“Casusluk” İddialarıyla TELE1’e Kayyum Atandı

“Casusluk” iddialarıyla TELE1’e kayyum atandı

Kılavuz Bülten; haftalık gelişmeleri, gözden kaçanları, emekçilerin gündemlerini yorumluyor ve sizlerle buluşturuyor.

Bu haftanın bülteninde geçtiğimiz haftanın işçi direnişlerinin yanı sıra casusluk iddialarıyla TELE 1’e atanan kayyum, Kıbrıs’ta cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının Türkiye’de uyandırdığı yankı ve medeni haklara yönelik iktidar saldırılarına karşı kadınların eylemleri konu ediliyor. Ayrıca Kılavuz’da bu hafta çıkan yazıları bültende bulabilirsiniz.

Yorum ve önerilerinizi de bizimle paylaşabilir, bültenin gelişimine katkıda bulunabilirsiniz.

Haftanın işçi direnişleri

Balıkesir – Gönen’de Gesbey Rüzgâr Türbini Fabrikası işçileri, Birleşik Metal-İş’in aldığı karar doğrultusunda 24 Ekim’de greve çıktı.

Ankara – Sincan Organize Sanayi Bölgesi’nde 50 günü aşkın süredir grevde olan Tapaten Mensucat işçileri, İnsan Kaynakları Müdürü Murat Çelebi’nin saldırısına uğradı.

İzmir – Fabrikanın devredilmesinin ardından işten çıkartılan TPI işçileri, İzmir Valiliği önüne yürümek istedi, polis engeliyle karşılaştı. İşçiler, Alsancak Garı önünde basın açıklaması gerçekleştirdi.

İzmir/Gaziemir – DIGEL Tekstil işçileri, 300 günü aşkın süredir direnişe devam ediyor.

İzmir/Kemalpaşa – Temel Conta işçileri, patronun her türlü tehdidine ve baskına karşın 320 gündür direnişlerine kararlılıkla devam ediyor.

Van – Kayyumun işten çıkardığı 223 Van Belediyesi işçisi 86 gündür direniyor.

Tokat – Şık Makas Tekstil işçileri, ödenmeyen ücretler ve sendika seçme hakları için verdikleri mücadelenin 20. gününü geride bıraktı.

“Casusluk” iddialarıyla TELE1’e kayyum atandı

İktidar yargısı tarafından, tutuklu İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, İmamoğlu’nun kampanya direktörü Necati Özkan ve TELE 1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ hakkında “casusluk” suçlamasıyla bir soruşturma başlatıldı. Soruşturma kapsamında “Ekrem İmamoğlu Suç Örgütü” ifadesi kullanılırken, TELE 1 binasına polis baskını gerçekleşti, ardından kanala kayyum atandı.

Soruşturmanın içeriğinde Gülen Cemaati’yle ilişkilendirilen Hüseyin Gün, İmamoğlu’nun kampanya direktörü Necati Özkan’la ilişkilendiriliyor. Gün’ün, İmamoğlu’nun seçim kampanyasıyla ilgili direktifler verdiği iddia ediliyor. Bu iddialar gösteriyor ki iktidar, delillendirilip delillendirilmediği dahi şüpheli olan suçlamalarla İmamoğlu davasını basit bir yolsuzluk davası olmaktan çıkarıp, bir suç örgütü yaratmayı amaçlıyor.

İddianameye konu olan “çıkar amaçlı suç örgütünün”, “asıl amacının maddi menfaat elde ederek örgüt lideri Ekrem İMAMOĞLU’ nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı için fon oluşturmak olduğu” iddia ediliyor. İstanbul Senin, İBB Hanem gibi uygulamalarda toplanan 10 milyonun üzerinde yurttaşın kişisel verilerinin satıldığı iddia ediliyor. Bu bir iddia düzeyinde kalırken, daha birkaç ay önce E-Devlet verilerinin çaldırılması, ciddi bir olasılıkla ise aynı zamanda satılmış olması gibi bir skandal, iktidar mensupları tarafından geçiştirilmişti.

TELE 1’e kayyum atandı

Merkezinde Ekrem İmamoğlu’nun durduğu bu kurgunun basın ayağını ise TELE 1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın organize ettiği öne sürülüyor. Savcılık açıklamasında, Merdan Yanardağ’ın Hüseyin Gün ile yazışmalarının tespit edildiği, Yanardağ’ın seçim sürecinin basın ayağını organize ettiği ve 2019 yerel seçimlerinde yabancı istihbarat servisleri ile birlikte seçimleri manipüle ettiği iddia ediliyor.

Yanardağ’ın gözaltına alınmasının ardından, sabah saatlerinde kanalın binasında terör şube ekiplerince arama yapıldı. Akşam saatlerinde ise TMSF’nin kanala kayyum olarak atandığı duyuruldu. Kayyum olarak görev alacak olan İbrahim Paşalı, daha önce Flash Haber’in de başına kayyum olarak atanmıştı. Ayrıca, yakın tarihte Habertürk, Show TV ve Bloomberg HT’nin de bulunduğu Can Holding’e kayyum görevini de Paşalı yerine getirdi.

Son dönemde zaten yandaş olan Can Holding’e atanan kayyum, iktidarın kontrolünün dışında kalan etkili yayın kuruluşlarından birisi olan TELE 1’in susturulmaya, hatta el değiştirmeye çalışılması, iktidarın yalnızca siyasal alanı değil, basını da yeniden şekillendirme arayışında olduğuna işaret ediyor. İktidarı boyunca ana akım medyayı “havuz medyası” olarak bilinen, tek sesli ve iktidarın bir manipülasyon aracı hâline getirmeyi başaran AKP iktidarı, şimdi tüm muhalif sesleri susturmaya çalışıyor.

TELE 1’in akıbetiyle ilgili konuşmak için hâlâ erken olsa da bu kuruluşa el konularak yandaş medya havuzunun bir parçası hâline getirilmesi bir amaç olabilir. İmamoğlu merkezli bir “suç örgütü” aracılığıyla yürütülecek soruşturmaların da devamı beklenebilir. Bu sayede iktidar, daha önce halkın büyük tepkisine karşı gerçekleştiremediği İBB’ye kayyum hamlesini de gerçekleştirmek için yeniden adım atabilir. İktidarın faşist baskılarının gerek siyasal alanın, gerek medyanın ve toplumun tümünün yeniden şekillendirilmesi amacıyla devam edeceği öngörülebilir. Buna karşı birleşik ve devrimci bir mücadele odağının oluşturulması ise hiç olmadığı kadar güncel bir ihtiyaç.

Kıbrıs seçimleri iktidarı rahatsız etti

Kıbrıs Seçimleri İktidarı Rahatsız Etti

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 19 Ekim’de gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimlerini ana muhalefetteki sosyal demokrat Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) lideri Tufan Erhürman kazandı. Kıbrıs için federasyon modelini savunan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’yle (Güney Kıbrıs) müzakerelere dönmeyi vadeden Erhürman, Türkiye’de ve özellikle iktidar bloğu içinde tartışma yarattı.

Erhürman, her ne kadar Kıbrıs’ın birleşmesini savunuyor olsa da Türkiye’nin rızası olmaksızın politik bir hamle yapamayacağını belirtti. “Türkiye’yle istişare etmeksizin Kıbrıs’ta bir dış politikanın belirlenmesi bugüne kadar söz konusu olmadı, benim dönemimde de asla söz konusu olmayacak”, sözleriyle Tufan Erhürman, bir yandan iktidarın kaygılarına ılımlı bir yanıt verirken, diğer yandan olası müzakerelerle ilgili tavrını ortaya koymuş oldu.

Erhürman’ın seçilmesi, iktidar içinde farklı tepkilere yol açtı. Tayyip Erdoğan, Erhürman’ı seçim sonuçlarından dolayı tebrik ederken, MHP lideri Devlet Bahçeli ise seçim sonuçlarının tanınmaması gerektiğini öne sürdü, “Seçim sonucu, seçim kurulu tarafından açıklanmış olsa dahi KKTC parlamentosu acilen toplanmalı, seçim sonuçları ve federasyona dönüşün kabul edilemeyeceğini ilan etmeli ve Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararı almalıdır.” Ayrıca “81 Düzce’den sonra 82’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olması artık hayat memat konusu haline gelmiştir” diyen Bahçeli, Kıbrıs’ı ilhak tehdidi savurdu.

Erhürman, Kıbrıs’la ilgili federasyon çözümünü Birleşmiş Milletler’in ilkelerine dayandırıyor. Buna göre iki toplumlu yapı, iki özerk bölge, karar alma süreçlerinde eşitlik ve uluslararası alanda tek devlet oluşması gerektiğini savunuyor. Bu talepler, aynı zamanda Kıbrıs’ın hem Yunanistan’dan hem de Türkiye’den bağımsızlaşmasını gerektiriyor. Bahçeli’nin tepkisi, bu bağımsızlaşma olasılığına dönüktür. Erdoğan’ın tebriği ise iktidar içinde tam bir ayrılıkla değil, söylem farklılığı olarak yorumlanmalıdır. Kürt sorununun çözümüne yönelik atılan adımlardan da görülüyor ki Tayyip Erdoğan, devletin politik açılımlarında ve adımlarında mesafeli bir pozisyon alırken gündelik ve provokatif sayılabilecek çıkışları, yani iktidarın “sivri ucu olma” görevini Devlet Bahçeli yerine getiriyor.

Kıbrıs’la ilgili tartışmanın önemli bir boyutu da Orta Doğu sorununda sıkça işlendiği üzere, İsrail ile Türkiye’nin bölgesel rekabeti. Kıbrıs, bir ada olarak yeni enerji nakil hatları için kritik bir pozisyonda duruyor. Filistin’deki soykırımın, Lübnan’da İsrail’in operasyonlarının, bölgede İsrail hegemonyasında yeni bir statüko kurulmaya çalışılmasının sebebi olarak körfez petrolünün Avrupa’ya taşınacağı yeni enerji rotalarının oluşması olduğu öne sürülüyor.

Kıbrıs’ın İsrail’in Akdeniz’deki kontrolü için üslenilecek bir ada olduğu fikri, belirli ölçüde kabul görüyor. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin gerek Yunanistan’ın kontrolü gerek İsrail’in etki alanının genişlemesi için bir üs hâline getiriliyor olması da bu fikri destekleyen bir gelişme. İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımda ve Suriye’nin güneyine saldırılarında Kıbrıs’tan kalkan uçaklar, stratejik bilgiler sağlamıştı. Devlet Bahçeli’nin çıkışı, Türkiye’nin kontrolünden çıkacak bir Kıbrıs’ın, Türkiye’nin hem Akdeniz’de hem de Orta Doğu’da etkisinin zayıflaması anlamına geleceğine dönük bir kaygıdan besleniyor.

Kıbrıs’ı yıllardır devlet destekli çetelerin para akladıkları bir cennet olarak kullanan Türkiye, adada birliğin sağlanmasına yönelik atılacak adımları kendisine tehdit olarak görüyor. Buna karşın Kıbrıslılar ise Türkiye’nin adayı arka bahçesine çevirmesinden rahatsızlık duyuyor. Erhürman’ın kazandığı seçim sonuçları da bu rahatsızlığı görünür kılıyor. Kıbrıs, hem Akdeniz’deki hâkimiyet açısından hem de Orta Doğu sorunu için önemini koruyacak gibi duruyor.

Medeni Kanun’a dönük saldırılar

Medeni Kanun’a Dönük Saldırılar

AKP-MHP iktidarı uzun süredir çıkardığı yasa tasarıları, iptal ettiği sözleşmeler ve KHK’larla pek çok temel hak ihlaline imza attı. Bu ihlallerin en görünürleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle mücadelede kazanılmış hakların hedef alınması. 2021’de Erdoğan’ın imzasıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, kadınların yıllardır verdikleri mücadelelerle elde ettikleri birçok hakkın bir gecede ortadan kaldırılmasının önünü açan bir dönüm noktası oldu. Sözleşmenin feshedilmesinden sonra Medeni Kanun ve 6284 sayılı yasa gibi temel hukuki dayanakların da sıradaki hedefler olduğu, iktidarın adım adım şeriat esaslarını toplumsal yaşama uyarlamaya çalıştığı yönündeki değerlendirmeler güç kazandı.

Son dönemde gündeme getirilen 11. Yargı Paketi de bu hattın devamı niteliğinde. Paket, özellikle LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemini ve ayrımcılığı kurumsallaştırmaya daha da derinleştirecek düzenlemeler içeriyor. Bunun yanı sıra, Medeni Kanun’da yapılmak istenen değişikliklere dair tartışmalar da hızlandı. “Boşanmaları kolaylaştırmak” iddiasıyla sunulan öneriler arasında yoksulluk nafakasına süre sınırı getirilmesi, boşanma süreçlerinde zorunlu arabuluculuk uygulanması ve boşanmanın, buna bağlı hak taleplerinden ayrılarak hızlıca sonuçlandırılması yer alıyor.

Bu düzenlemeler özellikle kadınların aleyhine işliyor. Nafaka sürelerinin sınırlandırılması, evlilik süresince istihdamdan uzak kalan ve boşanma sonrası iş bulmakta zorlanacağı ortada olan kadınların ekonomik güvencesini ortadan kaldırmak anlamına geliyor. Zorunlu arabuluculuk ise, şiddet ya da baskı gören kadınların boşanma sürecini zorlaştıracak nitelikte. Boşanmaya bağlı hakların dava sürecinden ayrılması ise boşanan erkeğin hayatını hızla düzenlemesine olanak tanırken, kadının nafaka, velayet ve tazminat gibi haklarının belirsizliğe itilmesine yol açıyor. Kadınlar için boşanmanın bu denli dezavantajlı kılınışı dolaylı yoldan kadınların boşanma kararı almalarını da zorlaştıracağı ortada.

Bu süreç karşısında “Medeni Haklarımızdan Vazgeçmiyoruz” adıyla bir kampanya grubu oluşturuldu. Yaklaşık otuz kadın örgütü, feminist oluşum, sendika, meslek örgütü, demokratik kitle örgütü ve siyasi partilerden kadınlar ile bağımsız feministlerin bir araya geldiği bu grup geçtiğimiz haftalarda çağrısını yayımladı:

“Diyanet’in 15 Ağustos’ta yayınladığı hutbede eşit miras hakkımıza yönelttiği saldırıya karşı birleştik. Çünkü biliyoruz ki bu saldırı yalnızca miras hakkımıza değil; Medeni Kanun’a, boşanma hakkımıza, nafaka ve tazminat haklarımıza, emeğimize, özgürlüğümüze, eşitlik mücadelemize, LGBTİ+’ların varoluşuna, kısacası hayatlarımıza yönelmiş bütünlüklü bir saldırı. Siyasal farklılıklarımızdan bağımsız olarak ortak bir noktada buluşuyoruz: Kazanılmış haklarımızdan vazgeçmiyoruz. Bugün miras hakkımıza, yarın boşanma hakkımıza, sonraki gün nafakaya, emeğimize ve bedenlerimize uzanan her saldırıya karşı yan yana duracağız. Eşitlikten, özgürlükten ve şiddetsiz yaşam hakkımızdan geri adım atmayacağız.”

Benzer şekilde Kızıl Partili Kadınlar da “Medeni Haklarımızdan Ne İstiyorlar?” başlıklı bir dizi atölye düzenliyor. İstanbul ve İzmir gibi farklı şehirlerde yapılacak bu buluşmalarda kadınlar, Medeni Kanun’la güvence altına alınan hakların tarihsel ve siyasal önemini tartışarak olası saldırılara karşı örgütlü direnişi büyütmeyi hedefliyor.

Kılavuz‘da bu hafta

Ankara-İstanbul arasında DİSK'in devletli sendikacılık serüveni

Ankara-İstanbul arasında DİSK’in devletli sendikacılık serüveni – Sinan Köksal

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Merkezi’nin Ankara’ya taşınması tekrar memleketin gündemine girdi. Tekrar diyoruz çünkü bu süreç, daha önceden de tartışılmış, muhalif basıncın etkisi ile rafa kalkmıştı. Bu tartışmayla beraber belirtilen adres değişikliğinin mahiyeti sol kamuoyunda da tartışılmaya başlandı. Bu kararı olumlayan çok fazla içerik olmamasına rağmen mevcut sendikal yapılar, sendikaların sınıf siyasetinde kapladığı alan, toplumsal muhalefetteki sendikal bürokrasinin “ağırlığı” gibi kavramlar ve tüm bunlarla beraber sendikal bürokrasiye karşı mücadele ettiğini iddia eden birçok sol/sosyalist öznenin bizzat o bürokrasinin merkezine oturması da tartışmaların boyutunu daha farklı bir şekilde ele almamızı zorunlu kılmaktadır.

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim sonrasında konuyu nasıl ele aldığımızı ifade etmeye çalışalım; DİSK’in genel merkezini Ankara’ya taşıma kararı, yalnızca bir adres değişikliği değildir; bu, sınıf mücadelesinde bir mevzinin terk edilmesidir. Çünkü Ankara, devleti simgeler; devletin bürokrasisini, ideolojisini, denetimini… DİSK’in 1967’de doğduğu şehir olan İstanbul ise işçi sınıfının nabzının attığı, grevlerin, fabrika işgallerinin, sokak eylemlerinin merkezidir. Bu nedenle Ankara/İstanbul kıyaslaması, bir mekân tartışmasından ziyade, “devletleşme” tartışmasının da özünü ortaya çıkarmaktadır.

Gündelikçi gençlik ordusu ve lümpen proletarya_Komünist perspektiften bir inceleme

Gündelikçi gençlik ordusu ve lümpen proletarya: Komünist perspektiften bir inceleme – Sinan Köksal

Sermaye, özellikle pandemiyle beraber oluşan tüketim mekanizmalarındaki dönüşüme hızlıca adapte olmuş ve özellikle bu alana yoğun bir mesai harcamıştır. Sermaye, bu müdahaleyi yalnızca yeni açılan şirketlerle değil, aynı zamanda ideolojik bir ikna süreciyle birlikte yürütmüştür. İşçi sınıfının bilincini körelten bu girdilere karşı ideolojik bir mücadele hattı örmek bu yüzden en önemli görevlerimizden biridir. Örnek vermek gerekirse; özellikle bu biçimde çalışacak işçilere “kendi işinin patronu olma”, “çalıştığı kadar kazanma” vaatleriyle ciddi ideolojik müdahalelerde bulunulmuştur. Sermaye her şartta işçi sınıfını bölmeye çalışır. Bu adım da sınıfın beraber mücadele etmesinin ön koşulu olan sınıf birliğinin dibine konulan bir dinamittir.

Total
0
Shares
Önceki makale
Ankara-İstanbul arasında DİSK'in devletli sendikacılık serüveni

Ankara-İstanbul arasında DİSK'in devletli sendikacılık serüveni

İlgili Gönderiler