Sosyalist mücadele; birikim, tespit ve öngörülerin siyasal araçlar vasıtasıyla örgütlenmesiyle ilerler. En başta devrimci bir partiden bahsediyoruz. Komünist parti, proletarya diktatörlüğüne ve nihayetinde komünist dünya sistemine varacak mücadele yolunun olmazsa olmazıdır. Bizim devrim tahayyülümüzde, partinin yerine konulacak başka bir araç henüz yoktur. Aldığı şekil, kullandığı taktikler ve belirlediği strateji dönemin ihtiyaçlarına göre değişebilir ama gerekliliği tartışılmazdır.
Devrimci partinin gerekliliği tamamen kapitalizmin yarattığı bir durumun, eşitsiz gelişimin sonucudur. Kapitalist sömürü sürdükçe sınıf çelişkisi ve bununla birlikte devrim, güncelliğini sürekli korur. Bir kural değildir, tersi örnekler de bulunabilir ancak salt üretim ilişkilerindeki çelişki, işçi sınıfına tarihsel rolünün bilincini -ki buna “sınıf bilinci” diyoruz- kazandırmaz. Bu çelişkinin sarihleşmesinde öncelikle sistemin ideolojik hegemonya aygıtları en büyük engelleyicidir. İşte devrimci parti, bu eşitsiz gelişimin sonucu olarak, işçi sınıfına sınıf bilincini kazandırmada bir buzkıran işlevi görür.
Partinin gerekliliğine ilişkin, eşitsiz gelişimin bir diğer sonucuna daha değinmek gerekiyor. Sınıf bilincine sahip bir işçi sınıfı, burjuvaziden haklar alabilen bir gelişkinlik düzeyine sahip olabilir. Ancak güçlü, yıkıcı ve diğer toplumsal kesimlere öncülük ederek kendi iktidarını kurma hedefine sahip bir işçi sınıfının, bütünlüklü bir politik çerçevede örgütlenmesi yine olmazsa olmazdır. Ne demek istiyoruz? Basitleştirirsek, işçi sınıfının ekonomik talepler dışında, aslında kendisine hiç de dışsal olmayan “memleket meselelerine” müdahale edebilen bir siyasal güç olabilmesi için politik bilincinin vücut bulduğu devrimci partinin varlığı şarttır.
Hem “devrimci”, hem “siyaset” dedik. Siyaset ister düzen içi, ister düzen dışı olsun bir ayrıştırma sanatıdır. Peki devrimci siyaset nedir ve nasıl yapılabilir? Kendimizce açıklarsak, anahtar “devrim-iktidar” kelimeleridir. Devrimci özneyi siyasette ayrıştıracak olan çıkış noktası budur. Devrimci parti, her cephede alternatif sunacak düzen karşıtı bir strateji geliştirmek ve işçi sınıfına yeni politik mevziler kazandırarak iktidara giden yolu açmak durumundadır. Yani partinin görevi, öncülüktür.
Vurguladığımız gibi, devrimci-öncü bir partinin varlığı bizim için olmazsa olmazdır. Ancak bu bir araçtır, işlevselliği ölçüsünde tedavülde kalacaktır.
Artık belirtelim, bu yazının amacı, bir araç olarak devrimci partinin nasıl olması gerektiğini tartışmak değil. Bunun uzun uzun tartışılması ve bu partinin oluşturulması gerektiğine inanıyoruz. Ancak hayal ettiğimiz partinin neden gerekli olduğu hususundaki çıkış noktalarımızın, bir başka tartışma konusu özelinde bakışımıza kaynaklık edeceğini düşünüyoruz.
Bu yazıda asıl tartıştırmak istediğimiz konu, işçi sınıfının ilk öz örgütü, hatta “sınıfın evi” olarak kabul edilen sendikalardır. Tartışma konusunda süreklilik arz ettiğini ve oldukça tartışıldığını biliyoruz. Temcit pilavı yapma niyetimiz yok. Bugünün penceresinden sendikaların sosyalist hareket için ne ifade ettiğine ve etmesi gerektiğine dair nacizane fikirlerimizi sunacağız. Konunun tarihsel boyutlarına da mümkün olduğunca uzatmadan, bugüne bakış çerçevesinde değineceğiz.
Kavganın ilk kabulü: Sendikalar
Sendikalar, işçi sınıfının kendiliğinden, öz örgütlenme aracı olarak olarak 18. yy sonu, 19. yy başlarında, Sanayi Devrimi’nin henüz sürmekte olduğu İngiltere’de tarih sahnesine çıktı. Faaliyetlerini yasa dışı biçimde yürüten bu örgütler, çalışma koşulları ve ekonomik koşullar başta olmak üzere birer kitle dayanışma örgütü olarak mücadele verdi.
Bu döneme “Marksizm öncesi dönem” demek yanlış olmayacaktır. Ayrıca, kendiliğindenliğin kendinden menkul değil; yer, zaman ve birikim gibi birtakım etmenlerle iç içe olduğunu görmek gerekir. Burjuva devriminin hemen ertesinde bu örgütlenmenin İngiltere’de ortaya çıkmasının Sanayi Devrimi’yle bağı olduğu kadar burjuvazinin gelişim hızıyla da ilgisi vardır. Burjuvazinin gelişim hızı sömürüyü vahşileştirmiş ve kendi devriminin hemen arkasından ezeli ve ebedi düşmanının ilk örgütlü mukavemetine aslında kendisi ön ayak olmuştur. Sendikaların ortaya çıkışı, bu kavga teklifinin ilk kabulüdür.
Kendiliğindenliğin bir başka özelliği de bu biçimde gelişen eylemlerin dış etmenlere açık olmasıdır. Bu kavga özü itibarıyla tarafların ikisini de geliştirmiş olsa da işçi sınıfının tepkisinin kendiliğinden karakteri, burjuvaziye bir hegemonya fırsatı sağlamıştır. Nitekim sınıfın içinde işçi aristokrasisinin ortaya çıkmasıyla başlayan süreç, sendikaların yasallaşmasıyla sona ermiş ve sendikalar, artık kurumsal ama içerisinde sınıfın aleyhine uzlaşmacı ögeler de barındıran, adlı adınca bürokratik yapılar hâline gelmiştir.
Yasallaşma bir kazanım mıdır? Elbette kazanımdır. İşçi sınıfı örgütlenme hakkını kazanmış ve dolayısıyla “kavgaya devam” demiştir. Burjuvazi, ilk aşamada bu kavganın kendi çizdiği sınırlar içinde sürmesini kendisi için daha güvenli görmüştür.
İngiltere örneğinden bugüne bir projeksiyon tutarsak; birincisi, sendikalar kitle mücadele örgütleri olarak kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Başa çalışma koşulları ve ekonomik talepler yazılsa da bu dönemde sendikaların alametifarikası, verdikleri bütünlüklü mücadeledir. Çocuk işçiliğin yasaklanması, köleliğin tamamen kaldırılması, yoksullukla ilgili kanunların düzenlenmesinde sendikalar taraftır. “Kurumsallık”, “bürokrasi” gibi bugün sendikalarla özdeşleşen bazı kavramlar burjuvazinin müdahalelerinin sonuçlarıdır.
İkincisi, sendikalar işçi sınıfının mücadeledeki rolünü ifade eden “sınıf bilinci”nin ilk vücut bulduğu örgütlenmelerdir. Girişte, politik sınıf bilincinin çoğunlukla kendiliğinden kazanılamayacağını söyledik. Doğrudur. Ancak işçi sınıfının kendiliğinden bilincinin ne yönde gelişim göstereceği, koşullara da bağlıdır. Döneme bakıldığında burjuvazi de bir gelişim sürecindedir ve buna bağlı olarak işçi sınıfı üzerindeki ideolojik hegemonyası henüz derinleşmemiştir. Bu durum ise çok uzun sürmemiş ve burjuvazinin gelişimi tamamlandığı ölçüde hegemonyası da derinleşmiş, sınıf bilincinin önüne egemen ideoloji aracılığıyla sömürü ve rızanın bir arada var olduğu buzdağı dikmiştir.
İşte bu buzu ilk kıran, Lenin ve Bolşeviklerdir!
Buzkıran: Müdahalecilik ve dışarıdan bilinç
Kapitalizm, geliştiği ve son aşamasına yaklaştığı ölçüde ideolojik-siyasal araçlarını da geliştirmiş, sendikalar da bu araçlara dönüşmekten kurtulamamıştır. O dönem için “sendika” kelimesinin tam anlamıyla düzen içiliği anlattığını söyleyemesek de “ilerici/gerici”, “düzen içi-devrimci” sendika ayrımları bile burada burjuvazi lehine olan kırılmayı tarif edebilir.
İşte bu gelişmenin bir tezahürü olarak konumuzla ilgili bugüne bakış bağlamında kısaca Lenin’in katkılarına değinmek gerekir. Marx’ta kapitalizmin gelişim evresinde hissedilen kendiliğindencilik, Lenin’de müdahalecilik olarak karşılık bulur. Bunu bir reddiye sayamayız çünkü bu katkı, kapitalizmin geldiği aşamada Marksizmin devrimci yeniden inşası için bir girişimdir. Ne Yapmalı’da ortaya atılmış ve Nisan Tezleri’nde vücut bulmuştur.
Lenin’in önünde burjuva devrimlerini tamamlamış bir Batı Avrupa ve henüz burjuva devrimini tamamlayamamış, köylü toplumu sayılan bir Rusya vardır. Batı Avrupa’daki işçi hareketlerinin düzene entegrasyonu, Batı Avrupa sosyalizminin kendiliğindenciliği ve elbette bunun Rusya’daki karşılığı, Lenin için bir turnusol olmuştur.
Eşitsiz gelişimin sonucu olan bu durumda Lenin, sosyalist devrimi Rusya için ileri bir hedef olarak görmemiş, devrimin güncelliğini vurgulamıştır.
Eşitsiz gelişim yasasının emekçiler arasında da bir karşılığı vardır. Buna göre, tüm emekçilerin sadece ekonomik mücadele aracılığıyla devrimci politik bilince ulaşacağı beklentisi yanıltıcıdır. Bu gelişim seviyesine ulaşmış öncü işçilerin devrimci bir önderlikle buluşması ve bu önderliğin işçilerin tümüne seslenecek, ekonomik taleplerini sosyalist devrimci siyasetle buluşturacak dönüştürücü bir nitelikte olması gerekir. Müdahalecilik ve dışarıdan bilinç tam olarak budur.
Lenin’in sendikalara bakışı da bu ölçüde müdahalecidir. Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı’ndan çıkarımını yaptığımız “Gerici sendikalarda da çalışma yapılmalıdır” görüşü, birçok farklı yorumun aksine, sendikaların niteliğini ya da sınıfın tümünün bilincini aynı görmekle ilgili değildir. Burada Lenin, sosyalist devrimci mevzilerin genişletilmesi gerektiği ve bunun ancak bütünlüklü, müdahaleci bir bakışla mümkün olduğu görüşünü yansıtmıştır.
Haksız da çıkmamıştır…
1960-1980: DİSK örneği
Türkiye’de de sendikal mücadele denilince akla ilk olarak 1960’lı yıllar gelir. Bunun nedeni ise işçi hareketinin en hareketli döneminin bu dönem olmasıyla birlikte, sendikal anlamda daha önceki deneyimlerin cılızlığıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Demokrat Parti iktidarında NATO’ya entegre olan Türkiye’de dönemin sloganı, “Her mahallede bir milyoner”dir. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında halk fukaralık çekerken ithalat-ihracatla semiren ticaret burjuvazisinden bahsedildiği kuşkusuzdur. 10 yıllık Demokrat Parti iktidarı, öncülünden sınıfsal manada farklılaşmayan bir tekelci ticaret burjuvazisi iktidarıdır.
İşte 27 Mayıs, bu iktidarı sona erdirmiş ve burjuvazi içindeki sanayici kesimin iktidar dönemi süreklileşmiştir. 27 Mayıs, sebepleri itibarıyla adlı adınca bir kapitalist restorasyondur. Burjuva iktidarının yeni döneminin elbette yeni kuralları, kanunları vardır. Sanayi demek işçi demektir ve işçi, burjuvazi için kontrolden çıktığında ölümcüldür. Risk göze alınmış, iş baştan sıkı tutulmaya niyetlenilmiş ve sendikalar 1961 Anayasası ile yasal hâle getirilerek, işçi kitlelerinin burjuva iktidarının kontrolünde kalacağı düşünülmüştür. Bu, burjuvazinin özgürlükçü anlayışı değil, Türk-İş örneğinde somutlaşacağı gibi, “Olacaksa da lehimize uzlaşmacı olsun, hiç değilse elimizin altında olsun” kontrolcülüğüdür.
Dönem, Sovyetler Birliği’nin varlığının etkisi altında bir proleter devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri dönemidir. Türkiye’de de bu dönem, işçi sınıfının büyük kent çeperleri başta olmak üzere sanayi ekseninde hızla filizlendiği bir dönemdir. Hızlı bir dönemdir; 27 Mayıs’ın üzerinden henüz bir yıl geçmemişken, sendikacılar tarafından Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulmuştur. TİP, filizlenen işçi sınıfı arasında kısa sürede temsiliyet elde etmiş ve 1965’te parlamentoya girmiştir.
Burada bir parantez açalım; Türkiye’de sınıf hareketi ve sendikal mücadele tarihini bu dönemle başlattığımız anlaşılmasın. 1960’lara elbette bir birikim devredilmiştir ama 60 sonrasında açıkça başka bir dönem başlamıştır.
Bugüne bakış ekseninde ele alalım ve devam edelim; Sovyetler’in varlığı, dünyadaki devrimci mücadeleler, TİP’in ve dönemin hızının etkisiyle burjuvazinin istemediği ot burnunun dibinde bitmiş, bir emekçi-gençlik hareketi doğmuştur. İşçi sınıfı bu ortamda burjuvazinin diktiği uzlaşmacı Türk-İş gömleğine sığmamış ve DİSK, tarihteki yerini almıştır. Burjuvazi derhal baskıyla karşılık vermek istemiş, ancak bu girişim daha sert bir mukavemete neden olarak 15-16 Haziran Direnişi’ne kapıları sonuna kadar açmıştır. Burjuvazinin burnunun ucundaki artık ot değil, koca bir ağaçtır; işçi sınıfı politik bir güçtür.
12 Mart’a kadar olan süreci DİSK ekseninde değerlendirdiğimizde, Türkiye’de sınıf sendikacılığının, uzlaşmacı-sarı sendikacılığa karşı bir sınıf-kitle sendikacılığı şeklinde doğduğunu söyleyebiliriz. DİSK, işçi sınıfının politik bir güç olarak var olmasına aracı olmuştur. Buna yükselen sol hareketin eşlik etmesi elbette şaşırtıcı değildir ve DİSK’e “sosyalizm” dedirtecek bir müdahale söz konusudur.
Ancak 12 Mart sonrası DİSK’in çizgisindeki farklılaşmaların tam da bu müdahaleciliğin niteliği ile ilişkisini anlamak gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın, DİSK büyümeye devam etmiş ve DGM, TARİŞ gibi direnişler, 1977’deki Kanlı 1 Mayıs gibi Türkiye işçi sınıfı tarihine geçen işlere imza atmıştır ama burjuvazi, bu defa işçi sınıfı hareketine karşı direkt faşist karakterli iktidarlar ve kontra girişimlerle yola devam etmek istemiş, düzen muhalefeti olarak atanan taraf ise sosyal demokratlar olmuştur. Bu dönemde Ecevit’in halkçı söylemiyle CHP, geniş kitleler içinde karşılık bulmuş ve DİSK de buna uyum sağlamıştır.
Devrimci hareketteki sorun ise sosyalist devrimin güncelliği ile iktidar perspektifi çerçevesinde şekillenen bir anlayışın eksikliğidir. Müdahale bu eksende olmayınca; DİSK’in önünde, DİSK ile birlikte devrime yürüyen bir sol hareket değil; DİSK’le ilişkisi, en fazla onunla yan yana olmakla sınırlı bir sol hareket ortaya çıkmıştır.
Burada TKP’nin DİSK ile ilişkisinde bir farklılıktan söz etmek gerekiyor. Özellikle 70’lerin ikinci yarısından itibaren TKP’nin DİSK içerisindeki etkinliğinden söz etmek mümkündür. Ancak bu etkinlik, TKP’nin devrimci müdahalesi sayılamaz. Çünkü yine işçi sınıfı iktidarını bir ikincil aşama olarak nitelendiren “ileri demokrasi” tezleri işlerlikte ve devrim güncellikten uzaktır. Bunun yanında örgütü sınıfı mücadelesinin önüne koyan bir sol sapma da mevcuttur.
12 Eylül’den AKP Türkiye’sine: Kimin tarafındasın?
12 Eylül, Türkiye kapitalizmi için bir başka restorasyon uğrağıdır. Emperyalizmin neoliberal politikalarına tam uyum için iş, yine önceki dönem bazı sol çevrelerce “zinde kuvvet” olarak lanse edilen NATO ordusuna düşmüştür.
12 Eylül, şiddet vasıtasıyla sınıf hareketine vurduğu darbe bir tarafa; sınıfa, refahın sınıf düşmanı politikalarla geleceğini kabullendirmesi açısından çarpıcıdır. “Özel güzeldir” ve “patronu zengin et ki işçi yaşasın” anlayışı henüz birkaç yıl önce sokakları dolduran emekçilere o ya da bu şekilde kabul ettirilmiştir. Tabii mızrağın çuvala kolay sığmayacağı ilk olarak Büyük Madenci Yürüyüşü ile ortaya çıkmıştır, ancak yine de, özelleştirme süreçlerine karşı TEKEL-TÜPRAŞ-SEKA gibi sınıf tarihine geçen direnişlere rağmen, işçi sınıfının rüzgârı tersine çevirecek bir atılıma imza attığını söylemek güçtür.
12 Eylül sonrasını, AKP-MHP iktidarı ile bir bütün olarak ele aldığımızda, günümüzdeki sıkışmışlığa dair kendimizce bazı nedenler sıralayabiliriz. Burjuvazinin sendikalara bakışı ve sendikaların durumu, konuya ışık tutulmasına yardımcı olacaktır.
12 Eylül’le birlikte burjuvazinin, işçi sınıfı örgütlülüğüne oldukça ihtiyatlı yaklaştığını söylemek mümkündür. Düzen içi kurumlar olarak sendikalar, yeni döneme uyumlu hâle getirilmiştir. Bu dönemde sendikalar, neoliberalizme uyum sağlayan üst yapının hegemonya araçlarından biri olarak kurgulanmıştır. Buna göre sendikal örgütlenme hâlâ bir anayasal haktır ama örgütlenmek ne olursa olsun kötüdür. Çeşitli kotalar aşıldığında hukuksal hileler, işçiye her aşamada her türlü baskı işin şanındandır! Örgütlenmenin engellenmesi pahasına üretim bile aksayabilir. Tutmadı mı? Sendikacı satın almaya kadar birçok yöntem mevcuttur. Aslolan örgütsüzlüktür, ne olursa olsun bizim olsundur!
Kurumsallık, sendikalar için olmazsa olmazdır. Erişilemez bir sendikal bürokrasinin oluşması, patronlarla kol kola gezen sendika ağalarının türemesi birer sonuçtur. Sendikaların sadece birer toplu sözleşme aracı olarak görülmesi sağlanmış, bu konuda şartları belirleyenin işçi olmaması için grev gibi silahlar mümkün olduğunca kullanılmamaya çalışılmış, kullanıldığında ise hemen engellenmesi için sendikalar, kendi üyelerinin grevine karşı grev kırıcılık misyonu üstlenmiştir.
Asgari ücret görüşmelerinde uzlaşmacı, 1 Mayıs gibi tarihsel önemi olan mücadele günlerinde kendi kitlesinin dahi gerisine düşen ve emekçi kitlelerle bağlarını her geçen gün koparan sendikalar, bürokratlarının konfor alanının bozulmaması için onlarca yıl aynı kadroları işçilerin maaşları ile besler hâle gelmiştir. Bu durumun sendikaları getirdiği hâle ilişkin çok ironik bir örnek söz konusudur. Türk Metal Sendikası ile patron örgütü olan MESS arasında, 2012 yılında “Ortak Meslek Eğitim Merkezi Projesi” adı altında, sektörde “nitelikli, uzlaşmacı, iş barışından yana, mesleki anlamda tam donanımlı işçiler” yetiştirme amacıyla ortak eğitimler bile verilmiştir.
12 Eylül’den AKP iktidarına giden süreçte sendikalar, ayrıca memleket meselelerinde deyim yerindeyse tamamen etkisiz eleman rolündedir. 90’ların ortasındaki devlet-çete ilişkileriyle ilgili yapılan eylemlerin dışında, ülke gündemine ilişkin kitlesel bir eylemler silsilesi akla bile gelmemiştir. Daha vahimi, Haziran Direnişi döneminde üretimden gelen güç kullanılıp grev ilan etmek gibi bir düşünce bile hasıl olmamıştır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Temmuz 2024 verilerine göre 16 milyon 973 bin 613 işçiden 2 milyon 512 bin 332’sinin sendikalara üyeliği bulunmaktadır. Bu, yüzde 14.8 oranına tekabül ediyor. Oran az olmasına rağmen, son yıllarda işçilere yönelik hak gasplarının zıvanadan çıkmasıyla birlikte tekil direnişler de artmaya devam etmekte, mızrak çuvalı zorlamaktadır.
Solun “iki düzlemi” ve üçüncü yol
Buraya kadar yazdıklarımız, bir sendika kötülemesi şeklinde okunabilir. Okunmasın! Çoğunluğun kabul edeceği bir gerçeklikten bahsediyoruz. Gerçek gerçektir. Değiştirilmesi için önce olduğu gibi kavranması ve kabullenilmesi gerekir. Buna rağmen, sınıf sendikacılığında ısrar eden sendikaların var olduğunu da biliyoruz. Ne var ki bu mevcudiyet, bütünün çok küçük bir parçasını oluşturuyor.
Sendikal mücadelenin düzen siyasetine bir şekilde eklemlenmesi doğal, olağan bir süreçtir. Sınıf mücadelesinin talepleri ve mücadele birliği temelinde örgütlenmesi gereken sendikalar, çoğu zaman kapitalist sistemin emniyet subapı gibi görev yapmaktadır.
“Ne olacak bu sendikaların hâli?” sorusu ise, kimse tarafından değilse bile, sosyalistler tarafından yanıtlanması elzem sorulardan biridir.
Bu soruya bugüne kadar gelen deneyimlerden üç yanıt üretilmiştir, üçüncüsü bizim de yanıtımızdır.
Şöyle sıralayabiliriz:
Sendikal mücadeleye işçici-ekonomist bakış
Sendikal mücadelenin, öz itibarıyla işçilerin gündelik-ekonomik-çalışma koşulları gibi konularda beraber hareket etmelerinin en meşru kanallardan biri olduğunu bir kere daha hatırlatalım. Sosyalizm mücadelesinin ileriye çıktığı koşullarda sendikal faaliyet de gerek talepleri gerekse yöntemleriyle gelişmektedir. Bunun tersi durum da aynı şekilde gerilemeyle sonuçlanmaktadır. İşin bir tarafının burjuvazi, diğer tarafının da işçi sınıfı olduğu her konu, çelişkilerin oldukça derinleştiği dinamikleri bünyesinde taşır. Kitle mücadeleleri her alanda olduğu gibi temel belirleyici ve öğretici niteliğini korur.
Kitle mücadelelerinin gerilediği, sosyalizm fikriyle emekçi kitleler arasındaki açının günden güne arttığı bir durumda sendikal mücadele de dar pratikçi, “gündelik kazanımlar” peşinde koşan, talepleri yalnızca işten çıkarmalara karşı direnişe veya ekonomik kazanımlara sıkışan bir hâle bürünmektedir. Bunun sebebi, sendikal mücadeleye soldan önderlik eden kadroların “iktidar” hedefini ikinci plana atmaları, hatta yok saymaları olarak görülebilir.
Peki işçilerin haklarını alması kötü bir şey mi? Bu soruya ancak bir patron “evet” diyebilir. Her işçinin evine bir lokma fazla ekmek götürebilmesi elbette önemli, aynı zamanda insanidir. Ancak emekçileri açlığa, sefalete iten bu köhne sömürü düzeninin yıkılması yalnızca işçilerin iktidarı ele geçirmesiyle, kendilerini kendilerinin yönetmesiyle mümkün olur. Gerçek özgürlük tam da buradadır.
Bir sendikanın ekonomik talepleri öncelemesi gayet normaldir. Ancak bir devrimcinin temel amacı, işçilerin tekil birkaç örnek üzerinden ekonomik kazanım sağlaması olamaz. Ekonomist bakışla sosyalist devrimci bakış arasındaki fark, sosyalist devrimci bakışın ekonomizmin yetineceği şeylerle yetinmemesidir.
Bu bağlamda, sendikal mücadeleyi esas amaç hâline getiren, ekonomizm ve reformizm gibi düzen içi eğilimlere hapsolmuş bir “sosyalist siyaset” sağcıdır, siyasetsizdir. Bu siyasetsizliğin üstü, “tek çalışan biziz, önümüzden çekilin” gibi bir aymazlıkla örtülmek istense de sonuç olarak sol siyasetin geneline karşı mesafeli durulmasına, hatta yukarıdan bir tarzın egemen olmasına sebep olmaktadır.
Sendikal mücadeleye dar örgütçü (sol sapma) bakış
Sol sapma yaklaşım (sol çocukluk hastalığı) ne kadar sol kamuflajı olsa da sağcı bir yönelimdir. Bu başlıktaki sol sapma yaklaşım, kendisini yukarıdaki düzen içilik gibi gösterebilmektedir. Kitle mücadelelerine yukarıdan bakan, örgütü her şeyin, hatta işçi sınıfının da üzerinde gören bu algı, tabiri caizse solculuğu başka kimseye bırakmamasıyla ün kazanmıştır. Örgüt mutlaktır, her zaman haklıdır. Sınıfın çıkarları ile çelişse dahi (işçi sınıfı partisi olduklarını iddia etmelerine rağmen) her zaman örgütü esas alan anlayış, örgütü mutlaklaştırır. Sağ sapma sendikal yönelim, kitle kuyrukçuluğu ve uvriyerizme sürüklenirken, sol sapma anlayış da partiyi mutlak ve tek doğru araç olarak kutsallaştırır. Komünistlerin bir kutsalı yoktur, hiçbir araç da kutsal olamaz. Bu sol sapma yöntem, sendikalar başta olmak üzere parti dışındaki bütün mücadele araçlarına küçümseyici bir tavırla yaklaşır. Aynı sağ sapmalarda görüldüğü gibi yukarıdan bakan tarz burada da oldukça hâkimdir.
(Ne yapmalı?) Sosyalist devrimci bakış
Sendikal mücadele dahil olmak üzere bütün demokratik kitle örgütleri, sınıfla bağ kurma noktasında değerlendirilmesi gereken araçlardır. Sınıfla kurulan ilişkide yüzey alanını genişletip, kitlelerle sosyalistlerin etkileşimini artırmakla beraber sınırları bellidir. Sendikal mücadeleyi amaç hâline getiren yaklaşım da partisini araç hâline getirip kitle mücadele araçlarına yekten karşı çıkan anlayış da bir çubuğun iki ucu gibi görünse de ikisi de sağcıdır. Sendikal mücadelenin sınırları, yazımızın ilgili bölümünde de belirttiğimiz üzere burjuva yasalarla belirlenmiştir. Burjuva yasaların bağlayıcılığı bu aracı değersizleştirmez ancak mutlak hâle de getirmez. Aynı zamanda, sendikal mücadele başta olmak üzere, kitle mücadelelerinin karşısına örgütü koyan anlayış da skolastiktir; maddeyi, mücadele-kitle ilişkisini ve bir araç olarak komünist partiyi anlamamış olmanın tezahürüdür.
Sendikaların, nesnel koşullar içerisinde karşılıklarının bulunduğunu, devrimci hareketin ve kitle mücadelelerinin bunda en büyük etken olduğunu hatırlatıyoruz. Bununla birlikte, bu karşılığın toplumsal zeminde yaratılabilmesi için Türkiye solunun, sendikalara yaklaşımı ne olursa olsun, öncelikle kendi içinde beliren eğilimlerin belirleyici olduğunu ekliyoruz.
Sendikalara girmenin, buralarda yönetimler kazanmanın ya da yüzlerce bağımsız sendika kurmanın Türkiye solunun 12 Eylül sonrası sendikalara müdahale yöntemlerini oluşturduğu söylenebilir. Esas olan, sosyalist hareketin kitlelerle buluşması, toplumsallaşması ve nihayetinde devrime yürümektir.
Bunun ön koşulu, girişte belirttiğimiz koşullarda müdahaleci bir anlayışıyla hareket etmektir. Bu anlayış, sosyalist devrimci perspektifi başa yazarak, sendikaları yeniden kazanılacak mevziler olarak belirlemek ve bu mevzileri “işçi sınıfının iktidarı” hedefi doğrultusunda ilerletmenin aracı olarak görmektir.
“Ne olacak bu sendikaların hâli?” sorusunun yanıtı tam olarak buradadır. Sosyalist siyasetin toplumsallaştığı koşullarda sendikalar yine sınıfın kitle mücadele araçları olarak kavgadaki yerini alacaktır. Sosyalistlerin sendikalara asli ve en etkili müdahalesi, sosyalizmi bir alternatif olarak toplumsallaştırma mücadelesindeki kararlılığı olacaktır.