Türkiye kapitalizminin son yirmi yılında, özellikle 2008 krizi ve ardından gelen yapısal dönüşümlerle beraber hizmet sektörü, istihdamın en hızlı büyüyen alanı hâline gelmiştir. Pandemi öncesinde başlayan bu eğilim, COVID-19’un getirdiği olağanüstü koşullarda adeta bir patlamaya dönüşmüş, milyonlarca genç emekçi marketlerde, zincir mağazalarda, moto-kurye taşımacılığında ve esnek taşeron işlerde istihdam edilmiştir. Pandemi, sermayenin yeni sömürü mekanizmalarını hızlandıran bir laboratuvar işlevi görmüştür.
Sermaye, özellikle pandemiyle beraber oluşan tüketim mekanizmalarındaki dönüşüme hızlıca adapte olmuş ve özellikle bu alana yoğun bir mesai harcamıştır. Sermaye, bu müdahaleyi yalnızca yeni açılan şirketlerle değil, aynı zamanda ideolojik bir ikna süreciyle birlikte yürütmüştür. İşçi sınıfının bilincini körelten bu girdilere karşı ideolojik bir mücadele hattı örmek bu yüzden en önemli görevlerimizden biridir. Örnek vermek gerekirse; özellikle bu biçimde çalışacak işçilere “kendi işinin patronu olma”, “çalıştığı kadar kazanma” vaatleriyle ciddi ideolojik müdahalelerde bulunulmuştur. Sermaye her şartta işçi sınıfını bölmeye çalışır. Bu adım da sınıfın beraber mücadele etmesinin ön koşulu olan sınıf birliğinin dibine konulan bir dinamittir.
Türkiye’de hizmet sektörünün dönüşümü ve yeni emekçi profili
Neoliberal sistem, bir taşeronlaştırma sistemidir. Sermayenin bir piramit olarak hiyerarşisini her durumda inşa eder. Neoliberal dönemin son halkasında taşeronlaştırma sistemi, patronları artık yerine getirmek zorunda olmadıkları sorumluluklarıyla birlikte sis bulutunun arkasına gizlemektedir. Taşeron sistemi, taşere ettiği tüm işleri, tüm alt taşeronları ve buna bağlı olan tüm işçileri ezmek üzerine kuruludur. Sermaye açısından piramidin üstünde yer alan asıl işveren pastanın en büyük dilimini almakta ya da taşere ettiği işlerdeki sorumluluklarından sıyrılmaktayken, piramidin altına doğru taşeron firmaların aldıkları pay azalmaya başlar. Sermaye sınıfı içinde de böylece katı bir hiyerarşi oluşur. Piramidin en altında yer alan emekçi kesimler ise sistemin en çok sömürdüğü emekçiler hâline gelmektedir.
Düzenin sınıfı paramparça etme yöntemi de tam olarak bu taşeron sisteminin içinde tekrar tekrar vücut bulur. Yalnızca bir motoru veya mal taşıyabileceği bir araca sahip olacak kadar sermayesi olan gençler, çeşitli şirketlerin bünyesinde, kurye olarak şahıslarına ait alt firmalar kurmuşlardır. Ancak bu durum başlı başına güvencesizliği tırmandıran bir mekanizmanın oluşmasına, asıl işverene ait olan ve işçilerin yıllarca bedeller ödeyerek kazandığı kimi hakların da bu kurulan şirketlere taşere edilmesine sebep olmuştur.
Gelinen noktada, neoliberal sistemin başından itibaren pompaladığı “kendi işinin patronu olma” propagandası, işçi sınıfının diline şaşırtıcı biçimde yerleşmiştir. Günde 16 saat çalışan bir işçi “kendi işinin patronu” olmuş, uğrayacağı en ufak bir kazada aylar süren sakatlıkları ve en temelde de yaşayacağı güvencesizliği “normal” kabul eden bir algı, hizmet sektöründeki neredeyse tüm çalışanların aklına kazınmıştır.
“Kendi işinin patronu olma” mottosu yalnızca hizmet sektöründeki kuryeler için değil, birçok farklı sektörde de yabancılaşmayı pekiştiren bir etki yaratmaktadır. Aynı işi yapan bir işçi, diğerine “daha çok çalışırsan daha çok kazanırsın” diye tavsiye vermeye, sermayenin palavralarını kendi gündemi gibi görmeye başlamıştır. Daha fazla kazanılan üç kuruş para, aynı işi yapan emekçilerden birini “patron”, diğerini ise “daha az çalıştığı” için “fırsatları kaçıran” işçiye dönüştürmüştür. Türkiye’de emek sömürüsünün niteliksel değişimini ve ulaştığı boyutları, daha detaylı bir şekilde önümüzdeki yazılarda tartışacağız.
Özellikle pandemi sonrası dönemde özel istihdam merkezleri aracılığıyla gündelik işlere yönlendirilen yüz binlerce gencin yaşadığı sorun, neoliberal dönemi aratacak türden bir yabancılaşmanın da oluşmasına neden olmuştur. Bu gençler bir gün inşaatta çalışırken ertesi gün bir otelde garsonluk yapmakta, bir hafta sonra ise havaalanında yolcu karşılama işine yönlendirilmektedir. Bu durum, klasik sanayi işçiliğinin istikrar ve süreklilik hissinden tamamen uzak, güvencesizliğin kalıcı hâle geldiği yeni bir “proleter katmanı” yaratmaktadır. Bu kesim yalnızca eğitimsiz gençlerden değil, aynı zamanda üniversite öğrencilerinden, beyaz yakalı olma hayaliyle okumuş ama işsiz bırakılmış kesimlerden de oluşmaktadır. Dolayısıyla geleceksizlik, işsizlik ve sömürü, toplumun geniş bir genç kesimini kapsayarak çok katmanlı bir ideolojik ve sosyal tahribat yaratmaktadır.
İşçi sınıfının yapısı homojen bir bileşime sahip değildir. Yazının kalan bölümünde, işçi sınıfının içerisinde günden güne büyüyen ve güvencesiz emek rejiminin çarklarını döndüren lümpen proletaryaya odaklanılacaktır. Lümpen proletarya kavramının çıkış dinamikleri; Marx, Engels, Mao gibi komünist devrimcilerin bu sınıfsal katmana nasıl yaklaştıklarını inceleyecek ve bu katmanın günümüz Türkiye’sinde devrimci mücadele içerisinde nasıl ve ne şekilde konumlandırılması gerektiği, hangi araçlarla örgütlenebileceği gibi konular tartışılacaktır.
Lümpen proletaryanın teorik kökeni
Marx ve Engels’in tanımı
Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i (1852) adlı eserinde lümpen proletaryayı sistematik olarak ele alır: “Paris’te sayıca büyük bir kitle vardır: Bu, proletaryanın kenarında duran, istikrarsız, köksüz, her milletten gelme, hayatlarını serserilikle, küçük hırsızlıkla, dilencilikle, dolandırıcılıkla sürdüren, bu yüzden her an kullanılmaya hazır olan lümpen proletaryadır.”
Engels ise Alman Köylü Savaşı (1850) adlı eserinde bu kesimi şöyle tarif eder: “Devrimci sınıf hareketlerinin en kötü unsurlarından biri, disiplinsiz ve sefaletin en dip tabakalarından gelen lümpen proletaryadır. Bunlar enerjik ve gözü kara olabilirler ama istikrarsızlıkları yüzünden sık sık karşı-devrimci güçlerin oyuncağı haline gelirler.”
Marx ve Engels, lümpen proletaryanın sınıf mücadelesindeki belirsiz rolünü özellikle vurgulamış, bu kesimin hem devrimci bir dinamizme sahip olabileceğini hem de karşı-devrimci odaklar tarafından kullanılabileceğini belirtmişlerdir. 1800’lü yılların ikinci yarısında Avrupa işçi sınıfı ve özellikle Almanya’daki proleter uyanışın temel dayanağını oluşturan sanayi işçileri, komünist devrim için başat sınıfsal unsur olarak görülmüştür. İşçi sınıfı, burjuvazi karşısında gerçek ve günümüze göre çok daha az katmanlı bir yapıda bulunuyordu. Bu nedenle Marx ve Engels’in lümpen proletaryaya bakışı tarihsel olarak doğruydu. Sınıf bilincinin eksikliği gibi sebeplerle lümpen proletaryanın düşmanın doğrudan tetikçisi olabileceği niteliğinden ötürü genellikle “karşı tarafta” yer alabilecek yapısına da bu nedenle özellikle vurgu yapılmıştır.
Fransız devrimci geleneğinde lümpenliğe bakış
1848 Devrimi sırasında Fransız sosyalistleri, proletaryanın dışında kalan ve “serseri kalabalık” olarak nitelenen unsurların zaman zaman sokak eylemlerine katıldığını, ancak örgütlenme anlayışından ve ideolojik perspektiften yoksun olduklarını gözlemlemişlerdir. Bu nedenle bu kesim, devrimci mücadele içinde iki ucu keskin bıçak olarak görülmüştür. Bir yandan en öfkeli, en saldırgan unsurları temsil etmişler; diğer yandan ise yönsüzlükleri nedeniyle düzenin aparatları hâline gelmişlerdir.
Ancak 1871 Paris Komünü sırasında bu grup, devrimci mücadelede yer aldı. Komün büyük ölçüde kentli proletarya, zanaatkârlar ve radikalleşmiş Ulusal Muhafızlar tarafından yönlendirildi. Lümpen proletarya unsurları ise özellikle sokak çatışmaları ve barikatların kurulması gibi daha militan ayaklanma eylemlerine katıldı. Marx ve Engels, lümpenleri en iyi ihtimalle istikrarsız müttefikler olarak görerek onlara şüpheyle yaklaşmaya devam ettiler.
Mao’nun sınıf analizi
Mao Zedong, Çin’de Sınıfların Tahlili (1926) adlı çalışmasında lümpen proletaryanın rolünü şöyle tanımlar: “Lümpen proletarya, devrimci harekete katılabilirse çok cesur ve enerjik olabilir. Ancak örgütsüz bırakılırsa kolayca çetelerin ya da karşı-devrimci güçlerin aracı haline gelir.”
Mao’ya göre bu kesim, ideolojik eğitim ve örgütsel disiplinle devrime kazanılabilir; aksi takdirde çeteciliğe ve mafyatik örgütlenmelere yönelerek karşı-devrimci bir güç hâline gelebilir.
Mao’nun yaklaşımı, Marx ve Engels’te olduğu gibi keskin bir yapıya sahip değildi. Öz olarak aynı olsa dahi Çin toplumunun konjonktürel yapısı ve “düşmanı yalnızlaştırma” stratejisinin doğrudan bir sonucu olarak, “proletarya içindeki çelişkilerin azaltılması, burjuvazi içindeki çelişkilerin ise derinleştirilmesi” prensibine dayanılarak devrimci mücadeleye şekil verilmiştir. Halkın uyuşturucu tüketimi, milliyetçiliğin ideolojik bir zehir olarak halkı etkilemesi nedeniyle düşman safına geçme ihtimali olan oldukça geniş halk kitleleri devrimci mücadeleye kazanılamıyorsa da devrimcilerden taraf olmayanları tarafsızlaştırmak gerekiyordu. Halkın büyük bölümünü saran yozlaşmadan en çok etkilenen ve en istikrarsız ama en gözü kara kesimi olan lümpen proletarya, Çin Devrimi’nde önemli bir role sahip olmuştur.
Yukarıdaki örneklerden çıkan sonuçları toparlayabiliriz. İşçi sınıfının daha homojen olduğu 1800’lü yılların ortalarında yapılan tespitlerle günümüz arasında farklar vardır. Süreç içerisinde işçi sınıfı içindeki katmanlaşmanın belirginleşmesi, halk içindeki çelişkilerin farklılaşması ve çoğalmasıyla beraber sınıfa ve sınıf içindeki çelişkilere, hâliyle lümpen proletaryanın konumuna dair bakış da farklılaşmıştır. Günümüzde sınıf içi çelişkiler, sermaye ile emekçi halk arasındaki çelişkiler göz önüne alındığında, lümpen proletarya kavramı da “sistemin tetikçisi/barikat savaşçısı” gibi uç örneklerle ele alınabilmektedir.
Türkiye’de gündelikçi gençlik ordusu: Geleceksizlik, yabancılaşma ve radikalizmin çelişkisi
Yazının giriş bölümünde de belirtildiği gibi, pandemiyle birlikte Türkiye’de kapitalizm, hizmet sektöründe ucuz işgücü kullanımını radikal biçimde genişletmiştir. Moto kuryeler, market ve zincir mağaza çalışanları, çağrı merkezlerinde esnek mesailere zorlanan gençler; hepsi güvencesizliğin farklı biçimlerini yaşamaktadır.
Ancak en dikkat çekici gelişme, özel istihdam merkezleri aracılığıyla gündelik işlerde çalışan gençlerin kitlesel artışıdır. Bir gencin bir hafta içinde hem inşaatta işçi, hem bir düğünde garson hem de havaalanında bagaj taşıyıcı olarak çalışması; işçi sınıfının klasik anlamda tanımlanan istikrarını parçalayan bir tablo ortaya koymaktadır. Bu durum, işçilerin sabit bir iş üzerinden kurdukları sınıfsal aidiyet duygusu geliştirmesini engellemekte ve onları daima hareket hâlinde, güvencesiz, parça başı ve esnek işlere mahkûm etmektedir.
Bu gençler sabit bir işte çalışmamakta, güvencesizlik içinde hayatlarını sürdürmekte ve gelecek kurma imkânlarından yoksun bırakılmaktadır. Bunun yarattığı ideolojik atmosfer, radikal bir karşıtlık ve yıkıcı bir isyancı ruh hâlidir. Ancak bu ruh hâli iki farklı yöne savrulabilmektedir:
- Devrimci bir potansiyel: Sistemin adaletsizliklerine karşı radikal karşı çıkış.
- Karşı-devrimci manipülasyon: Çetelere katılım, mafyanın ya da devletin paramiliter yapıları tarafından kullanılma.
Bu durum, Marx ve Engels’in 19. yüzyılda işaret ettiği, proletarya içinde lümpen bir katmanlaşmanın günümüz Türkiye’sinde de yeniden üretildiğini göstermektedir.
Emekçi mahallelerinde oldukça yaygın olan yozlaşma, uyuşturucu kullanımındaki artış, çeteleşme gibi faaliyetler sistemin doğrudan teslim alma yöntemleri arasında yer almaktadır. Ağırlıklı olarak 15-24 yaş aralığındaki gençlerin hızlı para kazanmak için çete faaliyetlerine yönelmeleri, uyuşturucu kullanımının, yozlaşmanın bu kadar yoğun olması tarihsel olarak burjuvazi tarafından teslim alınamayan mahallelerin, düşmana bir tokat dahi atılmadan teslim olmasına neden olmaktadır.
Burada kullanılan gençler, geleceksizliğin kıskacında hayatlarına devam eden çaresiz emekçi çocuklarıdır. Sınıf bilinçleri yoktur ve Marx ve Engels’in belirttiği gibi kocaman işçi sınıfının en lümpen, en çaresiz kesimini oluşturmaktadır. Çete faaliyetlerinin şiddeti ve gösterdikleri radikallik doğrudan doğruya geleceksizlikleriyle, kaybedecek hiçbir şeyleri olmamasıyla ilgilidir.
Saraçhane eylemleriyle yeniden tırmanışa geçen toplumsal muhalefet, içinde öğrenci gençliği de barındıran son yılların en büyük kalkışmalarından birine işaret etmektedir. Gezi İsyanı ile Saraçhane eylemlerinin karşılaştırılması, sosyalist hareket tarafından fazlaca yazılmış ve tartışılmış olsa da temel ayrım noktası Gezi’de solun güçlü olmasıdır. Saraçhane eylemlerinde, sosyalist hareketin eyleme önderlik edebilecek güçten yoksun olsa da Türkiye emekçi sınıfları içindeki değişimin yarattığı etki de göz ardı edilmemelidir.
Gezi sürecinde yüzünü sola dönen emekçi gençlik, şimdi radikal eylemlerden kaçınmıyor olsa da politik açıdan çok daha geri bir noktadadır. “Kuşak farklılığı”, “Z kuşağı radikalizmi” diye tarif edilen olgu, esasında işçi sınıfının lümpen ve güvencesiz kesiminin emekçi sınıflar arasındaki kütle artışının bir tezahürüdür. Politikadan yoksun bir radikalizm, sınıf siyasetinin güçlü bir şekilde var olmadığı durumun en yalın ifadesidir ve tarihsel olarak lümpen proletaryayla özdeşleşmiş bir davranışıdır.
Saraçhane eylemlerinde görüldüğü gibi bir dinamizmin örgütlenmesi için sosyalist hareketin de bir dönüşümden geçmesi gerekmektedir. “Korunaklı alanlarda” yapılan analizler, bu dinamizmin örgütlenme strateji ve hedeflerini belirlemektedir. Gezi sonrası sıkça yapılan ve şu anda sermayenin de kullanmaya başladığı “gri yaka” tanımı bu yönüyle sınıftan kaçışın, “korunaklı alanlara”; örneğin plazalara, gelir seviyesi nispeten daha yüksek olan bir kitleye yönelmenin doğrudan sonucudur.
Şimdiki dinamik, “laftan anlamayan” genç emekçileri örgütlemek, onların isyancı tarafını törpülemeyen ancak onlarla beraber hareket etme yeteneği kazanacak olan devrimci partilerin işidir. Aksi hâlde Zafer Partisi gibi faşist odaklar, bu “sistem karşıtı” öfkeyi örgütleyip gençliğin en azından bir bölümünü düşman saflarına katabilir ya da mafya/çete benzeri yapılarda bu gençler doğrudan tetikçi olurlar. Komünistler kitlelerle temas eder, dönüştürür. Komünist siyaset “kirlenmekten” çekinmez!
Komünist perspektiften lümpen proletarya, örgütleme, beraber hareket etme
Engels’in işaret ettiği üzere, bu kesim enerjik ama disiplinsizdir. Mao’ya göre örgütlenirse devrim için büyük bir güç hâline gelir, örgütsüz kalırsa çetelerin oyuncağı olur. Marx’ın Bonapartizm analizi, bu kesimin karşı-devrimci güçler tarafından satın alınabileceğini göstermektedir. Dolayısıyla, Türkiye’de gündelikçi gençlik ordusunun hangi sınıfsal güçler tarafından yönlendirileceği, sınıf mücadelesinin geleceği açısından kritik bir öneme sahiptir.
Bu gençlik kitlesinin örgütlenmesi komünist hareket açısından stratejik bir görevdir. Aksi hâlde bu potansiyel ya boşa harcanacak ya da sistem tarafından manipüle edilecektir. İşçi sınıfı ile genç gündelikçiler arasındaki bağların kurulması, komünist örgütlerin yaratıcı yöntemlerle bu kesimi içine çekmesi ve ideolojik eğitimin sağlanması büyük önem taşır.
Bugünün devrimci partisi açısından bu kesim, işçi sınıfının en alt tabakasıyla bağ kurmanın, örgütsel köklerini en geniş emekçi yığınlara yaymanın en önemli araçlarından biridir. Gündelikçi gençlik ordusu örgütlenmeden, işçi sınıfının bütünlüğü ve devrimci birliğinin inşası eksik kalacaktır.
Geleceksizliğe karşı kolektif bir gelecek
Türkiye kapitalizmi, pandemiden sonra “gündelikçi gençlik ordusu”nu yaratarak yeni bir lümpen proletarya katmanı oluşturmuştur. Bu kesim işçi sınıfının en alt tabakasında yer almakta, güvencesizlik ve geleceksizlik içinde yaşamaktadır. Ancak aynı zamanda radikal ve isyancı bir karşı çıkış potansiyeli taşımaktadır.
Komünist hareketin görevi, bu gençleri geleceksizlikten kolektif bir geleceğe yönlendirmektir. Onların örgütlenmesi, yalnızca ekonomik çıkarlarını savunmaları açısından değil, aynı zamanda ideolojik ve politik olarak devrimci bir kimlik kazanmaları açısından da zorunludur. Bu örgütlenme sağlanmadığında bu kesim mafyatik yapılara, paramiliter güçlere ve karşı-devrimci aparatlara eklemlenecek; sağlandığında ise devrimci partinin en dinamik, en enerjik kadrolarını ortaya çıkaracaktır.
Esas hedef yukarıda da belirtildiği gibi işçi sınıfının birliğini sağlamaktır. Gençlerin devrimci mücadelenin içinde birer özne olabilmesi, parti içi araçlarla onların sözüne kıymet verilmesi, parti dışında ise yatay ve kitlesel örgütlenme araçlarıyla sağlanabilir. Onların eğilimlerini “oldukları gibi” kabul etmeden ancak onları anlayarak, dinleyerek, sözlerine kıymet vererek içlerindeki isyancı ve düzen dışı tarafı doğru yöne kanalize etmek, komünist partinin görevidir.
Marx’ın dediği gibi, “Proletaryanın kurtuluşu kendi eseri olacaktır.” Bugünün Türkiye’sinde bu söz, gündelikçi gençlik ordusunun örgütlenmesini içeren devrimci bir görev olarak karşımızda durmaktadır. Devrimci partinin önünde duran tarihsel sorumluluk, bu kesimi sınıf mücadelesinin öncü gücüne dönüştürmektir.








