Kılavuz Bülten; haftalık gelişmeleri, gözden kaçanları, emekçilerin gündemlerini yorumluyor ve sizlerle buluşturuyor.
Bu haftanın bülteninde geçtiğimiz haftanın işçi direnişlerinin yanı sıra devrimci yapıların bir araya gelerek 19 Ekim’de gerçekleştirileceği “Bağımsız Devrimci Siyasetin Gereklilikleri ve Olanakları” başlıklı panel, Şarm El-Şeyh’te ABD eksenli bölge planı, Bahçelinin Alevi açılımı açıklaması, LGBTİ+’ları hedef alan 11. Yargı Paketi ve Rojin Kabaiş’in şüpheli ölümüne dair son gelişmeler konu ediliyor. Ayrıca Kılavuz’da bu hafta çıkan yazıları bültende bulabilirsiniz.
Yorum ve önerilerinizi de bizimle paylaşabilir, bültenin gelişimine katkıda bulunabilirsiniz.
Haftanın işçi direnişleri

Ankara – İzmir’den Ankara’ya gelerek Çalışma Bakanlığı önünde gerçekleştirmek istedikleri basın açıklamasına polisin müdahale ettiği TPI işçilerinin haklı direnişi 158 gündür devam ediyor.
Ankara – Doğuş Otomativ taşeronu Hödlmayr Lojistik’te çalışan DİSK’e bağlı Nakliyat-İş üyesi işçiler, sendikaya üye olduktan sonra işten çıkarılmıştı. İşten çıkarılan iki işçi Doğuş Otomativ önünde direnişe devam ediyor.
İzmir/Gaziemir – DIGEL Tekstil işçilerinin haklı mücadelesi 300. güne doğru giderken işçiler, yaşadıkları haksızlıkları, gerçekleştirdikleri basın açıklamasında yeniden teşhir etti.
İzmir/Kemalpaşa – Temel Conta işçileri, patronun her türlü tehdidine ve baskına karşın 313 gündür direnişine kararlılıkla devam ediyor.
Van – Kayyumun işten çıkardığı Van Belediyesi işçilerinin “İşimiz, emeğimiz ve geleceğimiz için alanlardayız” diyerek başlattıkları direniş 79. gününde.
Tokat – Şık Makas Tekstil işçileri, ödenmeyen ücretler ve sendika seçme hakları için direnişe başladı. İşçiler cumartesi günü Tokat şehir merkezinde basın açıklaması gerçekleştirdi.
Amasya – Merzifon Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan GM Teknik Cam işçileri, TİS sürecinde anlaşma sağlanamaması üzerine, üyesi oldukları Kristal-İş öncülüğünde grev kararı almıştı. İşçilerin grevi 90 günü aştı!
Şarm El-Şeyh’te ABD eksenli bölge planı

Gazze’de Trump’ın açıkladığı “Barış Planı” doğrultusunda ilk aşaması uygulanmakta olan ateşkes, esir takaslarıyla devam ediyor. Bu süreçte İsrail askerleri Gazze şehri dışına çıkmış olsa da Gazze Şeridi’nde yaklaşık yüzde 60’a varan bir bölgeyi kontrol altında tutuyor. Hamas, şehre geri dönen Filistinlilerin yaşamını yeniden organize etmeye ve bir polis gücü olarak şehirde hâkimiyetini yeniden sağlamaya çalışırken, ateşkes koşullarının yerine getirilmesiyle ilgili İsrail devleti ile Filistinli örgütlerin gerginliği sürüyor. Trump ise, bir siyasetçiden çok patron edasıyla yaptığı konuşmada Filistinli direniş örgütleri başta olmak üzere herkesi tehdit ederek İsrail’in yanında yer aldığını vurgulamış oldu.
Trump, 13 Ekim’de İsrail parlamentosunda yaptığı konuşmada, barışı sağladığı iddiasını övgüyle dile getirirken, barışın ise “zor yoluyla barış” olduğunu belirtti. Aynı zamanda ABD’nin askerî kapasitesiyle övünen Trump, kimsenin hayal bile edemeyeceği silahlara sahip olduklarını ifade ederken, “Umarım onları hiçbir zaman kullanmak zorunda kalmayız” diyerek bölgedeki Amerikan karşıtı ülke ve hareketlere tehdit mesajı yolladı. Bu silahlardan İsrail’e fazlasıyla verdiklerini de dile getiren Trump, Netanyahu’nun kendisine minnettar kalması gerektiğini ima eder ve büyük patron olarak konumunu vurgularken, İsrail’le kurduğu müttefiklik ilişkisinin ne kadar sıkı olduğunu da açıkça ortaya koymuş oldu.
Ateşkesin kırılganlığı ve İsrail devletinin keyfî uygulamalarına bağlı oluşu, Trump’ın burjuva normlara göre dizayn edilmiş uluslararası hukuku dahi tanımayan; güç, tehdit ve şantaja dayanan siyaset kuruculuğu ve direniş odaklarının tasfiye edilmesi için tüm bölge ülkelerinin emperyalist plan etrafında rıza gösteriyor oluşu, emperyalist politikaların giderek askerî gücü daha fazla öne çıkaran bir karakter kazandığına işaret ediyor.
Mısır’da, Şarm el-Şeyh’te toplanan zirvede imzalanan bildiri, ABD’nin dayattığı emperyalist bağlamın tüm bölge ülkeleri için bağlayıcı olduğunu gösteriyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat katıldığı zirvede Türkiye de bildiriyi imzalayanlar arasında yer alıyor. Bildiride, “Gazze Şeridi’nde kalıcı ve kapsamlı barış düzenlemelerinin tesisinde sağlanan ilerleme” selamlanırken, “İsrail ile bölgesel komşuları arasındaki dostane ve karşılıklı fayda esasına dayalı ilişkileri memnuniyetle karşılıyoruz” ifadesiyle bölgenin yeniden dizayn edilmesi için İsrail ile her türlü ilişkinin geliştirilebileceği de ortaya konuyor.
Ancak İsrail’in soykırımcı varlığı ve buna karşı Filistinlilerin tepkileri, ateşkesin sorunsuzca ilerlemesinin önünde şimdiden engeller çıkarıyor. Hamas, elindeki yaşayan esirleri İsrail’e teslim etmiş, ölen esirlerin yerlerinin belirlenmesi için ise zamana ihtiyacı olduğunu belirtmişti. İsrail’in kendi esir vatandaşlarını dahi umursamadan tüm Gazze’yi yerle bir etmesinden dolayı birçok cesedin yerinin tespit edilmesi gerekiyor. Bu haklı gerekçeyi ise askerî taciz ve saldırıların bahanesi hâline getiren İsrail ordusu, Gazzelileri katletmeye ve Gazze’yi top atışlarıyla vurmaya devam ediyor, Refah sınır kapısından yardım girişlerini ise keyfî biçimde kısıtlayabiliyor.
Ateşkesin ilk aşaması olan esir takasının ardından, ABD’nin de dayattığı şekilde Hamas’ın ve tüm Filistin direnişinin silahsızlandırılması, direnişin altyapısının yok edilmesi ve Filistin davasının tarihe gömülmesi; yani Filistin’in varlığına fiilen son verilmesi dayatılıyor. Ateşkesin başlıca muhatabı olan Hamas ise, direnişin diğer unsurlarıyla ortak bir şekilde, silahlarını ancak Filistin ulusunun iradesini yansıtan bir yönetime teslim edeceğini belirtiyor. Bu kriz dinamiğinin aşılması için İsrail’in Filistin’in varlığını tanıması gerekiyor. Eğer İsrail, Batı Şeria’da olduğu gibi kukla bir hükümeti kuramayacak duruma gelirse, ateşkesi bozarak saldırılarını yeniden yoğunlaştıracaktır. Ancak Filistinli örgütlerin, silahlarını teslim etmedikleri koşullarda, ABD’nin İsrail’e desteğinin sınırsız olduğu da göz önüne alındığında, direnme kapasitelerinin boyutu da oldukça şüpheli.
Tüm bölgenin yeniden nasıl şekillendirileceğini yakından ilgilendiren Filistin sorunu, oldubittiye getirilecek bir ateşkesle çözülecek gibi durmuyor, İsrail’in Suriye dahil diğer bölge ülkeleriyle kuracağı ilişkiye bağlı görünüyor. Ayrıca İsrail ile bölgesel hegemonya rekabeti içinde olan Türkiye için İsrail’in etki alanını genişletecek bir süreç de huzursuzluk yaratacaktır. Bu huzursuzluk, yalnızca İsrail’in etki alanının büyümesiyle de sınırlı kalmayacak, aynı zamanda Filistin sorununun olası tasfiyesiyle birlikte bölgede çözülemeyen en önemli sorun olarak kalacak olan Kürt sorununun uluslararası bir inisiyatife çok daha bağımlı hâle gelmesi ve Türkiye’nin hareket alanının daha fazla daralması ihtimaliyle de yakından ilgili olacaktır.
Bahçeli’nin Alevi açılımı

Devlet Bahçeli, partisinin bu haftaki grup toplantısında, Kürt sorununun çözümü için yaptığı sözlü açılımın yaklaşık bir yıl sonrasında, bu defa Alevilere dönük bir açılımın sinyallerini verdi. Devlet Bahçeli, konuşmasında, kimlik ayırt etmeksizin tüm ulusun “Müslüman Türk milleti” olduğunu vurgularken, “Cemevinin ibadethane olarak tescili hususunda atılgan olmak, engelleri birer birer kaldıracak irade cesaretini sergilemek gerekmektedir. Alevi-İslam inancına mensup kardeşlerimizin cemevini ibadethane olarak görmelerine anlayış ve saygı duymak lazımdır” dedi ve cemevlerinin ibadethane olarak tanınması gerektiğini belirtmiş oldu.
AKP sözcüsü Ömer Çelik, Bahçeli’nin sözlerini de değerlendirdiği basın açıklamasında, “Biriz, beraberiz. Aynı kaderi, aynı ülkeyi, aynı vatandaşlığı ve aynı dayanışmayı paylaşıyoruz” sözleriyle Bahçeli’nin açılımını destekleyen bir yorumda bulunsa da cemevlerinin statüsünü konuşmaya dahil etmedi. AKP’li çeşitli isimler ise Alevilerin ayrı bir inanç grubu olarak tanınmasının önünde yasal engellerin olduğunu, ayrıca cemevlerine yasal olarak ibadethane statüsü verilmesinin başka taleplerin de önünü açacağını ifade etti.
Alevi kurumları, bu sözlü açılıma mesafeli yaklaştılar. Bahçeli’nin sözlerini ve olası bir açılımı Aleviliği devletin makbul gördüğü dar bir tanıma sıkıştırma çabası olduğunu belirten Alevi kurumları önderleri, kapsayıcı bir tartışma ve Alevi toplumsallığının talepleri etrafında şekillenen demokratik zeminde yasal düzenlemelerin yapılmasının esas olarak önemli olduğunu da belirttiler.
Bahçeli’nin sözlerinde dikkat çekici olan unsur, Aleviliğin “Alevi İslam” olarak tanımlanması ve Alevi toplumunun “Müslüman Türk milletinin” bir parçası olduğunun vurgulanmasıydı. Bu şekilde Alevilik, geleneksel İslam’ın bir parçası olarak dayatılır ve bunun dışındaki yorumların resmî olarak dışlanacağı üstü kapalı da olsa ima edilirken, aynı zamanda özellikle son dönemde tartışılan “Aleviliğin etnik kimliği” konusunda da Alevileri Türklüğün bir parçası hâline getirme çabası olduğu söylenebilir.
Özellikle sosyal medya üzerinden yürütülen, zaman zaman ana akım tartışma programlarına konu olan “Aleviliğin kökeni” konusu, Türkiye’de aynı zamanda sosyalist hareketin ve Kürt hareketinin Alevileri sözde manipüle ettiği anlatısını ortaya koyuyor. Bu anlatının önemli bir unsuru ise Kürt Aleviliği diye bir şeyin olmadığına, bu inancın Türk kültürünün kadim bir parçası olduğuna dayanıyor.
Devlet Bahçeli’nin sözleri, “millî” denilebilecek bir bakışı yansıtacak şekilde, Alevi toplumsallığının devrimci hareketlerle olan kesişim noktalarının silikleştirilmesi ve tabiri caizse devletli bir Aleviliğin inşa edilmesi için bir yol gösteriyor. “Aleviliği asıl mecra ve muhtevasından kopartıp inanç ve kültür alanından çıkartanlar, bundan tehlikesi siyasi mevzi haline dönüştürmeye çalışanlar büyük bir yanlışın failleridir” diyen Bahçeli, açıkça Alevi toplumunun sorunlarının tarihte devrimciler tarafından sahiplenilmesine ve devrimci hareketlerin tabanında Alevilerin yoğun olarak bulunmasına karşı da tepki gösteriyor.
Bir önceki Kürt açılımı sürecinde, Kürtlerle sınırlı kalmayan, Alevilere ve diğer azınlıklara uzanan bir dizi artçı açılımlar gündeme gelmişti. Bu açılımlar, bir yandan Kürt sorunu gibi kritik ve uzun süreli bir demokratik sorunun çözümü gündeme geldiğinde, farklı toplum kesimlerinin demokratik taleplerinin de açığa çıkacağını ve tüm toplumu içine alan bir dönüşüm talebinin oluşabileceğini gösteriyor. Ancak, bu konunun bir başka yanı da devletin yalnızlaştırma stratejisi olarak görülebilir. Bu strateji çerçevesinde devlet, farklı kesimlerle kontrollü biçimde diyaloğa girip onları kendi yol haritasına ikna ederek, bir araya geldiğinde devrimci bir potansiyeli oluşturabilecek kesimlerin ve taleplerin birbirinden ayrılmasına ve onların yalnızlaştırılmasına sebep olabilir.
Coğrafyamızın tarihinde adı isyanlarla anılan Alevilerin bu düzende kapsanabilmesi için devletin hegemonik Türk-Sünni kurucu kimliğinin sorgulanması gerekiyor. Bahçeli tarafından “Alevi İslam” olarak tanımlanan toplumsallığın talepleri, yalnızca cemevlerine sığmayacağı gibi, sürecin ilerlemesi hâlinde sosyalist ya da demokrat kimliğiyle mücadele eden Alevilerin, son aylarda görüldüğü üzere “Siyasal Alevi” olarak fişlenip hedef hâline getirilmesi tehlikesi mevcut. Bu sebeple, Türkiye’de kimlik temelli demokratik sorunların dahi çözülebilmesi için güçlü bir devrimci muhalif odağa ve önderliğe ihtiyacımız var. İktidarın vaatlerine umut beslemeden önce yerine getirilmesi gereken görev budur.
11. Yargı Paketi LGBTİ+’ları hedef alıyor

Yakın zamanda Meclis’e sunulması beklenen ve LGBTİ+’ları hedef alan 11. Yargı Paketi taslağı, kamuoyunda geniş tepki topladı. İktidarın uzun süredir sürdürdüğü LGBTİ+ karşıtı söylemler ve politikalar, böyle bir düzenlemenin gündeme gelme ihtimalinin ciddiyetini ortaya koyuyor.
Taslağa göre, LGBTİ+’ların görünürlüğü “hayasızca hareketler” kapsamında suç hâline getiriliyor. Buna göre, “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan ya da bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren” kişiler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile karşı karşıya kalabilecek. Yine aynı taslakta, “aynı cinsiyetteki kişilerin nişan veya evlenme töreni yapmaları” hâlinde bir yıl altı aydan dört yıla kadar hapis cezası öngörülüyor.
Bu maddeler, toplumsal cinsiyet kalıplarının dışına çıkan her tutumu “suç” olarak tanımlayarak LGBTİ+’ların varlığını doğrudan hedef alıyor ve temel yaşam haklarına açık bir müdahale niteliği taşıyor. Ayrıca, 25 yaş altı trans bireylerin cinsiyet uyum sürecine erişimini engelleyen, tıbbi süreçleri keyfî biçimde zorlaştıran ve bu süreçlere katılan sağlık çalışanlarını cezai yaptırımlarla tehdit eden hükümler de yer alıyor.
“Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı” ifadesi, devletin bireylerin nasıl giyineceğinden nasıl davranacağına kadar özel yaşam alanlarına müdahale etmesine kapı aralıyor. Bununla birlikte, LGBTİ+’lara ilişkin her türlü basın-yayın faaliyeti, sivil toplum çalışması veya akademik üretim “propaganda” kapsamına alınarak cezalandırılabilir hâle geliyor. Bu durum, yalnızca bireylerin eşit bir yaşam hakkını değil, aynı zamanda LGBTİ+ varlığının toplumsal görünürlüğünü bütünüyle ortadan kaldırmayı amaçlıyor.
Söz konusu düzenleme, cinsiyet kimliği veya cinsel yönelimi sebebiyle insanları cezalandırmayı ve yok saymayı hedefleyen bir anlayışın ürünü. Ancak hiçbir yasa, hiçbir ideolojik söylem, bireylerin bedenleri, kimlikleri ya da sevgileri üzerindeki haklarını ortadan kaldıramaz. LGBTİ+’ların varlığı ve örgütlü mücadelesi meşru, haklı ve vazgeçilmezdir.
Rojin Kabaiş soruşturması şüphelerle devam ediyor

27 Eylül 2024’te Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencisi 21 yaşındaki Rojin Kabaiş, kaldığı öğrenci yurdu yakınlarında, Van Gölü kıyısında kayboldu. Günler süren arama çalışmalarının ardından, kaybolduğu yerden kilometrelerce uzakta, yine göl kıyısında cansız bedeni bulundu. Soruşturma başlatılsa da kısa sürede Rojin’in ölümünün intihar olduğu yönünde bilgiler hızla yayılmaya başladı. Adli Tıp raporunda ölüm nedeni “suda boğulma” olarak geçse de Rojin’in neden suya girdiği ya da bedeninin gölün akıntısıyla bulunduğu noktaya nasıl taşındığı gibi sorular hâlâ yanıt bulmadı.
Bir yılı aşkın süredir devam eden soruşturmada ortaya çıkan ihmaller, Rojin’in ölümünün münferit bir olay olmadığını; kadına yönelik şiddetin ve cinayetin, cezasızlığın ve koruma mekanizmalarının yetersizliğinin bir yansıması olabileceğini düşündürüyor.
Soruşturma dosyasına giren bilgilere göre, Rojin’in bedeninde iki farklı erkeğe ait DNA örnekleri tespit edildi. Ayrıca, bir haber sitesinin aktardığına göre, Rojin’in not defterinde ismi geçen ve Kuzey Kıbrıs’ta öğrenci olan bir erkekle aralarında mesajlaşmalar bulundu. Şüpheliden alınan DNA örneklerinin sonuçları henüz açıklanmazken, Rojin’in telefonunun şifresi de hâlâ kırılamadı. Telefona ait verilerin çözülmesi için cihazın Portekiz’e gönderildiği belirtiliyor.
Van Barosu başta olmak üzere birçok bölge barosu, Adli Tıp Kurumu’nun hazırladığı ilk otopsi raporunun eksik ve hatalı olduğu gerekçesiyle kurum hakkında suç duyurusunda bulundu. Ayrıca, Rojin’in otopsisine üniversite rektörünün de katıldığı iddiası, ölümün cinayet olabileceği ve faillerin korunuyor olabileceği yönündeki şüpheleri daha da güçlendirdi.
Rojin’in ölümü, bu ülkede benzer biçimde üstü örtülen pek çok vakayı akla getiriyor. Katilinin korunduğuna dair güçlü şüphelere rağmen ölümünün üstü örtülen Rabia Naz’ı, ölümüyle ilgili ailesinin siyasi bağlantıları tartışılan Narin’i, AKP’li vekil Şirin Ünal’ın evinde ölü bulunan Nadira’yı, Muğla’da iş insanı Ahmet Bayer’in evinde şüpheli şekilde yaşamını yitiren ve sanıkları beraat eden Aslı’yı… Kadınların canının bu denli kıymetsiz görüldüğü düzende eşitlik için mücadele etme ve kadına yönelik suçların peşini bırakmama gerekliliği önemini koruyor.
Kılavuz‘da bu hafta

Türkiye’de tetikleyici döngü: Nefretin ve sessizliğin politik anatomisi – Ceren Nur Aba & Rengin Toprak
AKP iktidarı; 2025’i “Aile Yılı” ilan etmesinin ardından dur durak bilmeden 8 Mart’ta ve 1 Mayıs’ta alanlarda adeta gökkuşağı avına çıkmış, LGBTİ+’ların politik ve kamusal alanda varlığına yönelik saldırılarla onları alandan uzaklaştırmayı ve yalnızlaştırmayı hedeflemiştir. Onur Ayı’nın ve haziran ayı boyunca süren yürüyüşleri, hatta bir lubunyanın alelade sokaktan geçmesini dahi yasaklama çabası da sürmüştür.
İktidardan gelen bu saldırılar elbette bunlarla sınırlı kalmayacaktı, kalmadı da! Geçtiğimiz günlerde medyada göz önünde bulunan kadın-LGBTİ+ kişi ve gruplara yönelik art arda sansür uygulamaları gerçekleşti, soruşturmalar açıldı. Devletin burada neyi ve neden hedef aldığı gayet açıktır. Cis-tem’in normları içinde kabul görmeyen kadın ve LGBTİ+ varoluş, iktidar tarafından, yıllardır olduğu gibi hedef alınmaktadır.

Gündelikçi gençlik ordusu ve lümpen proletarya: Komünist perspektiften bir inceleme – Sinan Köksal
Sermaye, özellikle pandemiyle beraber oluşan tüketim mekanizmalarındaki dönüşüme hızlıca adapte olmuş ve özellikle bu alana yoğun bir mesai harcamıştır. Sermaye, bu müdahaleyi yalnızca yeni açılan şirketlerle değil, aynı zamanda ideolojik bir ikna süreciyle birlikte yürütmüştür. İşçi sınıfının bilincini körelten bu girdilere karşı ideolojik bir mücadele hattı örmek bu yüzden en önemli görevlerimizden biridir. Örnek vermek gerekirse; özellikle bu biçimde çalışacak işçilere “kendi işinin patronu olma”, “çalıştığı kadar kazanma” vaatleriyle ciddi ideolojik müdahalelerde bulunulmuştur. Sermaye her şartta işçi sınıfını bölmeye çalışır. Bu adım da sınıfın beraber mücadele etmesinin ön koşulu olan sınıf birliğinin dibine konulan bir dinamittir.








