Cumhuriyet’in yıkıntıları arasında_Yeni bir kuruluşun eşiğinde

Cumhuriyet’in yıkıntıları arasında: Yeni bir kuruluşun eşiğinde

Cumhuriyet üzerine konuşmak, bu ülkede çoğu zaman iki uca sıkışıyor. Bir yanda “ilericilik-gericilik” eksenine hapsolmuş yüzeysel bir tartışma, diğer yanda “1923’e dönüş” çağrısı yapan nostaljik bir siyaset. Oysa tarih ne geriye döner ne de kendini yineler. Bugün Cumhuriyet kavramını anlamak, onu yalnızca sınıfsal karakteriyle tartışmakla ve bugüne dair bir çözüm önermekle mümkündür. Buradan hareketle, bu yazının ilk vurgusu olarak kutlanacak bir 29 Ekim olmadığını ve gerçek bir kurtuluş için mücadele edilmesi gerektiğini söylemek gerekiyor.

Bugün, Cumhuriyet’in yüzüncü yılı geride kalmışken, ortada bir rejimin enkazı duruyor. O enkazın altından, halkın kendi kaderini ellerine aldığı, eşitlik ve özgürlük temelli yeni bir düzenin filizlenmesi gerekiyor: gerçek bir halk egemenliğini kuracak sosyalist bir cumhuriyet.

Cumhuriyet’in tarihsel serüveni

1923’te kurulan Cumhuriyet, kapitalist bir modernleşme hamlesiydi. Belirli ölçüde feodal kalıntıların tasfiyesi, laikliğin ilanı, eğitimin ve hukukun sekülerleşmesi elbette yadsınamayacak başlıklar. Ancak bu durum, üretim araçlarının mülkiyeti üzerinde köklü dönüşüm yaratmadı. Siyasi iktidar halk adına konuştu ama halkın kendisi karar mekanizmalarının dışında kaldı. Emek örgütlenmesi yasaklı, grev hakkı askıda, köylü örgütsüzdü. Cumhuriyet’in “yurttaş” ideali, eşitliği sağlamaktan uzaktı. Devletin halkı “eğitme” misyonu, sınıfsal denetimin ideolojik biçimiydi.

1961 Anayasası’yla açılan göreli demokratik dönemi; sendikal haklar, sosyalist siyaset ve işçi hareketinin de yükselişiyle geniş bir alan buldu. Ancak sermaye sınıfının iktidarına ve aynı sınıfın sonsuz kâr arayışına yönelik tehditler olarak görülen bu haklar, 1980 darbesiyle keskin biçimde ortadan kaldırıldı. Sermaye sınıfının ordu eliyle kendisine tehdit olarak gördüğü toplumsal hareketleri bastırdığı 12 Eylül Darbesi sonrasında yaygınlaşan neoliberal dönüşüm, Cumhuriyet’in ilk yıllarında kısa bir süre için uygulanan kalkınmacı anlayışı tarihe gömdü. Serbest piyasa adı altında kamu mülkiyeti tasfiye edildi, sendikalar zayıflatıldı ve toplumsal dayanışmanın yerini bireysel rekabet aldı. Artık Türkiye Cumhuriyeti net bir şekilde küresel sermayenin küçük kardeşiydi. Otorite, piyasa ve din üçlüsü, bu yeni dönemin sacayakları haline geldi.

2000’lerle birlikte Türkiye, neoliberalizmin muhafazakâr versiyonunun temsilciliğini üstlendi. 2001 krizinin ardından iktidara gelen AKP, devlet içi güç ilişkilerinden sermaye sınıfının bileşimine kadar uzanan bir yeni rejimi inşa etme amacı taşıyordu. Büyütülen sermaye sınıfı devlet kaynaklarına erişim hakkının yeni sahibi oldu. İnşaat sektörü, ekonomik büyümenin motoru hâline getirildi. Betonla örtülen her toprak parçası, kamusal olanın tasfiyesi anlamına geldi. Cumhuriyet’in bir dönem “kalkınma” olarak sunduğu modernleşme, artık “rant” düzeniyle iç içe geçmişti. Halk, bu sürecin izleyicisine dönüştü. Devlet, vatandaşına hizmet eden değil, her sıkıştığında “IBAN paylaşarak” ondan para toplayan bir mali aygıta dönüştü.

Bu ekonomik dönüşümle birlikte siyasal rejim de otoriterleşmeliydi. Yargı yürütmenin uzantısına çevrildi, ana akım basın tamamen iktidar kontrolüne girdi. 2017 referandumu ile yürürlüğe giren başkanlık sistemi, Cumhuriyet’in kurumsal mirasını tasfiye etti. Artık “tek adam” rejimi, yürütmeyi, yasamayı ve yargıyı kendisinde topluyordu. Devletin tüm aygıtları ve ona bağlı çalışan ideolojik araçlar sermaye bloğunun çıkarı için kullanılıyordu. Bu, kapitalizmin giderek daha otoriter yöntemlerle kendini var etmesi sonucunu doğurdu.

1923’te kurulurken emekçi sınıfları iktidardan dışlayan, ilerici toplumsal hareketleri ve sosyalist hareketi zor yoluyla bastıran Cumhuriyet’in geldiği nokta, doğal olarak bugün yaşadığımız iktidarı doğurdu. Eğitim, hukuk, bürokrasi gibi kurumlar formel olarak var, ama içi boş. Devletin tüm kurumları tamamen bir parti-devlet aygıtına dönüştü. Üniversiteler, bilim değil sadakat üretiyor. Yerel yönetimlere kayyumlar atanıyor, sendikalar ve meslek örgütleri baskı altında. Halkın iradesi, seçimden seçime sarayın onayına bağlı hâle geldi.

Bu otoriterleşme, sadece Türkiye’ye özgü değil. Tüm dünyada sermayenin krizi benzer sonuçlar doğurdu. 2008 finansal krizinden sonra kapitalizm, kendi yarattığı istikrarsızlığı giderek otoriterleşen politikalarla yönetmeye başladı. ABD’den Hindistan’a, Macaristan’dan Brezilya’ya kadar birçok ülkede sağ popülizm yükseldi. Bu süreçte “güçlü lider”, “millî çıkar”, “düşman dış güçler” söylemleri, sistemin kendisine yönelme potansiyeli taşıyan halkın öfkesini bu odaktan saptırarak toplumsal tepkileri bölmenin ve sistemin dışına yönlendirmenin bir yoluydu.

Türkiye’deki siyasal İslamcı ve milliyetçi sentez de bu dalganın yerel biçimidir. Dinî sembollerle süslenmiş bir neoliberalizm, yoksulluğu meşrulaştırmanın ideolojik aracına dönüştü. Emek sömürüsünün üzeri “sabır”, “kader”, “millî birlik” gibi kavramlarla örtüldü. Sermaye sınıfının iktidarının ancak daha fazla otoriterleşme yoluyla korunabildiği bu model, Cumhuriyet’in yalnızca içi boş birer söylem olarak da olsa ortaya koyduğu iddiaları tamamen yok etti.

Cumhuriyet’in güncel durumu

İşçi sınıfı açısından baktığımızda ise bugün emekçilerin millî gelirden aldığı pay, tarihsel olarak en düşük seviyede. Ücretler enflasyona karşı erirken, vergi yükü tamamen işçi sınıfının sırtına bindirildi. Gençler gelecek umudunu kaybederken, kadın emeği güvencesizlik içinde görünmez hâle geldi. Bu toplumsal yıkım ise “kalkınma” istatistikleriyle gizleniyor. Oysa ülkenin yarısından fazlası yoksulluk sınırında ve altında yaşıyor. Bu tabloda Cumhuriyet kavramı bir nostalji nesnesi olmaktan öteye geçemiyor.

Cumhuriyet, bir ilkokul çocuğuna, “halkın kendi kendisini yönetmesi” olarak tanımlanır. Fakat kapitalist düzende bu tanım, gerçekte hiçbir zaman hayata geçmedi ve geçmesi de mümkün değildir. Çünkü üretim araçlarının, medyanın, ekonominin ve siyasetin denetimi küçük bir azınlığın elindeyken, halkın yönetiminden söz etmek gerçekçi değildir. Seçim sandığı ise pasif bir onay mekanizmasının aracına dönüşmüştür. Halkın kendi kaderini belirlemesi, ancak ekonomik gücün de el değiştirmesiyle mümkündür. Aksi hâlde “halk egemenliği” sözü, özel mülkiyetin dokunulmazlığıyla sınırlandırılmış bir yanılsamadan ibaret kalır. Bugün Cumhuriyet, kâğıt üzerinde yaşarken içeriği boşalmış bir biçim hâline gelmiştir.

Bu tabloyu değiştirmek, “kuruluş kodlarına dönüş”le mümkün değil. Çünkü o kodlar, zaten bugünün krizinin temelini taşıyordu. Yeni bir gelecek, aynı yolu geri yürümekle kurulamaz. Bugün ihtiyaç duyulan şey, Cumhuriyet fikrini sınıfsal olarak yeniden tanımlamaktır. Gerçek bir halk egemenliği, ancak üretim araçlarının toplumsallaşmasıyla mümkündür. Sosyalist bir cumhuriyet, mülkiyeti bir azınlığın ayrıcalığı olmaktan çıkarıp halkın ortak iradesine devreder.

Üretim araçları işçi sınıfının denetimine geçtiğinde, ekonomi artık bir azınlığın daha fazla kâr etmesi için araç olmaktan çıkar. Enerji, maden, sağlık, eğitim, ulaşım gibi stratejik alanlar kâr amacıyla değil, toplumsal ihtiyaç için planlanır. Demokrasi; iş yerinde, mahallede ve üretim alanında yaşayan bir mekanizmaya dönüşür. Halk, gerçek anlamıyla yöneten konumuna geçer.

Bu anlayış, laikliği de olması gerektiği gibi yeniden tanımlar. Düşünce, inanç ve kimlik farklılıkları devletin denetimi altına alınmaz. Kadınların, gençlerin, LGBTİ+ bireylerin ve tüm ezilenlerin eşit temsili, demokratik zorunluluktur. AKP-MHP iktidarının “tek tip vatandaş” ideali yerini, çoğulcu yurttaşlık bilincine bırakmalıdır. Sosyalist bir cumhuriyet, bu çoğulluğu kamusal eşitliğin zemini hâline getirir.

Gerçek bağımsızlık, dış politikada emperyalist bloklardan köklü bir kopuşla mümkündür. NATO’ya, savaş sanayisine ve dış sermayeye bağımlı bir ülkenin özgür ve bağımsız olduğundan söz edilemez. Barışçı, bölgesel dayanışmaya dayalı bir çizgi, halkların ortak çıkarını korur. Cumhuriyet’in bir asırlık tarihi, “Batı’ya eklemlenme” çabasının nasıl ekonomik ve politik bağımlılıklar yarattığını açıkça göstermiştir. Bağımsızlık, ancak emeğin uluslararası dayanışmasıyla mümkündür.

Cumhuriyet’in yıkıntıları arasında yaşarken, umut aramak kolay değildir. Fakat tarih, çöküş anlarında her zaman yeni bir başlangıcın da filizlendiğini gösterir. Çünkü gerçek kurtuluş, geçmişin gölgesinde aranamaz. Bugün bu ülkeyi ayakta tutanlar; fabrikalarda, hastanelerde, tarlalarda, okullarda, kafelerde çalışan milyonlardır. Gerçek egemenlik onların ellerindedir. Sosyalist bir cumhuriyet, onların tarihsel birikimi, dayanışması ve mücadelesiyle kurulabilir. Ancak o zaman Cumhuriyet, özgür insanların eşitlik içinde yaşadığı bir ülkenin sembolü olur.

Total
0
Shares
Önceki makale
Bağımsız Devrimci Siyasetin Gereklilik ve Olanakları Forumu Sonuç Metni_“Türkiye toplumunun sınıfsal gerçekliği ve mücadeleleri, düzen sınırlarına hapsedilemez”

Bağımsız Devrimci Siyasetin Gereklilik ve Olanakları forumu sonuç metni: “Türkiye’nin 19 Mart 2025 itibariyle girdiği süreç de geniş kitleler açısından görünür hâle getirmiştir ki düzen içi bir çıkış yoktur”

İlgili Gönderiler