7 Ekim.
Bu hadisenin ahir zamanın en mühim vakalarından biri olarak tarihe geçtiği şimdiden malumdur.
Hamas’ın İsrail’e karşı giriştiği Aksa Tufanı harekâtıyla başlayan bu evre, yalnız Orta Doğu’yu değil, dünyayı da sarsan günlerin eşiğini aralamıştır.
Hamas ile İsrail arasında imzalanan ateşkes, 7 Ekim sonrasında patlak veren büyük şiddet dalgasını bir müddetliğine durdurmuş gibi görünmekte ise de bu durum, Orta Doğu’daki buhranlı duruma daimî bir çözüm getirildiğine işaret etmiyor ne yazık ki. 7 Ekim, İsrafil’in sura üflemesi misali, bir büyük kırılmaydı; fakat 7 Ekim’le beraber köklü bir değişikliğin meydana geldiğini söylemek mümkün görünmüyor. Ateşkesle beraber, Orta Doğu’da sorunlar ne hallolmuş ne de bir neticeye bağlanmıştır. Buhranlar, yalnız bir vakitliğine geri çekilmiş ve sahneden inmiş gibidir ki her an başlanılan noktaya geri dönülmesi mümkündür.
İlk olarak, Direniş Ekseni’nin teşkilatlanma ve faaliyet gücünün hatırı sayılır derecede zayıfladığı gözlemlenebilir. Hamas ve Hizbullah ciddi kayıplar vermiş, Gazze’de bir nevi soykırım yaşanmış, Esad düşmüş -ve doğal olarak- İran’ın Orta Doğu’ya nüfuz etme kapasitesi de zayıflamıştır. Fakat bu vaziyet, İsrail’in kesin bir başarı elde ettiğini göstermemektedir. 7 Ekim’i ortaya çıkartan etkenler hâlâ yerinde durmakta olup, 7 Ekim sonrasında oluşan savaş hâlinin daha tehlikeli bir duruma geleceğini tahmin etmek zor değildir. Orta Doğu, şiddet ortamı biraz sakinlemiş görünse de, gerçekte bıçak sırtı bir hâlde bulunmaktadır.
7 Ekim, cinin şişeden çıkışıydı. Herkesin bu cinden bir talebi vardı. Kimin talebinin makbul olacağını bugün söylemek ise kolay görünmüyor. Fakat, 7 Ekim ile başlayan sürecin ağırbaşlı bir muhakemeyi hak ettiği muhakkak.
Bilhassa, bu olaya Türkiye nazarından bakacak olursak, kopan kıyametten nasibimize düşeni ne kadar idrak ettiğimiz mühim. İşte bu yazıda, 7 Ekim’den sonra ortaya çıkan gelişmelerin seyrini ortaya koymaya gayret edeceğiz.
Türkiye’nin kaybı ve kazancı
Evvelce, -bilhassa Esad’ın da düşmesiyle birlikte- yaşananların Türkiye’ye mühim bir fayda sağladığı zannedilebilirdi. Başlarda, Türkiye’nin Orta Doğu’da yeniden mühim bir aktör olarak sahalara dönmüş olduğu düşünülüyordu. Fakat durum, sanıldığı kadar elverişli değil. Türkiye’nin İdlib’de sıkışan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Suriye Millî Ordusu’nun (SMO) idaresindeki cihatçı gruplara olan desteği, herkesin malumu. Bu grupların başlattığı Halep Harekâtı’nın da Türkiye’nin desteğiyle yapılmış olduğu aşikâr. Nitekim, Erdoğan, 6 Aralık 2024’teki Cuma namazı çıkışında: “Şu an itibarıyla İdlib, Hama ve Humus, hedef tabii ki Şam. Muhaliflerin bu yürüyüşü şu an itibarıyla devam ediyor. (…) Tabii temennimiz kazasız belasız bir şekilde Suriye’deki bu yürüyüş devam etsin,” demişti açıkça.
Diğer taraftan, 7 Ekim’de Hamas’ın gerçekleştirdiği operasyonda da Türkiye’nin bir parmağının bulunduğu defaatle dile getirilen iddialardan biri. Çin’in geliştirdiği Kuşak-Yol Projesi, uluslararası çapta bir ticaret ortaklığını geliştirmek maksadıyla altyapı işbirliklerini gündeme getiriyordu. Bu proje içinde Türkiye de Avrupa ile bağlantı noktası olarak önem kazanıyordu. Projenin hayata geçmesiyle birlikte “Türkiye de önemli işbirlikleri ve ekonomik fırsatlara sahip [olabilecekti]”, bu proje “Türkiye için de hayata geçmişti.”1
Buna mukabil, İsrail’in Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkeleriyle imzaladığı Abraham (veya İbrahim) Anlaşmaları çerçevesinde İsrail-Arap anlaşmazlığının sona erdirilmesinin, çeşitli ticaret ve kalkınma projeleriyle Orta Doğu’daki gerilimin düşürülmesinin amaçlandığı belirtilmekteydi. Yani, Türkiye’nin aktörlüğünün tali bir unsur hâline geldiği bir “Orta Doğu barışı” gündemdeydi. Türkiye’nin İbrahim Anlaşmaları’na sıcak bakması, bu senaryoda, olacak iş değildi. O hâlde, 7 Ekim’de Türkiye’nin parmağının olduğu iddialarının şaşırtıcı olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Türkiye, Orta Doğu’nun sefiri olma fırsatını -özellikle “siyasal İslam” paradigmasının çökmesi, Kürt sorununun çözülememesi ve Suriye’deki iç savaşın çıkmaza girmesiyle- büyük ölçüde kaçırmış gibiydi.
Netice-i kelam, hem 7 Ekim’de olanlar olmuş hem de Esad düşmüştür. Fakat Türkiye’nin yeniden mühim bir aktör hâline geldiğini söylemek, bütün bu yaşananlara rağmen, olanaklı değil.
Esad’ın düşmesiyle birlikte Bereketli Hilal’de (Doğu Akdeniz’den Mezopotamya’ya uzanan bölge) güç kazanması beklenen Türkiye, bu bölgede hâlâ belirgin bir etki meydana getirememektedir. Bunun en mühim sebeplerinden biri, çözülemeyen Kürt meselesidir. Türkiye’nin Suriye’de egemen olmasının yolu -ilerleyen satırlarda daha ayrıntılı ele alacağımız üzere- Kürt meselesini halletmekten geçiyor. Fakat Suriye Demokratik Güçleri (SDG) öncülüğündeki Kürtler, uluslararası desteği de arkasına alarak, Suriye İç Savaşı’nın başlamasından bu yana önemli mesafeler katettiler. SDG’nin militan sayısının yüz binlerle ifade edilmesi; bu militanların oldukça modern silahlara sahip olmaları, yıllar içinde düzenli bir ordu hâline gelmiş olmaları ve Türkiye sınırından başlayan kilometrelerce uzunluktaki karmaşık tünellerin varlığı, bilinen gerçeklerdir. Ayrıca, özellikle ABD, Türkiye’nin SDG’ye yönelik operasyonlarına pek sıcak bakmamaktadır.
Bir diğer sebep ise Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimlerdir.
Doğu Akdeniz’deki “Mavi Vatan” gerilimi, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki “Mavi Vatan” stratejisi, enerji kaynakları ve deniz ticaret yolları üzerindeki hâkimiyet mücadelesinin bir parçasıdır. Türkiye, Akdeniz’in doğusunda bazı sismik araştırmalar yapmak, Akdeniz gazından pay almak ve buradaki ticaret üzerinde söz sahibi olmak için kararlı davranmaktadır. Fakat Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığı, uluslararası hukuk nezdinde ciddi bir tartışma konusu olagelmiştir. Ayrıca AB ülkeleri, Orta Doğu’daki siyaseti başarısız olmuş bir Türkiye’nin, mevcut sorunlarını çözmeden, Akdeniz’in doğusunda, söz sahibi olmasına sıcak bakmamaktadırlar. Nitekim AB ülkeleri, yaptıkları açıklamalarla, Türkiye’nin Akdeniz’in doğusundaki faaliyetlerine de olumlu bakmadıklarını ifade etmekten geri durmamışlardır.
Malumdur ki, Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından itibaren, Rusya’ya uygulanan ambargolardan dolayı (zira AB’nin en büyük enerji tedarikçisi Rusya’ydı), AB için enerjiye erişim hayati bir mesele olmuştur. Anlayacağınız, AB ülkeleri Akdeniz’in doğusunda Türkiye gibi zor bir muhatap istememekte. Hâliyle bütün bu gelişmeler, Colani’yi Körfez sermayesinin kucağına itmiş oluyor. Hatırlarsınız ki, Colani henüz başkanlık koltuğuna oturmamışken, Alman devlet erkanı soluğu Colani’nin yanında almıştı. Hâl böyle iken, İbrahim Kalın’ın Şam’da kıldığı namazın kabul olması için çok dua etmesi gerekiyor.
Türkiye, hem bölgedeki etkinliğini hem de uluslararası hukuk nezdindeki meşruiyetini sorgulanabilir bir hâle getirmiştir. Özellikle Kıbrıs meselesi, bu açıdan kritik bir sorun teşkil etmektedir. Eğer Türkiye, Kıbrıs’taki varlığını uluslararası destekle pekiştiremezse, ilerleyen yıllarda bu ada üzerindeki etkisinin giderek zayıflaması muhtemeldir. Hem Orta Doğu’da hem de Kıbrıs’ta denklem dışına itilmiş bir Türkiye, dünya siyasetinde etkisiz bir ülke hâline gelebilir. Kürt meselesinin çözülmesi, başta bunun engellenmesi adına gündeme gelmektedir. Ancak Kürt meselesinde Türkiye’nin askerî açıdan önemli bir yol kat edemeyeceğini ifade etmiştik. Demokrasi ve müzakere yoluyla çözüm arayışı ise, Türkiye kapitalizminin üzerine bina edildiği Türk-Sünni ulusal kimliğinin çözülmesi yönünde bir “tehdit” oluşturuyor. Hâl böyle olunca, iç siyaseti denetim altına almak neredeyse imkânsızlaşıyor.
İlk çözüm süreci boyunca yaşananları hatırlayın: AKP’nin yıllarca birlikte yürüdüğü Cemaat’le arasının bozulması, Gezi Parkı direnişi, 17-25 Aralık operasyonları, 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin iktidardan düşmesi, metal fırtına ve daha nice hadise… Türkiye’de insanlar, basında “bölücü”, “vatan haini” veya “terörist” gibi sıfatlarla hedef gösterilen bir düşmana karşı “tek millet” olmaya mecbur olmadıklarını fark ettiklerinde, demokratik haklarına sahip çıkma ve mevcut düzeni sorgulama kabilinden hususlarda daha cesur hâle gelebiliyorlar. Bu da Türkiye’ye, mevcut kütlesini korumak istiyorsa, Türk-Sünni ulusal kimliğinden ziyade yeni bir birleştirici ideolojik-tarihsel misyon inşa etme görevi yüklüyor. İşte bu nedenle, Türkiye’deki mevcut ana akım partilerin böylesine köklü bir dönüşümün öncüsü olabilmeleri olası görünmüyor.
Uzun lafın kısası:
Türkiye, eğer Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmak istemiyorsa, mevcut iktidarı kusarak ve köklü bir değişimi göze alarak sorunlarının üzerine gitmelidir.
ABD Orta Doğu’dan ne istiyor?
ABD’nin Orta Doğu’daki tutumu, geçmişteki büyük projelerden (mesela BOP) pek çok farklılık arz etmektedir. Artık bölgede maksimalist hedefler gütmeyip, büyük projeler dayatmaktan da kaçınmaktadır. Bu hiç şüphesiz ABD’nin ıslah olmasıyla ilgili değildir. ABD, Irak’a ve Afganistan’a doğrudan müdahale etmiş, fakat Afganistan’da iktidarı, daha önce iktidardan uzaklaştırmak istediği Taliban’a terk etmiştir. Irak’ta ise İran yanlısı siyasi gruplar büyük bir güç kazanmıştır. Bu hâliyle, büyük siyasetler dayatarak, “Küresel Teröre Karşı Savaş” veya “Büyük Orta Doğu Projesi” gibi müdahalelerle de fazla bir netice elde edemediği ortadadır. Ancak, bu durum ABD’nin hâlâ en büyük siyasal otorite olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu vurguyu yapmamdaki maksat; Türkiye, İsrail, Körfez ülkeleri gibi aktörlerin failliğinin küçümsenmesini önlemektir. Nitekim dünyadaki güç asimetrisi hâlâ fena hâlde ABD’nin lehinedir.
ABD’nin Orta Doğu’dan muradı ise bellidir: İran’ın etki sahasının daraltılması, İsrail’in güvenliğinin temin edilmesi, enerji ve ticaret yolu projelerinin aksatılmadan sürdürülmesi. ABD, bu başlıklarda pragmatik politikalar geliştirerek hareket etmektedir. Bunun hangi müttefiklerle ve nasıl yapılacağı ABD’deki bazı kurumlar arasında bile tartışma konusu olmuştur.2 Orta Doğu’da kendi arzuları doğrultusunda “asgari nizam” isteyen ABD’nin ilgilendiği mühim meselelerden biri de Kürt meselesidir.
Geçtiğimiz günlerde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Yakın Doğu Çalışmaları Ofisi, resmî X (Twitter) hesabından şu açıklamayı yaptı: “ABD, Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mesud Barzani ile Suriye Demokratik Güçleri Komutanı General Mazlum Abdi arasında 16 Ocak’ta yapılan görüşmeyi memnuniyetle karşılamaktadır. Kürtler arası diyalog, Suriye’de kapsayıcı bir siyasi geçişin desteklenmesinde kritik bir rol oynayabilir.”
Bu açıklama, ABD’nin Kürtlere yönelik en bariz siyasal destek açıklamalarından biri olabilir. ABD’nin Kürtlerle ilişkisi bugüne kadar belliydi; silah desteği ve lojistik destek sağlar, siyasi destek konusunda ikircikli davranırdı.
Bunun yanı sıra ABD, Orta Doğu’da en “tutarlı” Amerikancı siyasi öznelerden biri olan Kürdistan Demokrat Partisi’nden (KDP) uzun yıllardır bazı taleplerde bulunmaktaydı. Bunlar; Irak sınırları içinde Kürt Bölgesel Yönetimi’nin düzenli bir orduya sahip olmasını sağlamak, Kürt ulusal birliği konusunda öncü bir rol oynamak, demokratik süreçleri şeffaflaştırmak ve IŞİD’le mücadelede daha etkin olmak olarak sıralanabilir. Fakat KDP, bu hususlarda pek başarılı olamamıştır. Hâliyle, 2017’deki Kürdistan Bölgesel Yönetimi bağımsızlık referandumu, sadece uluslararası desteği kazanamamakla kalmamış, bölgedeki siyasi dengeleri de değiştirememiştir. Bununla beraber, Suriye İç Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte, Suriye’nin belirli bölgelerinde özyönetim ilan edilmiş, akabinde IŞİD’e karşı direnişte uluslararası kamuoyunun ciddi sempatisini ve desteğini kazanan PYD/YPG öncülüğündeki Kürt güçleri, bu sempati ve desteği, kârlı çıkacakları bir ittifaka dönüştürmeyi başarmışlardır.
Bugün gelinen aşamada Kürtler, bilhassa Colani hükümetinin geleceğinin belirsizliği göz önüne alındığında, Suriye’nin geleceği adına önemli bir aktör hâline gelebilirler. Kürt siyasetinin yekvücut bir görüntü sergilemesi, uluslararası desteği artıracaktır. Ancak şunu unutmamak gerekir; ABD, her ne kadar KDP’yi de devreye sokarak, tüm inisiyatifi Suriye’de PYD tarafından temsil edilen Kürt Özgürlük Hareketi’ne terk etmemeyi planlasa da bunun sınırları vardır. Kürt Özgürlük Hareketi, ideolojik ve siyasi açıdan, Türkiye’deki ve Suriye’deki Kürtler üzerinde ciddi bir tesire sahiptir. KDP’nin ise Kürt Bölgesel Yönetimi’nde dahi tartışmalı bir önderliği vardır. Hâliyle, bu eşit olmayan güçlerin bir araya gelişinde kârlı çıkan taraf, Kürt Özgürlük Hareketi olacaktır. Öte yandan, Suriye’nin geleceği adına, SDG’nin bütün Suriye’ye mal olmuş bir siyasal güç hâline gelmesi durumunda, Colani hükümetini devirme teşebbüsünde bulunma ihtimali de mevcuttur. Kürt Özgürlük Hareketi’ne yakın gazetelerde, bu minvalde, bolca köşe yazısına rastlamak mümkün.
Arap Baharı’ndan Orta Doğu’nun kışına
Orta Doğu’da değişen dengeler yalnızca devletler üzerinde değil, aynı zamanda ideolojiler üzerinde de tesirli olmuştur. Arap Baharı’nın getirdiği umutların yerini, derin bir hayal kırıklığı almıştır. İnsanlar, bekledikleri dönüşümü bulamamışlardır ve bu süreç, bölgedeki siyasi hareketlerde radikalleşmeye yol açmıştır. İhvan paradigması çökmüştür; çöken İhvancılığın yerini daha radikal bir İslamcılık başarıyla doldurmuşa benzemektedir.
Orta Doğu’daki krizler, yalnızca ülkeler arasındaki mücadelelerle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda ideolojik bir dönüşümün de habercisidir. Radikal İslamcı grupların yükselişi, hem bölgeyi hem de uluslararası güvenliği tehdit edebilecek bir dinamik taşımaktadır. Örneğin; Mısır, Ürdün gibi ülkelerin ciddi karışıklıklara sahne olması muhtemeldir. Bununla birlikte, cihatçı saldırıların Avrupa ve ABD’ye sıçraması, Colani ile verilen samimi pozların, Batılı ülkeler nezdinde, kamuoyuna izah edilmesini güçleştirebilir. Colani’nin yumuşamak ve ılımlı bir Müslüman olmak konusunda samimi olduğunu varsaysak bile, dünyanın dört bir yanından Suriye’ye toplanmış cihatçı grupların, Colani’yi tekfir ederek başka yerlerde cihat etmeye gitmeleri kuvvetle muhtemeldir.
İlk “7 Ekim” Hamas’ın İsrail’e yönelik operasyonuydu, ikinci “7 Ekim” HTŞ ve SMO öncülüğündeki cihatçı grupların Suriye’de Esad’ın devrilmesiyle sonuçlanan operasyonu oldu. Bir sonraki “7 Ekim” ise sözünü ettiğimiz bu olası cihattan patlak verebilir.
Sonuç: Çözüm nerede?
7 Ekim’le başlayan sürecin serencamı, görüldüğü üzere, karmaşık bir hâldedir.
Orta Doğu’daki karmaşık denklemlerde hiçbir aktör, istediğini tam manasıyla elde edebilmiş değildir. Büyük bedeller ödenmiş, fakat hiç kimse zaferini ilân edememiştir. Sosyalistler açısından tablonun bir ölçüde net olduğu söylenebilir; Türkiye’nin, sermaye adına giriştiği, Orta Doğu’nun sefiri olma teşebbüsünün ağır sonuçları olacak gibi görünüyor. Türkiye’nin; emperyalist bir güç hâline gelmeye çalışırken çuvalladığı, Kıbrıs’ta etki alanının zayıfladığı, ticaret yollarının ve ağlarının dışına atıldığı; akabinde devletin kontrolünü kaybederek çözüldüğü bir senaryo, herkes için uğursuz bir tablo yaratacaktır. Böyle bir senaryonun neticesinde faşist çetelerin Kürtlere, mültecilere ve Alevilere karşı katliamlar gerçekleştirdiği; kadınların, çocukların ve hayvanların güvende olmadığı; açlığın, işsizliğin kol gezdiği bir ülke istemiyoruz. Bilakis, Kürt ulusunun hak mücadelelerine katkı sağlayan; başta Suriye olmak üzere, Orta Doğu’nun hiçbir yerinde çetelerin muktedir olmasına müsaade etmeyen; insanların sorunlarını çözebildikleri demokratik zemini kuvvetli bir ülke istiyoruz. Evet, Türkiye’nin bir beka krizi mevcuttur; ancak bu krizi Neo-Osmanlıcı emperyalist emellerle yahut cihatçı vekil güçlerle kirli ilişkiler geliştirerek çözmeye teşebbüs etmesi, yeni felaketlerden başka bir şey getirmeyecektir.
Dolayısıyla, siyasetimizin ve propagandamızın bel kemiğini bu beka krizinin üzerine hangi tarz-ı siyasetle gidileceği teşkil etmelidir. Türkiye, Orta Doğu’daki sorunların çözümü hususunda kritik bir ülke olacaksa başka ulusları sömürgeleştirmeden, başka ülkeleri işgal etmeden, varlığını daha büyük bir birlik uğruna armağan etmeyi göze alarak bunu yapmalıdır. Türk-Sünni ulusal kimliği etrafında değil; emekçilerin ve ezilen ulusların birliği etrafında yeniden şekillenmesi elzemdir.
Orta Doğu’da görünen sakinliğin altında büyük bir fırtınanın yaklaşmakta olduğu söylenebilir. Bu fırtına, hem bölgedeki dengeleri hem de Türkiye’nin kaderini şekillendirecektir. Şimdi kritik olan, bu süreçte doğru adımlar atabilmek ve tarihin akışını belirleyecek bir yol çizebilmektir.