımsız mı? Karar alma süreçleri bunların hiçbirinden bağımsız değil doğrusu. Ama sonuçta sermayenin ihtiyaç duyduğu bir şey var: Uzun vadede çalışacak işçiye, savaşacak askere ihtiyaç var!

İşçi sınıfı partileri ile bir araya gelemeyen işçi sınıfı grevde

İşçiler, işçi sınıfı partileriyle neden buluşamıyor? – Sinan Köksal

Büyümek için kendi ilkelerinden tavizler verip popülizme yaslanarak kütle artırabiliriz ancak bunun sürekliliğinin sağlanması bir sorundur. Sürekli ilerlemek; toplumun en ulaşılamayacak yerlerine ulaşabilme yeteneği, doğru siyaset, doğru araç ve doğru kadrolarla gerçekleşir. Siyaseti doğru araç ve kadrolarla yayarken, daha doğrusunu söylemek gerekirse, toplumsallaştırırken; insanların sözünü söylemekten çekinmediği, partiye geldiğinde “kendisini evinde hissedecek kadar rahat” hareket edebildiği, eleştirebildiği, hesap sorup hesap verebildiği bir mekanizma yaratılmalıdır.

Eğer bu halkı, sınıfımızı örgütlemek gibi bir konuyla ilgili kafa yoruyorsak, tartışıyorsak; önemli bir yola giriyoruz demektir. Halkımızı örgütlemenin yolu, sosyalist iktidar mücadelesinden bir adım geri atmadan, politikada esnek, insanların katkılarına, kitlelerin denetimine açık, yeni insandan, mücadelenin herhangi bir biçiminden korkmayan, oradan öğrenen ve oraya iktidar bilinci aşılayabilen bir parti, araç yaratmaktan geçmektedir.

Total
0
Shares
Önceki makale
İşçi sınıfı destanını yazacak! Kızıl Parti kuruldu

İşçi sınıfı destanını yazacak! Kızıl Parti kuruldu

Sonraki makale
Sivas Katliamı anması düzenleyen kitle

Sivas Katliamı: Geçmişten bugüne uzanan bir süreç

İlgili Gönderiler