Kürt halkının, siyasal, kültürel ve ekonomik haklarını Türkiye’de yaşayan diğer tüm halklar gibi eşit biçimde kullanabilmek için on yıllardır sürdürdüğü mücadeleyi ve buna karşı devletin Kürtlerin taleplerini yok sayarak baskı, tutuklama ve katliam politikaları uygulamasını siyaset sahnesinde iki kelimeyle “Kürt sorunu” olarak adlandırıyoruz.
Oysa mesele, iki kelimeyle özetlenemeyecek kadar derin ve kapsamlı. Bu savaş, yalnızca Kürt halkını değil, Türkiye toplumunun tamamını etkiliyor. Ülkenin ekonomik kaynaklarını tüketirken, demokrasi anlayışını, Kürt ve Türk işçilerin birlikte mücadele zeminini yok ediyor, toplumun barış içinde yaşama imkanını zedeliyor ve Türkiye’nin uluslararası politikalarını da ciddi biçimde şekillendiriyor.
Kürt sorunu, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşamını, hatta uluslararası ilişkilerini derinden etkileyen bir gerçeklik olduğu için dönem dönem çözüm tartışmaları ve arayışları da gündeme geliyor. Bugün de böyle bir dönemin içindeyiz.
1 Ekim’de Devlet Bahçeli’nin DEM Parti milletvekillerine selam vermesiyle başladığı kabul edilen son tartışmalara bakıldığında, henüz “barış süreci” veya “çözüm süreci” diyebileceğimiz somut gelişmelerin söz konusu olmadığını söylemek lazım. Karşılıklı olarak, çeşitli girişimlerde ve söylemlerde bulunulmasına rağmen, sorunun nasıl ve hangi adımlarla çözüleceği henüz anlaşılamıyor. Üstelik, geçmişte başarısız olan çözüm girişimlerinin en fazla eleştirilen yönlerinden biri olan “kapalı kapılar ardında, şeffaf olmayan süreç” bir kez daha tekrar ediyor.
Peki, neden belirsiz ve yerinde sayan bir tabloyla karşı karşıyayız? Bu soruyu yanıtlayabilmek için önce iktidarın niye ilk adımı attığını ve geçmişteki girişimlerin neden başarısız olduğunu anlamamız gerekiyor.
Bugünkü süreci belirleyen temel politik etkenlerin başında Ortadoğu’daki gelişmeler geliyor. Elbette, Erdoğan’ın Kürtleri yanına çekerek yeniden başkan seçilme çabası gibi faktörler göz ardı edilemez. Ancak asıl belirleyici dinamik, son dönemde Filistin ve Suriye’de yaşanan gelişmelerin bölge siyasetine etkisi. İsrail ve ABD’nin bölgedeki stratejileri ve Kürtlerin bu denklemde giderek daha belirgin bir aktöre dönüşmesi de Türkiye’de iktidarı harekete geçirmiş durumda.
Bugüne kadar yaşanan gelişmeler ise, AKP-MHP iktidarının amacının, Kürtler üzerinde hegemonya kurmak olduğunu ve bu doğrultuda, Suriye’deki Kürt yönetimi ile PKK’nin silahlı gücünü zayıflatmak olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla iktidarın tek söylemi, “silah bırakın” ve “teslim olun” şeklinde oluyor.
PKK tarafı ise şunu söylüyor: Devlet, Kürt sorununu çözme niyetinde samimi olmadıkça, yasal güvenceler oluşturmadıkça ve somut adımlar atmadıkça, Öcalan çağrı yapsa bile silah bırakma gerçekleşmeyecek. Ayrıca, Kürtler bölgesel gelişmelerin kendileri açısından avantajlı olduğunu düşünüyor ve iktidarın daha gerçekçi bir çözüm planı sunması gerektiğini savunuyor. Buradan da görüldüğü gibi, henüz ilerleme kaydedilmemiş, bir pat durumuyla karşı karşıyayız.
Türkiye’de Kürt sorununun çözülmesini en çok talep eden kesimler şüphesiz Kürt halkı ve sosyalistlerdir. Bu yıllardır değişmeyen bir gerçek. Kürtlerin barışa, sosyalistlerin ise hem barışa hem de Kürt-Türk emekçilerin ortak mücadelesine yönelik güçlü bir talebi var. Bu nedenle, Kürt sorununu çözmeye yönelik her girişim en başından iyi niyetle karşılanıyor. Ancak Kürt sorununun çözümü ve Kürt halkının taleplerinin karşılanması söz konusu olduğunda, yalnızca AKP-MHP’ye güvenilmeyeceğine dair bir tarih bilincine de sahibiz. Öte yandan, sorunun Meclis’te tartışılması ve çözüm zemininin güçlendirilmesi de elbette önemlidir, fakat mesele yalnızca Meclis’e de havale edilemez.
Sol, sosyalist ve barıştan yana tüm toplumsal güçlerin bu tartışmalara dahil olması gerekiyor. Kürt sorununun çözüm arayışlarını toplumsallaştırmak, ilerici dinamikleri sürecin bir parçası haline getirmek ve bu doğrultuda devrimci bir müdahalede bulunmak şart. Barış talebinin toplum tarafından sahiplenilmediği her senaryo, daha karanlık ve saldırgan bir dönemin kapısını aralayacaktır.