PKK silah bırakmaya başladı

PKK silah bırakmaya başladı!

Kılavuz Bülten; haftalık gelişmeleri, gözden kaçanları, emekçilerin gündemlerini yorumluyor ve sizlerle buluşturuyor.

Bu haftanın bülteninde geçtiğimiz haftanın işçi direnişlerinin yanı sıra PKK’nin silah bırakma töreni, Kartalkaya yangınının görülmeye başlanan davası, Suriye’de HTŞ-Rojava yönetimi görüşmesi ve CEDAW tarafından yayınlanan kadın cinayetleri raporu konu ediliyor. Ayrıca Kılavuz’da bu hafta çıkan yazıları bültende bulabilirsiniz.

Yorum ve önerilerinizi de bizimle paylaşabilir, bültenin gelişimine katkıda bulunabilirsiniz.

Haftanın işçi direnişleri

İstanbul/Şişli – Kayyum tarafından çalışma hakları gasp edilen belediye işçileri, mahkeme yoluyla haklarını aramaya devam edecek.

İstanbul/Beşiktaş – Keyfî biçimde işten atılan Beşiktaş Belediyesi işçileri, üye oldukları Genel-İş sendikası kendilerine sahip çıkmasa da hakları için direnmeye devam ediyor. Sendika ise işçileri görmezden geliyor.

Kocaeli – Petrol-İş’te örgütlü 240 Gübretaş işçisi, ocak ayından bu yana devam eden toplu iş sözleşmesi görüşmelerinden sonuç alınamaması üzerine 10 gündür grevde! İşçilerin grevini Petrol-İş Genel Başkanı Süleyman Akyüz ve  DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası yönetimi ziyaret etti.

Bursa/Mustafakemalpaşa – Eker Süt Ürünleri’ne ait fabrikalarda çalışan üç işçi, Tekgıda-İş Sendikası’na üye oldukları gerekçesiyle işten çıkarılmıştı. İşçiler, sendikal haklarını savunmak için başlattıkları direnişi 291 gündür kararlılıkla sürdürüyor. Ancak patron sendikaya üye olan işçileri işten çıkarmaya devam ediyor.

Adana & Mersin – Toros Tarım çalışanı 213 Petrol-İş üyesi işçinin grevi 50 günü aştı. Dayatılan yüzde 52 oranında zammı işçiler kabul etmiyor. Grevi hâlâ görmezden gelen patron, yılın ilk çeyreğinde 230 milyon lira kâr açıkladı. 

İzmir/Çiğli – Çiğli Belediyesi’nde işten çıkarılan kadın işçiler, CHP Genel Merkezi önüne taşıdıkları direnişlerine mayıstan beri devam ediyorlar.

İzmir/Gaziemir – Sendikalı oldukları için işten çıkarılan 15 DIGEL Tekstil işçisinin direnişi, 177. gününde!

İzmir/Menemen – TPI Composites’te çalışan Petrol-İş üyesi 2300 işçi yüzde 30 zam dayatmasına karşı direnişe devam ediyor.

İzmir/Dikili – BTO Sen’e üye olarak TİS hakkı kazanan Queen Tarım işçilerinin direnişlerini kırmak için patron, çalışan işçileri Tarim İş Sendikası’na yönlendirerek grev kırıcılık yapıyor. İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!

İzmir/Kemalpaşa – Sendikal hakları gasp edilmek istendiği için greve başlayan Temel Conta işçilerinin direnişi 215. gününde. İşçiler, patronun grev kırıcı uygulamalarına karşı mücadele ediyor.

İzmir – Öz Büro-İş üyesi Katip Çelebi Üniversitesi işçileri TİS sürecinde patronla yapılan görüşmeler sonucunda grev kararı aldı. İşçiler maaş artışı ve sosyal haklar konusunda işvereni ölçülü olmaya davet ediyor.

Çeşitli iller – 600 bin kamu işçisini doğrudan ilgilendiren Kamu Çerçeve Protokolü’nün belirlenmesi ve toplu iş sözleşmesinin imzalanması için iktidar yüzde 17’lik sefalet zammını dayatıyor. Buna karşı Türk-İş eylem planı duyurmuş ve işçiler iş yavaşlatma gibi eylemler gerçekleştirmiş olsa da Türk-İş bu eylemleri durdurdu, Hak-İş ise duyurduğu eylemleri hiç başlatmadı. Kendilerine “Bekleyin” diyen sendikalara karşı işçiler, protokolün kendi rızaları olmadan imzalanmasına karşı sendikaları uyarıyor.

PKK silah bırakmaya başladı

11 Temmuz 2025, Türkiye tarihine PKK’nin silah bırakmaya başladığı tarihi bir gün olarak geçti. Casenê Mağarası’nın bulunduğu bölgede yapılan törende 30 PKK üyesi, yapılan açıklamanın ardından silahlarına veda ederek yaktı. KCK Yürütme Kurulu Eş Başkanı Besê Hozat ve Nedim Seven’in öncülük ettiği törene çok sayıda gazeteci ve siyasi temsilci de katıldı. Böylelikle 1978’de kurulan, 1984’te silahlı eylemlerine başlayan PKK, fesih sürecini fiilen başlatmış oldu.

12 Temmuz tarihinde partisinin 32. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’nda konuşan Erdoğan, silah bırakma sürecinin başlamasını olumlu karşıladığını belirtirken Türk-Kürt-Arap ittifakının tarihine vurgu yaptı, Kürt sorununun kökleşmesinde devletin suçlarını da tıpkı önceki çözüm sürecinde olduğu gibi kabul etti. Köy yakma ve boşaltmalar, Diyarbakır Cezaevi’nde mahkûmlara uygulanan işkenceler, faili meçhul cinayetler, Beyaz Toroslar dile getirildi. Ancak Erdoğan iktidarının kayyum pratikleri, tutuklu Kürt siyasetçiler ve yurtseverler, katledilen Kürt gençleri bu suçlara eklenmedi!

Kürt sorununun toplumsal bir sorun olarak ele alınması olumlu olsa dahi Erdoğan, süreci başlıca AKP-MHP ve DEM Parti arasında tanımladı, ana muhalefet partisi CHP’nin ise bahsi dahi geçmedi. Bu koşullarda sürecin ne kadar şeffaf ve katılımcı bir şekilde örüleceği de hâlâ soru işareti.

Süreç nasıl ilerledi?

30 Ağustos 2024’te Erdoğan, yaptığı konuşmada “iç cephenin tahkim edilmesi gerektiğini” dile getirdi. 1 Ekim’de MHP lideri Devlet Bahçeli, Meclis’te DEM Parti sıralarına giderek milletvekilleri ile tokalaştı ve yeni bir sürecin açıldığının mesajını verdi. 22 Ekim’de ise Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında Öcalan’ı PKK’yi feshettiğini açıklamaya, bunun sonucunda umut hakkıyla ilgili yasal düzenlemelerin yapılacağına dair konuştu. Böylece, daha sonra yapılan açıklamalardan yaklaşık bir yıldır sürdüğü anlaşılan görüşmeler, kamuoyuna açıklanmış oldu ve süreç yeni bir evreye girdi.

Bu konuşmanın ardından DEM Parti, bir heyet oluşturarak İmralı’ya giderek Öcalan’la görüşmek için başvuruda bulundu. Sürecin nasıl ilerleyeceği belirsizken İmralı Heyeti, 28 Aralık 2024’te İmralı’ya giderek Öcalan’la ilk defa görüştü. Ocak ve şubat aylarında yapılan görüşmelerin ardından, Abdullah Öcalan’ın kaleme aldığı ve 27 Şubat’ta kamuoyuna okunan “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile PKK’ye kendini feshetme çağrısı yapıldı.

Gerek Bahçeli’nin “umut hakkı” açıklamasından sonra, gerekse fesih çağrısının ardından PKK liderleri, sürece temkinli yaklaşmakla birlikte müzakereye açık olduklarını belirttiler. Örgütün feshedilmesi için devletin gerekli yasal ve hukuki düzenlemeleri yapması gerektiği söylendi, sürecin ancak karşılıklı adımlarla ilerleyebileceği belirtildi. Öcalan’la dolaylı iletişimin devam etmesinin sonucunda, 5-7 Mayıs’ta toplanan PKK Kongresi’nin sonucunda örgütün feshedilmesine karar verildi. Bunun bir süreç olacağı ve hukuki düzenlemelerin yapılması gerektiği yeniden ifade edildi.

İktidarın süreci ilerletmekte isteksiz olması, iktidar yetkililerinin yasal adımların PKK’nin tüm uzantılarıyla birlikte feshinin tamamlanmasının ardından atılacağını söylemesi vb. ifadeler sebebiyle, süreç tıkanıklıklarla birlikte ilerliyor. PKK, fesih kararı almasının ardından, 11 Temmuz’da sembolik bir törenle silahlarını yakarak Bahçeli’nin konuşmalarında belirtilen beklentileri gerçekleştirmiş oldu. Nitekim, Devlet Bahçeli, törenin ardından yaptığı açıklamada, “PKK’nın kurucu önderliği sözünü tutmuş, taahhüdünün ardında durmuş, küresel ve bölgesel tehditleri zamanında görmüştür” diyerek Kürt hareketinin üzerine düşeni yaptığını belirtti; dolaylı olarak artık sıranın iktidarda olduğunu söylemiş oldu. Silahların yakıldığı törende konuşan KCK Yürütme Kurulu Eş Başkanı Besê Hozat da bundan sonra gerekli siyasi ve hukuki düzenlemelerin yapılması gerektiğini yeniden vurguladı.

Şimdi ne olacak?

Erdoğan’ın “tarihi” denilerek büyük beklenti yaratılan 12 Temmuz konuşmasında, genel af gibi konularda somut bir yol haritası ortaya koyması beklentiler arasındaydı. Ancak Erdoğan, çözüme dair Meclis’te kurulması planlanan komisyon haricinde somut bir önermede bulunmadı. Ancak Kürt sorununun toplumsal bir sorun olduğunu yeniden kabul etmesi ve devletin bu sorunun oluşumunda ve kökleşmesinde sahip olduğu sorumluluğu dile getirmesi, önümüzdeki dönemde 90’lı yıllar başta olmak üzere Türkiye tarihinde devletin Kürt halkına yönelik baskı ve asimilasyon politikalarının daha açık şekilde tartışılacağı bir sürecin oluşabileceğini gösteriyor.

Meclis’te bir komisyonun oluşturulması ve siyasi tutuklularla ilgili af seçeneğinin de konuşulduğu düzenlemelerin yapılması, bir başlangıç adımı olarak iktidardan beklenenlerden. Komisyon kurulması, sürece muhalefetin katılımının da yolunu açabilir, ancak yalnızca Meclis’te kurulacak bir komisyona havale edilip toplumsallaştırılamayan bir süreç, iktidar kontrolünde ve demokratikleşme değil, “iç cephenin güçlendirilmesi” adı altında yürütülecektir. Bu yüzden sürecin toplumsallaşması, ana muhalefet olan CHP de dahil olmak üzere Meclis’te olup olmadığına bakılmaksızın siyasi partilerin, sivil toplumun, sendikaların ve mücadeleci tüm toplumsal kesimlerin katılımıyla, Türkiye’de iktidara değil, demokratik siyasete alan açacak bi zemin oluşturacaktır.

Meclis’te kurulacak komisyon, süreci yürütecek kurul olarak da görev yapacaktır. İktidar, bunu kendi inisiyatifinde işler bir hâle getirmeye çalışacaktır. Yani komisyonun kendisi, bir mücadele alanı olacaktır. Sonuçta komisyonda belirlenen temsilci heyet, İmralı Heyeti’nin yerini alıp Öcalan’la müzakere eden bir ekip hâline gelecek ve Öcalan, hukuki düzenlemelere dair önerilerini bu sayede iletecektir.

İktidar, mevcut süreci kendi siyasi sıkışmışlığını aşmak, bölgede ortaya çıkan yeni gelişmelere cevap verebilmek adına kullanmak istiyor, bir imparatorluk hedefini koruyor. Türk-Kürt-Arap ittifakı ve İslam birliği vurgusu, iktidarın süreci nasıl ele aldığıyla ilgili ipucu veriyor. Ancak şunu belirtmek gerekir; Erdoğan iktidarı, ittifak ortağı MHP ile birlikte, PKK ile yıllardır savaştı. Önceki çözüm masasının dağıtılmasının ardından, 10 yıldır örgütü askerî yolla bitirme stratejisi izlendi. Bugün Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın Kürt sorunundan bahsetmesi ve bir barış sürecini gündeme getirmeleri, askerî stratejinin başarısız olduğunu gösteriyor. Yani her ne kadar iktidar kibirle açıklamalar yapıyor olsa da bu süreç, askerî politikanın başarısız olduğunu gösteriyor.

Mevcut süreç, Kürt halkının iktidara teslim olmayı reddeden tutumu başta olmak üzere toplumsal muhalefetin tümünün iktidar karşısında mücadeleyi büyüterek sürdürmesinin bir sonucudur. Tarihi muktedirlerin değil, ezilenlerin ve emekçilerin yazdığını bilmek, her süreç gibi mevcut sürecin de iktidarın yayılmacı emellerinin karşısında halkların bir arada yaşam iradesinin olduğunu vurgulamak gerekiyor. Süreç, yeni bir mücadele evresine işaret ediyor. Toplumsal muhalefet, iktidarın hesaplarını görmeli, ancak sürecin taşıdığı yeni bir toplum potansiyelini merkeze alarak eşitlik ve barış mücadelesini büyütmelidir.

Kartalkaya otel yangını davası görülmeye başlandı

Bolu’da 78 kişinin hayatını kaybettiği Kartalkaya Otel yangınına ilişkin 32 sanığın yargılandığı dava beşinci gününü geride bıraktı. Geçtiğimiz mayıs ayında hazırlanan iddianamede, otelin mutfak çalışanlarından teknik personele, bakım görevlilerinden sahibine ve müdürüne kadar birçok ismin doğrudan ya da dolaylı sorumluluğu tespit edildi. Yangınla ilgili olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yetkilileri hakkında da soruşturma izni talep edildi. Bu kişilere ilişkin süreç devam ettiği için dosyaları mevcut davadan ayrıldı ve Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ayrı bir esasa kaydedildi.

Davanın ilk beş gününde, otel sahibi Halit Ergül’ün de aralarında bulunduğu 19’u tutuklu 32 sanığın ifadesi alındı. Sanıkların büyük bölümü suçu başkasına yükleyerek, kendi yetki alanlarında olmadığını öne sürdü. Bu ifadeler, hayatını kaybedenlerin yakınlarında öfke yarattı. Halit Ergül, savunmasında denetim sorumluluğunun bakanlıkta olduğunu belirterek, “Kültür ve Turizm Bakanlığı denetim ekipleri tutanak tuttu. Denetimden ‘uygun’ sonucu çıktığı için biz de güvende olduğumuzu düşündük,” dedi.

Yangında yaşamını yitirenlerin yakınları, dava sürecinin beşinci gününde yaptıkları basın açıklamasında, davanın uzatılmadan sonuçlandırılmasını ve adaletin bir an önce yerini bulmasını talep etti. Açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“Artık yeter. 170 gündür sevdiklerimize hasretiz. Dört gündür 21 Ocak’ta bize yaşatılan organize kötülüğün, şimdi organize bir savunmasına tanıklık ediyoruz. Sanıkların sorgularında sadece şunları duyduk: ‘Bilmiyorum, hatırlamıyorum, görmedim, sorumlu değilim, kağıt üstünde.’ Sadece bunlarla da sınırlı değil. Aynı zamanda sanık vekillerinin ve sanık yakınlarının tahriklerine maruz kalıyoruz.”

Suriye’de Şam yönetimi ile Rojava yönetimi görüştü

9 Temmuz’da Kuzey ve Doğu Suriye (Rojava) temsilcileriyle, HTŞ öncülüğünde cihatçıların kontrolündeki Şam yönetimi temsilcileri arasında bir görüşme gerçekleşti. Görüşmeye ABD Türkiye Büyükelçisi Thomas Barrack ve Fransa’nın Suriye Özel Temsilcisi Jean-Baptiste Faivre da katıldı. Görüşmenin konusu, 10 Mart’ta özerk yönetim ile Şam yönetimi arasında imzalanan anlaşmanın uygulanmasına yönelik adımların değerlendirilmesiydi.

Görüşmenin ardından Thomas Barrack, Kürtlerin Şam’a entegre olma konusunda yavaş kaldıklarını ve Suriye’de federalizmin yürümeyeceğini belirtmesi, Rojava yönetimi tarafından tepkiyle karşılandı. Rojava yönetimini temsil eden heyette bulunan Foza Yûsif, Thomas Barrack’ı da hedef alan açıklamalarda bulundu. Şam yönetiminin, 10 Mart’ta imzalanan anlaşmanın bir parçası olan, yerinden edilen Suriyelilerin evlerine geri dönmesini sağlayacak maddenin yerine getirilmesi için adım atmadığını söyledi. Kürt halkının yanı sıra Suriye’nin ulusal ve kültürel çeşitliliğini yansıtan bir kurucu iradenin oluşması konusunda da Şam’ın gerekli adımları atmakta isteksiz olduğunu belirtti. Ayrıca ülke çapında gerçekleşen ve Kürtlere de yönelen tutuklamalar, özerk bölge temsilcilerinin Şam yönetimine olumlu yaklaşmasının önünde engel oluşturuyor.

Rojava yönetimi, merkezî olmayan ve vatandaşlığın tek bir ulusal kimliğe dayanmadığı bir Suriye’nin kurulması gerektiğini savunuyor. Bu bağlamda, Kuzey ve Doğu Suriye’de kurulan özerk yapının kurulması ve Suriye’nin, onu kapsayacak bir idari biçimde yeniden kurulması gerektiğinde diretiliyor. Bu bakış, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adı altında örgütlenen askerî örgütlenmenin Suriye’de merkezî orduya entegrasyonunun nasıl gerçekleşeceği konusunda da benzeri bir tutuma sahip.

Buna karşın, Thomas Barrack’ın Şam yönetimini öven, Rojava yönetimini ve SDG’yi ise yeren sözleri, ABD’nin tutumunun da Suriye’de merkezî bir devletin kurulması gerektiğine işaret ediyor olabilir. Buna paralel biçimde ABD Başkanı Donald Trump da yaklaşık bir ay önce Suudi Arabistan’da görüştüğü Colani’den övgüyle bahsetmişti. Nitekim, geçtiğimiz hafta ABD, HTŞ’yi terör örgütleri listesinden çıkardı. Daha önce de yaptırımlar kaldırılmıştı. Bunlar gösteriyor ki ABD, Kürtlerle olan ilişkisi hâlihazırda devam ediyor olsa da Suriye’nin yeniden kurulması adına farklı alternatifleri de destekliyor.

ABD’nin desteğinin ve özellikle Thomas Barrack’ın merkezî bir Suriye devletinin kurulması gerektiğine dair vurgusunun ardında ise Erdoğan’la olan ilişkileri aramak, yanıltıcı olmaz. Türkiye’de iktidar, bir yandan PKK ve Öcalan ile bir çözüm süreci yürütmeye çalışırken bir yandan da Suriye’de Kürt siyasetini sıkıştıracak şekilde Colani hükümetine yatırım yapmaktan geri durmuyor. Suriye’de merkezî bir hükümetin kurulması ve Rojava’nın idari ve askerî olarak tasfiye edilmesi, Erdoğan iktidarının arzuladığı bir gelişme. Başkanlığı devralmasının ardından Trump ile geliştirilen ilişki ve Thomas Barrack’ın zaten doğrudan Türkiye Büyükelçisi olması, Erdoğan iktidarının yaklaşımının Suriye’ye taşındığını ve ABD’nin de buna alan açtığını gösteriyor.

Türkiye’de iktidara karşı yürütülecek mücadele ve iktidarla Kürt siyasi hareketi arasında yürütülecek müzakere sürecinde iktidarın inisiyatif alanının daraltılması, yalnızca Türkiye’de değil Suriye’de de etki yaratacak bir öneme sahip. Bu yüzden Suriye’de de Türkiye’de de emekçi halkların yararına gelişmelerin yaşanması, yalnızca teslimiyeti reddeden birleşik bir mücadeleyle mümkün.

CEDAW, 10 ülkeye dair rapor yayınladı

Kadına karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesini amaçlayan CEDAW Sözleşmesi, 1979 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmiş, 189 ülke tarafından imzalanarak 1981 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeye taraf devletlerin, 30 maddelik bu belgeye uymak ve her dört yılda bir ülke durumlarına ilişkin rapor sunmak gibi yükümlülükleri bulunuyor. Komite, bu raporlar doğrultusunda ülkeler hakkında değerlendirmeler yaparak tavsiye kararları yayımlıyor.

CEDAW, Türkiye hakkında en son 2022 yılında bir rapor hazırlamıştı. Bu raporda, 20 Temmuz 2016’da ilan edilen olağanüstü hâl süreci ile sonrasında getirilen başkanlık sisteminin hukuk düzenine verdiği zararlar detaylı biçimde tespit edildi. Kadınların karşı karşıya kaldığı sorunların hukuk yoluyla çözülmesinin bu süreçle birlikte daha da zorlaştığına dikkat çekildi. Raporda, pandemi döneminde artan işsizlik, ev içi şiddet ve kadın cinayetlerinin ulaştığı boyutlar da kapsamlı şekilde yer aldı.

Türkiye’nin kadına karşı ayrımcılığı önlemeye dair kayda değer bir adım atmamasının ötesinde, geriye gidiş yaşandığı belirtildi. Bu gerileme şu ifadelerle vurgulandı:

“CEDAW’a Türkiye’nin taraf olmasından bu yana geçen 35 yılda, kadına karşı ayrımcılık ve şiddetin önlenmesi ile sözleşmenin etkin şekilde uygulanmasına dair bazı alanlarda hiçbir ilerleme sağlanamamıştır. Yıllar içinde kronikleşen bu sorunların bir gün giderileceği beklentisi korunurken, ilk defa bu rapor döneminde yasal taahhütlerden vazgeçileceği açık biçimde dile getirilmiş; bunun ilk adımı da İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararıyla atılmıştır.”

Geçtiğimiz günlerde Cenevre’de açıklanan yeni raporla, CEDAW yetkilileri 10 farklı ülkeye ilişkin gözlemlerini kamuoyuyla paylaştı. Bu rapor, kötü gidişatın sadece Türkiye’ye özgü olmadığını, dünya genelinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derinleştiğini gösterdi. Örneğin, Afganistan’da kadınların eğitim hakkı gasp edilirken, Çad’da temel hizmetlere erişimleri engelleniyor. Fiji’de kadına yönelik şiddet artarak devam ediyor; Meksika gibi ülkelerde ise hem şiddet hem de ayrımcılık sürüyor. Bu örnekler, sözleşmeye taraf olan pek çok hükümetin yükümlülüklerini yerine getirmediğini ve yükselen faşizmin kadınların yaşam alanlarını daha da daralttığını ortaya koyuyor.

CEDAW’a 189 ülke taraf olmasına rağmen, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derinleşerek sürmesi, uluslararası anlaşmalara sadık kalınmaması ve İstanbul Sözleşmesi gibi belgelerden bir kişinin kararıyla çekilmenin mümkün olması; Birleşmiş Milletler’in insan haklarını küresel ölçekte koruma kapasitesinin ne denli sınırlı olduğunu gözler önüne seriyor. Gazze’de yaşanan soykırımı kınamak dışında pek bir varlık gösteremeyen BM, emperyalist devletlerin askeri müdahalelerine sözlü tepki vermeye kalkıştığında dahi ABD’nin fon kesme tehditleriyle karşı karşıya kalıyor. Bu da dünya sahnesindeki “asıl patronun” kim olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Kılavuz‘da bu hafta

“Sosyalist hareketin düzen siyasetinden kurtarılması gerekiyor” – Kılavuz/Söyleşi

Bir kere, özellikle 2017 yılından bu yana sosyalistlerin temel siyasi gündemi hâline gelen “AKP’yi devirmek” siyasetini yeniden ele almamız ve güncellememiz gerekiyor. Elbette Türkiye halklarının ve emekçilerinin daha özgür, daha az baskıcı koşullarda yaşayabilmesi için AKP’nin iktidardan düşürülmesi önemli. Bu hedefi yadsımıyorum veya vazgeçelim de demiyorum. Ancak bu hedefi gerçekleştirmeye çalışırken, inisiyatifi düzen siyasetinin aktörlerine bırakan ve sosyalist hareketi edilgenleştiren bir sapmaya yol açmadan, birlikte ve bağımsız bir devrimci siyasal hat inşa etmeye ihtiyacımız var.

Total
0
Shares
Önceki makale
Kayyum Belediyesi tarafından işten atılan işçileri temsil eden Genel-İş 3 No'lu Şube Sekreteri Zeynel Yiğit

“Kayyumun Şişli halkına hizmet diye bir anlayışı yok”

Sonraki makale
İzmir yangını, sermaye ve iktidarın ortaklığı

İzmir yangını, sermaye ve iktidarın ortaklığı

İlgili Gönderiler