Toplu iş sözleşme (TİS) sürecinin dışında bırakılan kamu emekçileri, hak mücadelelerini sokakta ve iş yerlerinde sürdürmekte kararlı. Grev hakkı, kadın emeği, demokratikleşme ve yoksulluk karşısında ortak mücadele çağrısını yineleyen KESK, geçmişte olduğu gibi bu dönemde de ilkesel duruşunu koruyor. KESK Eş Genel Başkanı Ayfer Koçak’la TİS sürecini, emek cephesindeki güncel tabloyu ve mücadele başlıklarını konuştuk.
Temmuz zammı yüzde 15.57 olarak açıklandı. Kamuda tasarruf adı altında emekçilere sefalet dayatılıyor. Siz bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Memur-Sen’in bu süreçte hükümetin politikalarına tam uyum göstermesi kamu emekçileri açısından ne anlama geliyor?
Aslında bugünkü tabloya bir yılda gelmedik. 14 yıldır yedi toplu sözleşme süreci geçirdik ve bu süreçlerin tamamında kaybeden taraf emekçiler oldu. 4688 sayılı yasadan da kaynaklı olarak, TİS süreci hem yürütülüş biçimi itibarıyla hem de içerdiği yapısal sorunlar nedeniyle bütünlüklü bir sorun barındırıyor.
Birincisi, muhataplar konusunda ciddi bir problem var. Her ne kadar üç konfederasyon sürece katılabiliyor olsa da bizce tüm temsilciler masada yer almalı. İmza yetkisi ise yalnızca “yetkili konfederasyon” üzerinden kullanılıyor. Örneğin, geçtiğimiz TİS sürecinde imzalar gece saat üçte atıldı ve kamuoyunun hiçbir şekilde haberi olmadı. Uzlaşmazlık durumu yaşandığında da süreç Hakem Kurulu’na taşınıyor. Fakat Hakem Kurulu’nun 11 üyesinden altısı Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. “Yetkili” denilen sendikal yapının iki temsilcisi de bu heyette yer alıyor. Dolayısıyla, emekçiler yeteri kadar temsil edilemiyor. Ayrıca Hakem Kurulu’nun kararlarına itiraz edilemiyor ve bu durum, tabloyu daha da vahim hâle getiriyor.
Yetkili konfederasyonun, zaman zaman hükümetin dayattığı sözleşmeye imza atmayı reddettiği oldu. Bu tür durumlarda yapılması gereken çok açık: Yüzünü işçiye, emekçiye dönersin ve birlikte bir tepkiyi örgütlersin. Ancak şimdiye kadar böyle bir süreç hiç yaşanmadı. Geldiğimiz noktada, yedi TİS süreci boyunca yaşanan tablo hiçbir zaman farklı olmadı. Bunun sonucunda, her ayın 3’ünde açıklanan TÜİK enflasyon verileri esas alınmaya başlandı. Her defasında enflasyonun altında kalan oranlara imza atıldığı için kamu emekçileri hep düşük oranlı maaş artışlarıyla karşı karşıya kalıyor. 2000 yılında bir kamu emekçisi, aldığı maaşla yaklaşık 24 adet çeyrek altın alabiliyorken, bugün yalnızca yedi tane alabiliyor. Bu, ciddi bir kayıptır.

“Kamu emekçilerinin hem çalışıp hem de bir ev sahibi olmaları artık bir hayal!”
Sorun yalnızca güncel ekonomik tabloda değil, emekliliğe yansıyan kalemlerde de büyük daralmalar yaşanıyor. Özellikle yan ödemelerin emekliliğe yansıtılmaması, seyyanen zam konusu vb. bu durumu derinleştiriyor. Seçim sürecinde yapılan seyyanen zam, Cumhurbaşkanı tarafından “emekliliğe yansıtılacağı” sözü verilmiş olmasına rağmen, hâlâ yansıtılmış değil.
2008 yılında çıkarılan 5510 sayılı yasa değişikliği yapılırken, “mezarda emeklilik yasası” demiştik. Bugün geldiğimiz noktada ne yazık ki bu öngörümüz doğrulanmış oldu. Artık kimse 65 yaşından önce emekli olamaz hâle geldi çünkü emeklilikte alınan ücret, çalışırken alınan ücretin üçte birine kadar düşüyor. 2008 sonrası göreve başlayanlar için bu oran beşte bire kadar iniyor. Bu sürece müdahale edilmezse, emekli maaşları en düşük maaşlarda neredeyse eşitlenmiş olacak.
Zam oranı neredeyse sıfıra denk geliyor. Cumhurbaşkanı kararıyla verilen ek ödeme, esasa yansımazken zam, esas ücret üzerinden yapılıyor. Böylece bir yandan emeklilik hakkı gasp edilirken, diğer yandan yaşanan hak kayıpları katmerleniyor. Ülkenin ekonomik anlamda geldiği noktada, barınma artık çok ciddi bir soruna dönüşmüş durumda. Metropollerde yaşayan bir kamu emekçisi, aldığı maaşın yarısını kiraya vermek zorunda kalıyor. Göreve yeni başlayan emekçiler, ortak ev tutma arayışında.
İnsanca yaşamak neredeyse imkânsız hâle gelmiş durumda. Yoksulluk sınırının çok altında maaşlar alıyoruz. Mülksüzleşme süreci de hızla ilerliyor. Özellikle bizden önceki kuşak, çalışma hayatı boyunca birikim yaparak en azından emekliliğinde kira ödemeden yaşayabileceği bir ev sahibi olabiliyordu. Bugün çalışan kamu emekçileri için bu artık bir hayal! Hem geçinmek hem de ev almak mümkün değil.
Bizler ve bizden sonraki kuşak için emeklilikte nasıl bir yaşam sürdürüleceği ciddi bir belirsizlik taşıyor. Çünkü ortalama bir emekli maaşı 24 bin lira olmasına rağmen metropollerde kiralar 27 bin liradan başlıyor. Bu tablo, sadece kira kaleminde bile maaş artışlarının yetersizliğini ortaya koyuyor.
KESK, bu TİS sürecinde taleplerini tabandan toplamaya, iş yeri masaları ve anketlerle örgütlenmeye çalışıyor. Ancak bu çabaların sadece sembolik kalmaması için ne yapmak gerekiyor?
2024 Haziran’ı itibarıyla, bütçe dönemine hazırlık yapmaya başladık. Bu süreçten önce birçok sendika ve meslek örgütüyle görüşmeler gerçekleştirdik, “Önümüzdeki bütçe sürecini birlikte yürütelim” dedik. O zaman da açıkça ifade ettiğimiz gibi, bir ülkenin en politik metni bütçedir! Bütçe neye göre şekillenirse, politik süreç de ona göre biçimlenir. Kasım ayında il il dolaştık; adeta ilmek ilmek örer gibi, her ilde tüm kesimlerle buluşmalar gerçekleştirdik ve “bütçe sürecine bir müdahalede bulunalım” dedik. Sonrasında KESK, 30 Kasım’da Ankara’da yaptığı bir mitingle kitlesel bir buluşma gerçekleştirdi. Talebimiz, bütçeye müdahale etmekti. Şunu belirtmek gerekir ki bu müdahale, yalnızca KESK’in çabasıyla gerçekleştirilemez.
Miting çalışmaları sonrasında ortaya koyduğumuz hedef, genel grev gerçekleştirmekti. Çünkü bütün emekçilerin ortak bir mücadele yürütmesi gerektiğine inanıyoruz. Özellikle işçilerle kamu emekçilerinin mücadelesinin bir noktada birleşmesi elzemdir. Ancak asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı ve işçilerin yarısından fazlasının asgari ücretle ya da daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldığı koşullarda, kamu emekçilerinin ücret artışı talebi ve bu konudaki mücadelesi gereksiz, hatta açgözlü bir tutum gibi gösteriliyor. Oysa bu yanıltıcı bir algıdır. Kamu emekçilerinin aldığı ücretler yüzeysel olarak yüksek gibi gösteriliyor. Bu durum, İzmir’deki belediye işçilerinin grevinde de karşımıza çıkarıldı.
Ücret konusu, yetkililer tarafından kamuoyunu manipüle etmek için kullanılıyor. Oysa bizim ücretlerimiz oldukça düşük; ciddi bir mülksüzleşme ve yoksullaşma yaşanıyor. Biz tüm işçilerin ve emekçilerin insanca yaşayabileceği bir ücret almalarını talep ediyoruz. Yoksullukta değil, varsıllıkta eşitlenmek istiyoruz. Açlık sınırının dahi altında kalan ücretlerle dayatılan sefalete karşı lokal düzeyde grevlerle karşılaşıyoruz. Buna rağmen, işçi örgütlerinin mücadeleyi genel bir hatta ortaklaştıracak bir çağrı yaptığını henüz görmedik. Bizim bu yöndeki çağrımıza da henüz olumlu bir yanıt gelmiş değil.
“Yoksulluğu teşhir eden, gerçek bir sendikal anlayışın nasıl inşa edileceğini ortaya koyan bir çizgi örmemiz gerekiyor.”
19 Mart’ta yeniden gündeme gelen “genel grev, genel direniş” talebi, emek cephesinde önemli bir çıkış oldu. Ancak bu çağrının sendikal alanda yeterince sahiplenilmediği eleştirileri de var. KESK bu sürece nasıl yaklaştı? Sendikaların sadece ekonomik değil, demokratik birer mücadele öznesi hâline gelmesi sizce mümkün mü?
30 Kasım’dan itibaren “genel grev” sloganını kullanmaya başlamıştık aslında. 19 Mart’a giderken de benzer bir sürecin içerisine girdik ve yaptığımız görüşmelerde genel grevin imkânını tartıştık. Ancak bu konuda olumlu bir yanıt alamadık. KESK olarak en başından itibaren, sadece İstanbul’da değil, bulunduğumuz her yerde bu sürecin içerisinde yer aldık. Bunun iki temel boyutu vardı. Birincisi, yerelde bir belediyeye kayyum atandığında ya da benzeri müdahaleler gerçekleştiğinde, en büyük zararı o belediyede çalışan emekçiler görüyor. İkincisi ise halkın seçme ve seçilme hakkına yönelik açık bir gasbın yaşanması. Seçimler, demokrasinin başlangıç noktasıdır. Bu noktayı ortadan kaldırdığınızda, halkın söz hakkı da fiilen ortadan kalkar. Bu bağlamda mesele hepimizi ilgilendiriyor çünkü bizler de halkın bir parçasıyız. Bu nedenle oradaydık ve orada olmaya da devam edeceğiz.
TİS sürecini yürütürken de tek derdimiz sadece rakamsal bir değişiklik yaratmak değildi. Daha ötesini hedefledik. KESK’in geçmişte yürüttüğü mücadelelerde eylemler yoluyla ciddi kazanımlar elde edilmişti. O dönemlerde, eylemlerde karşılaştığımız polis saldırıları sonrası, küçük bir miktar artış sağlandığında, “jop parası” diye espri yapılırdı. Yani mücadele vardı, bedel vardı ama bir kazanım da vardı. Oysa bugün, yıllardır güncelliğini koruyan sefalet tablosuna karşılık, ciddi bir tepki gösterilmemekte.
Yoksulluğu teşhir eden, gerçek bir sendikal anlayışın nasıl inşa edileceğini ortaya koyan bir çizgi örmemiz gerekiyor. Bu doğrultuda, tıpkı 30 Kasım sürecinde olduğu gibi, illerde kamu emekçileriyle buluşmalar gerçekleştireceğiz. Basın, meslek örgütleri ve tüm demokratik yapılarla temas kuracağız. Yeni bütçe sürecine giderken sürekliliği olan bir çalışma örgütlemeyi hedefliyoruz. Genel grev çağrımıza da olumlu yanıtlar geleceğini umut ediyoruz. Tabandan yükselen ses, eylem ve tepkiyle örülen bu sürecin sonucunda, ortak bir mücadele hattı kurabiliriz.
“En temel sendikal haklardan biri olan güvenceli iş sorunu bile demokrasiyle doğrudan ilişkilidir.”
KESK’in yıllardır vurguladığı “grevli toplu sözleşme” talebi hâlâ karşılanmıyor. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ortada olmasına rağmen grev hakkı fiilen engelleniyor. Bu hakka ulaşmak için KESK’in somut bir mücadele takvimi var mı?
Bizim en temel ve ilk talebimiz her zaman şu olmuştur: Grevli toplu iş sözleşmesi hakkının tanımlandığı bir sendika yasası. Hatta, 4688 sayılı yasayı, güncellediğimiz hâliyle yanımızda taşıyoruz. Gittiğimiz siyasi partilere bu taslağı veriyor ve bu konuda soru önergeleri hazırlamalarını da talep ediyoruz. Türkiye’de grev hakkı kâğıt üzerinde tanımlı olsa da kullanılması fiilen engelleniyor; hatta kimi zaman tamamen ortadan kaldırılıyor. Bu fiili engellemelere biz de zaman zaman iş bırakma eylemleri ile karşılık veriyoruz.
Özellikle son 10-15 yıl, demokrasinin tümüyle rafa kaldırıldığı bir dönem oldu. Bu süreçte, KHK’lerle ihraç edilen arkadaşlarımızın büyük bir kısmının ihraç edilme gerekçeleri, iş bırakma eylemlerimizdi. Üstelik bu eylemler, içeriğinden kopartılarak istisnai bir hukuk sistemi içinde “suç” olarak tanımlandı. Ancak, 4688 sayılı yasa grev hakkını her ne kadar açık biçimde tanımlamasa da Türkiye’nin taraf olduğu ILO sözleşmeleri, bu hakkı tanımaktadır. Grevsiz bir sendika ya da grevsiz bir TİS süreci, ILO normlarına göre geçersizdir. Ayrıca, anayasa bu konuda çok nettir: Eğer iç hukuk ile uluslararası sözleşmeler arasında çelişki varsa, uluslararası sözleşmeler esas alınır. Yani grev hakkımız açık bir biçimde mevcuttur; ancak bu hak, fiilen engellenmektedir. KHK sürecinde de bu engellemeyle karşılaştık.
Hâlâ geri dönemeyen arkadaşlarımız var ve geri dönememe gerekçeleri hiçbir biçimde hukuki bir zemine dayanmıyor. Dolayısıyla bu konu, az önce söz ettiğimiz demokratikleşme konusuna bağlanıyor. En temel sendikal haklardan biri olan güvenceli iş sorunu bile demokrasiyle doğrudan ilişkilidir. Bu yüzden bu mücadele, parçalı değil bütünlüklü bir mücadele olarak görülmeli.
Türkiye’deki politik sürece müdahalemiz bu açıdan okunmalı; grevli TİS mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Bu nedenle birinci talebimiz budur. İkinci önemli nokta ise TİS sürecinin yürütüldüğü zamanlamayla ilgili. Özellikle Ağustos ayının tercih edilmesi, bilinçli bir tercihtir. Çünkü bu dönemde birçok iş kolu tatildedir; çalışanlar çocuklarının tatiline göre kendi izin planlarını yapmıştır. Bu durumda, sendikalar, bu süreçte daha az çalışana temas edebiliyor. Bu da toplu sözleşme sürecine yönelik mücadeleyi zayıflatıyor. Bu nedenle biz, bu TİS sürecinde de hem zamanlama hem içerik açısından taleplerimizde ısrarcı olmaya devam ediyoruz.
“Geçmişe kıyasla ilerleme sağlansa da hâlâ kadınların yoğun olarak çalıştığı işler, daha düşük ücretli işler olarak şekilleniyor.”
Kadın kamu emekçileri hem iş yerinde hem de evde derin bir sömürüyle karşı karşıya. İstanbul Sözleşmesi’nin iptaliyle artan güvencesizlik, cinsiyetçi iş bölümü, mobbing gibi sorunlar TİS sürecine nasıl yansıyacak? Kadın taleplerinin TİS masasında görünür ve bağlayıcı olması için ne yapılmalı?
Bu talepleri ayrı bir başlık olarak sunan tek konfederasyon biziz. Geçtiğimiz iki dönem boyunca, masaya gittiğimizde, kadın taleplerimizi ayrı bir başlık altında sunduk. Hatta bu başlıklar üzerinden Çalışma Bakanlığı temsilcileriyle doğrudan karşı karşıya geldiğimiz anlar oldu. Bu dönem ise masada olamayacağız. Kadınlara ilişkin taleplerimizi sokakta ve iş yerlerinde, yine ayrı bir başlık olarak dillendirecek, sahadan gelen talepleri de doğrudan alana taşıyacağız.
İstanbul Sözleşmesi sürecinin de parçasıyız, Dünya Kadın Yürüyüşü bileşeniyiz. Yakın zamanda Dünya Kadın Yürüyüşü kapsamında yeni bir eylem süreci olacak. ILO 190, yine bu dönemde talep ettiğimiz taleplerden biri. Türkiye henüz bu sözleşmeyi imzalamış değil ve bu konuda ne yazık ki en kötü ülkeler arasında yer alıyor.
Şiddet ve tacizle ilgili davaları yakından takip ediyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin gerçekten uygulandığı dönemde, şiddet vakalarında belirli bir caydırıcılık sağlanıyordu. Ancak bu sözleşmeden çıkıldıktan sonra şiddet her geçen gün arttı. Bunun altında yatan asıl neden, cinsiyet eşitliğine yönelik gerçekleştirilen sistematik saldırıdır. Örneğin, Eğitim Sen, 8 Mart kapsamında okullarda cinsiyet eşitliği dersi verilmesi yönünde bir karar aldı. Ancak bu karar üzerine hem ciddi bir linç kampanyasıyla karşılaştık, hem de iktidar tarafından hedef gösterildik.
Oysa aynı iktidar, 2018 yılında MEB üzerinden müfredata cinsiyet eşitliği dersi koyan iktidardı. Bu durumun kendisi bile oldukça çelişkili. İktidar, tüm sorunlara faydacı bir şekilde ve onu araçsallaştırma hedefiyle yaklaşıyor. Eğer bir politik hamle kendi iktidarını güçlendirecekse, bunu geçici olarak uygulamaya sokuyor. Ancak aynı hamle iktidarını zayıflatma ihtimali taşıyorsa, geçmişte bizzat kabul ettiği bir uygulamayı suç hâline getirebiliyor.
KESK, bu konuda çok net ve ilkesel bir tutum sergiliyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, elbette yalnızca Türkiye’de değil; refah seviyesi yüksek ülkelerde dahi karşımıza çıkıyor. Örneğin, “eşit işe eşit ücret”, hâlâ bir mücadele konusu. Geçmişe kıyasla ilerleme sağlansa da hâlâ kadınların yoğun olarak çalıştığı işler, daha düşük ücretli işler olarak şekilleniyor. Bu nedenle bu konuyu da kadın kamu emekçilerinin önemli gündemlerinden biri olarak ele alıyoruz.
Ayrıca, esnek çalışmayı dayatan, güvencesiz ve parçalı istihdam biçimleri, büyük oranda kadınlar üzerinden tanımlanıyor. Kadına atfedilen roller; ev içi sorumlulukları yerine getirmek, çocuk bakımını üstlenmek gibi kalıplar üzerinden tanımlanıyor. İktidarın bu yaklaşımı, açıkça insan haklarına aykırıdır. Bu anlayışla bakım emeği tamamen kadına yükleniyor. Biz bunlara karşı, uzun süredir yüksek sesle, her alanda taleplerimizi haykırıyoruz.










