Sarsıntıyı yaratan deprem değil rant düzeni

Sarsıntıyı yaratan deprem değil rant düzeni

Kılavuz Bülten; haftalık gelişmeleri, gözden kaçanları, emekçilerin gündemlerini yorumluyor ve sizlerle buluşturuyor.

Bu haftanın bülteninde geçtiğimiz haftanın işçi direnişlerinin yanı sıra Marmara Denizi’nde gerçekleşen deprem, Hüda Par’ın LGBTİ+’ları hedef alan yasa teklifi, 1 Mayıs tartışmaları, Gazze’de devam eden soykırım ve sağlık sorunlarına rağmen tutukluluğu sonlandırılmayan Esila Ayık konu ediliyor. Ayrıca Kılavuz’da bu hafta çıkan yazıları bültende bulabilirsiniz.

Yorum ve önerilerinizi de bizimle paylaşabilir, bültenin gelişimine katkıda bulunabilirsiniz.

Haftanın işçi direnişleri

İzmir – İzmir Gaziemir’de bulunan Alman menşeli Digel Tekstil’de, TEKSİF sendikasına üye olan yedi işçinin işten çıkarılmasıyla başlayan direniş 100. gününe doğru gidiyor. Direnişlerini kararlılıkla sürdüren işçiler, mücadelelerini 1 Mayıs alanlarına taşıyacaklarını açıkladı.

Mersin – Şişecam’da yetkili Petrol-İş Sendikası’nın patron ile yaptığı görüşmelerde anlaşmanın sağlanamaması hâlinde sendika üyesi işçilerin 14 Mayıs’ta greve çıkacakları bildirildi.

İstanbul – Metro İstanbul işçileri, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin sonuçsuz kalması üzerine grev kararı aldı. Esenler’deki genel müdürlük önünde toplanan Demiryol-İş üyesi işçiler, grev kararını binanın camına astı.

İstanbul/Şişli – Şişli Belediyesi’nde çalışan DİSK/Genel-İş üyesi işçiler, şubat ve mart aylarına ait fazla mesai ücretlerinin ödenmediğini, ayrıca bayram ikramiyelerinin verilmediğini belirterek belediye binası önünde eylem gerçekleştirdi. Kayyum atanan Şişli Belediyesi önünde bir araya gelen işçiler, alacaklarının derhal ödenmesini talep etti.

İstanbul/Kartal – Sakarya Şehir Hastanesi şantiyesinde çalıştıkları dönemde ücret ve hak gasbına uğrayan, Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı İbrahim Ethem Hacıosmanoğlu’nun yönetim kurulu başkanlığını yaptığı ATR Yapı bünyesindeki işçiler, 15 Nisan’dan bu yana şirketin Kartal’daki genel merkezi önünde direnişe geçtiler. Urfa’dan İstanbul’a gelen İnşaat-İş Sendikası üyesi işçilerin direnişi kazanımla sonuçlandı. Selam olsun!

İzmir – İzmir’in Menemen ve Çiğli ilçelerinde bulunan iki fabrikada faaliyet gösteren TPI Kompozit’te, Petrol-İş Sendikası İzmir Şubesi üyesi işçiler grev kararı aldı. Taleplerinin karşılanmaması halinde işçiler, 13 Mayıs’ta greve çıkacaklarını duyurdu.

İzmir/Kemalpaşa – Temel Conta işçilerinin onurlu direnişi 137 gündür devam ediyor. ‘’Sendikalı olmak anayasal hakkımız.’’

İzmir/Çiğli – İzmir’de Çiğli Belediyesi iştiraki ÇİBEL A.Ş. ile DİSK/Genel-İş Sendikası 10 No’lu Şube arasında yürütülen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine başlayan işçi direnişi dokuzuncu gününde devam ediyor.

Marmara Denizi’nde deprem

Çarşamba günü Marmara Denizi’nde meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki deprem, İstanbul başta olmak üzere Balıkesir, Tekirdağ ve Yalova gibi çevre illerde büyük korkuya sebep oldu. Resmî verilere göre ilk üç gün içerisinde 291 irili ufaklı artçı sarsıntı kaydedildi.

Depremin yarattığı korkunun ardından çeşitli tartışmalar da gündeme geldi. 6.2 büyüklüğünde, yıkıcı olabilecek bir depremin ağır hasara ya da doğrudan can kaybına sebep olmamış olması, İstanbul’un sanılandan daha güvende olduğu yönünde spekülasyonlara neden oldu. Ancak bilim insanları, depremin İstanbul üzerinde olmayıp Marmara Denizi’nde gerçekleşmiş olması ve yalnızca 13 saniye sürmesi gibi etkenlerin tehlikeyi azalttığını, oysa 17 Ağustos ve 6 Şubat depremlerinin bir dakikadan uzun sürdüğünü belirtti. Aynı şekilde, 0.6g deprem ivmesine göre inşa edilmesi gereken binalar göz önüne alındığında, bu depremin yalnızca 0.2g ivmeli olduğu ve buna rağmen çok sayıda yapıda hasar oluştuğu vurgulandı. Bilim insanları, İstanbul’un iyi durumda olduğunu söylemenin mümkün olmadığını, aksine bu büyüklükte ve bu güçte bir depremin dahi bu kadar çok sayıda hafif ve orta hasar oluşturmasının tehlikenin zannedilenden fazla olabileceğini ortaya koyduğunu belirtti.

Öte yandan, bu depremin beklenen büyük İstanbul depremi olduğu ve artık başka bir deprem olmayacağına dair görüşler de ortaya atıldı. Bazı bilim insanları tehlikenin atlatıldığını ileri sürerken, büyük çoğunluğu bu fay kırılımıyla birlikte riskin artmış olabileceğine işaret etti.

Deprem sırasında yaşanan iletişim kesintileri ve toplanma alanı yetersizliği ise başka bir tartışmayı gündeme taşıdı. Depremin yarattığı panikle birlikte sokağa çıkan halk, toplanma alanlarına ulaşmakta zorluk yaşadı; insanlar sokak aralarında binaların arasında kaldı. Yakınlarına ulaşmaya çalışan vatandaşlar, ilk bir saat içinde üç büyük telefon şirketinin hatlarının tamamen kesildiğini ve iletişimin sağlanamadığını belirtti. Gelen tepkilerin ardından Ulaştırma Bakanı, GSM operatörleriyle gerçekleştirdiği toplantı sonrası yaptığı açıklamada, deprem sırasında haberleşme kapasitesinin normale göre 2.5 kat arttığını söyledi. Ancak bu durum, en hayati anlarda iletişimin sağlanamayacağının açık bir kanıtı oldu.

Toplanma alanlarıyla ilgili olarak TMMOB’dan yapılan açıklamada, 1999 depreminden sonra toplanma alanı olarak belirlenen alanların dörtte üçünün imara açıldığı, mevcut alanların ise büyük kısmının yeterliliği karşılamadığı ifade edildi. Sosyal medyada, bu toplanma alanlarının yerlerine AVM’lerin dikildiğine dair çok sayıda veri paylaşıldı.

Depremin ardından tartışmaya açılan bir diğer konu ise Kanal İstanbul ve projenin İstanbul’a vereceği zarar oldu. Daha önce de projenin İstanbul’un en önemli su kaynaklarından biri olan Sazlıdere Barajı’nı yok edeceği ve şehir nüfusunu artıracağı gerekçesiyle eleştirildiği biliniyor. Aynı şekilde, İstanbul’un parsel parsel Katarlılara satıldığı yönündeki iddialar da uzun süredir gündemdeydi. Depremle birlikte bir kez daha gündeme gelen Kanal İstanbul’a harcanması planlanan milyarlarca liranın, riskli 1.5 milyon yapının yeniden inşasının 76 kez karşılanabileceği ifade edildi.

Sonuç olarak, bu tablo, halkın yaşam güvenliği için ayrılması gereken kaynakların sermaye ve rant projelerine nasıl aktarıldığını bir kez daha açıkça ortaya koymaktadır. Toplanma alanları AVM’lere, kamu kaynakları ise büyük inşaat projelerine dönüştürülmüşken, halkın en temel hakkı olan barınma ve güvenli yaşam koşulları sistematik olarak görmezden gelinmiştir. Hükümetin yıllardır sürdürdüğü bu politikalar, yalnızca bilimsel uyarıları yok saymakla kalmamakta, aynı zamanda doğrudan insan hayatını tehlikeye atmaktadır. Açgözlü bir kâr hırsıyla şekillenen bu yönetim anlayışı sürdüğü sürece, afetler sadece doğal değil, aynı zamanda siyasi birer felakete dönüşmeye devam edecektir.

LGBTİ+’ları hedef alan homofobik yasa teklifi

AKP’nin 2025 yılını “Aile Yılı” ilan etmesiyle birlikte yılın ilk dört ayında kadınlar ve LGBTİ+’ları hedef alan birçok uygulama hayata geçirildi. Yeni evlenenlere verilen teşviklerle başlayan süreç, boşanmanın zorlaştırılması, doğum yöntemlerine müdahaleler, ‘‘çocuksuz aile olmaz’’ açıklamaları ve LGBTİ+’ların yaşam alanlarını doğrudan etkileyen yasa teklifleriyle devam etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere birçok bakanın kullandığı nefret söylemleri, bu sürecin siyasi iklimini belirleyen unsurlar hâline geldi.

Kadınların ev içine, ailenin içine çekilmeye çalışıldığı; LGBTİ+’ların ise doğrudan hedefe konulduğu bu dönemde, iktidarın küçük ortaklarından olan Hüda Par yeni bir yasa teklifiyle gündeme geldi. Hizbullah’ın siyasi kanadı olarak bilinen Hüda Par, geçtiğimiz hafta LGBTİ+’ları hedef alan bir kanun teklifini TBMM’ye sundu.

Hüda Par tarafından sunulan kanun teklifi, Türk Ceza Kanunu’na “aynı biyolojik cinsiyetten kişiler arasındaki cinsel ilişki ve bu ilişkinin yaygınlaştırılması”na dair maddeler eklemeyi öngörüyor. Bu teklif yalnızca cinsel yönelim ve kimliğe ilişkin yasaklamaları değil, aynı zamanda devletin baskı aygıtlarını genişleten, toplumu kutuplaştıran ideolojik bir yönelimi de yansıtıyor.

Hâlihazırda TCK 225/1–3 maddeleri uyarınca “alenen cinsel ilişkide bulunmak” ve “hayasızca hareket etmek” suç olarak düzenlenmişken, Hüda Par’ın teklifi bu fiillerin “aynı biyolojik cinsiyetten kişiler” arasında gerçekleşmesi durumunda cezayı artırmayı öneriyor.

Yeni teklifin içeriği:

  1. Aynı biyolojik cinsiyetten kişiler arasındaki cinsel ilişkiyi veya cinsel davranışı teşvik eden, yaygınlaştıran ya da propagandasını yapanlara üç ila 10 yıl arasında hapis cezası verilmesi.
  2. Eylemin yazılı, görsel, işitsel veya dijital iletişim araçlarıyla gerçekleştirilmesi durumunda cezanın yarı oranında artırılması.
  3. Bu eylemlerin tüzel kişiler tarafından gerçekleştirilmesi hâlinde, bu tüzel kişilere özgü güvenlik tedbirlerinin uygulanması.

Söz konusu düzenleme, özel yaşama müdahaleyi genel bir sansür mekanizmasına dönüştürmeyi hedefliyor. Aynı zamanda LGBTİ+ örgütlerini ve derneklerini doğrudan hedef alıyor.

Bugün LGBTİ+’lara dönük saldırılar, sadece bir kimliğin hedef alınması değil; bu çürümüş düzenin kendisine tehdit oluşturan tüm mücadele odaklarına yöneltilmiş topyekûn bir saldırıdır. Kapitalist toplumda LGBTİ+’lar, kadınlar ve diğer ezilen kimlikler gibi iki kat baskı altındadır: Kimliklerinden dolayı ayrımcılık ve şiddetle yüz yüze kalırken, aynı zamanda işçi sınıfının en güvencesiz katmanlarında yer almak zorunda bırakılmaktadırlar. Eşit ve onurlu bir yaşam hakkı, herkes için vazgeçilmezdir. Bugün gerici kuşatmaya, sefalet düzenine ve sömürü çarkına karşı yan yana gelmenin, birlikte direnmenin zamanıdır.

1 Mayıs tartışmaların gölgesinde geliyor

2025 yılı İstanbul 1 Mayıs’ı, 19 Mart’tan itibaren yükselen sokak hareketlerinin yarattığı moralle karşılanıyor. Saraçhane eylemleriyle birlikte bir kez daha gündeme gelen Taksim Meydanı, hem devlet açısından hem de toplumsal muhalefet açısından taşıdığı sembolik önemle bir kez daha tartışmaların merkezine yerleşti.

Mart ayından bu yana özellikle gençlik hareketleri başta olmak üzere çeşitli toplumsal kesimler, Taksim Meydanı’na çıkmak için defalarca kez bir araya geldi, yürüyüşler düzenledi. Ancak iktidar, göstericilerin Taksim’e çıkmasını engellemek amacıyla binlerce polisle sert müdahalelerde bulundu. 1 Mayıs’ın yaklaşmasıyla birlikte bu müdahalelerin dozu artarken, meydanın işçilere açılıp açılmayacağı sorusu kamuoyunun gündeminde yer almaya devam ediyor.

CHP’nin, mitinglerin başladığı dönemde 1 Mayıs için Taksim’i adres göstermesiyle birlikte, 1 Mayıs’ta Taksim’e yürünüp yürünemeyeceği yeniden tartışılmaya başlandı. Ancak CHP sessizliğini korurken, 1 Mayıs’ın geleneksel örgütleyicileri olan DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin öncülüğünde çeşitli toplantılar gerçekleştirildi.

Toplantılar devam ederken DİSK, geçtiğimiz hafta DİSK, KESK, TMOBB ve TTB adına basın açıklaması yaparak İstanbul Valiliği’ne Taksim için gittiklerini ancak valiliğin Taksim’e izin vermediğini, adres olarak Kadıköy’ü gösterdiğini belirterek ‘’Taksim iradesini koruyarak Kadıköy’de buluşuyoruz’’ açıklaması yaptı. Toplantılarda kimi örgütler Taksim’i adres gösterirken çoğu siyasi yapı Kadıköy’de yapılacak mitinge katılacaklarını bildirdi.

DİSK’in Kadıköy kararının ardından, onlarca üniversiteli öğrenci temsilcisi DİSK Genel Merkezi önüne giderek görüşme talep etti. Görüşmenin ardından yapılan açıklamada, Saraçhane eylemleri sırasında ve sonrasında gerçekleşen gözaltı ve tutuklamalarda DİSK’in öğrencileri yalnız bıraktığı ifade edilerek, bugünkü Taksim kararının da aynı yalnızlaştırma politikasının devamı olduğu vurgulandı. Açıklamada, “İşçiler ve üniversite gençliği Kadıköy’ü kabul etmiyor, 1 Mayıs’ta Taksim’e gidiyoruz” denildi.

Taksim Meydanı, 1977 1 Mayısı’nda ve Gezi’de ete kemiğe büründüğü gibi, egemenler için kendi düzeninlerine karşı bir tehdidi ifade ediyor. Bu meydan, mücadeleler sonucunda 2010 yılında emekçilere açılmış, ancak kitlesel 1 Mayıs gösterileri sonrasında 2013 yılında yeniden kapatılmıştı. Gezi sonrasında ise iktidar açısından önemi daha da artan yasağın uygulanması için tedbirler daha da sıkılaştı. Sosyalist hareket daha dağınık ve zayıf bir hâle gelirken geçtiğimiz 10 yılda polis gücünün kapasitesi hem personel sayısı hem kullanılan taktikler hem de teknik imkânlar bakımından daha da güçlendi. Kitlesel bir mücadelenin örülemediği koşullarda Taksim yasağının delinmesi ise şu ana kadar mümkün olmadı. Bu süreçte, DİSK başta olmak üzere sendika konfederasyonları ve emek örgütleri demokratik talepler etrafında kitlesel bir mücadeleyi güçlendirmek için gerekli adımları atmadı. Buna ek olarak, sosyalist hareket içindeki dağınıklık da bir hedef birliğinin ve bu birliğin etrafında ortak bir mücadelenin örülmesinin önünde engel oldu.

1 Mayıs alanı Taksim Meydanı’dır. Bu şüphesiz bir gerçek ve geri alınması gereken, kaybedilmiş bir mevzidir. Taksim Meydanı’nın emekçilere açılması ise AKP karşısında kazanılacak bir zaferin en önemli sonucu ve göstergesi olacaktır. 1 Mayıs’tan yalnızca bir hafta önce yapılan Taksim tartışmaları ise kısır ve sonuçsuz kalmaya mahkûm. Çünkü Taksim, yukarıda tartışıldığı üzere, 1 Mayıs için Taksim’e mi yoksa bir başka meydana mı çağrı yapılacağı tartışmasına sıkıştırılamaz, iktidar karşıtı demokratik bir mücadelenin konusudur.

Buradan hareketle, her şeyden önce, 1 Mayıs ve Taksim tartışmalarının bir hafta içinde nereye çağrı yapılacağı şeklinde yapılmasına mesafeli durmak gerekiyor. 1 Mayıs’ın ortak hedeflerle, ortak hareketle örülmesi için bu tarihin çok daha öncesinden başlayarak, taleplerin ortaklaştırılması, bu talepler etrafında bir cephe oluşturulması, 1 Mayıs’ın böyle bir duruşla örgütlenmesi ve dağınıklığın önlenmesi sağlanmalı. En önemlisi ise, bugün Taksim yasağıyla artık özdeşleşmiş olan AKP-Erdoğan diktatörlüğünün yıkılması için mücadelenin büyütülmesi gerekiyor. Bunun için devrimci bir odağın siyasette görünür kılınması, düzen muhalefetinin sol üzerinde belirleyiciliğinin kırılması, bir görev olarak sosyalistlerin önünde duruyor. Sonuç olarak, Taksim iradesini savunurken, bunun bir irade beyanı olarak kalmaması ve kitlesel bir mücadelenin bir parçası hâline gelmesi, uzun erimli ve kararlı bir mücadeleyi gözeten bir bakışla mümkündür.

Gazze’de soykırım sürüyor

18 Mart’ta İsrail tarafından ateşkesin bozulmasının ardından Gazze’de İsrail’in yürüttüğü soykırım ve Batı Şeria’ya saldırılar artarak devam ediyor. Yalnızca 18 Mart’tan itibaren yaklaşık 2 bin kişi saldırılarda katledildi, 5 bine yakın Filistinli ise yaralandı. Gazzelilerin dörtte biri -500 bin kişi-, geçtiğimiz bir ayda yeniden yerinden edildi. Gıda ve ilaç yardımının Gazze’ye ulaşmasını engelleyen İsrail, aynı zamanda dolaylı olarak da sayısız ölümün sorumlusudur.

Geçtiğimiz haftalarda, 15 sağlık çalışanı İsrail güçleri tarafından öldürülmüştü. Bunun kasti olmadığı iddia edilse de her geçen gün bir yenisi eklenen kanıtlar, sahada çalışan sağlıkçıların hedef alınarak katledildiğini ortaya koyuyor. Öncelikle, kullandıkları ambulansın yakınında bulunan cesetlerin elleri bağlı ve öldürme amacıyla vurulduğu aşikâr izlerle bulunması, İsrailli yetkililierin anlatısını yalanlıyordu. Filistin Kızılay’ının yayınladığı, katledilen sağlıkçıların birinin telefonundan çıkan video ise sağlık çalışanlarının sahada üniformalarıyla, açıkça seçilebilir şekilde çalıştığını gösteriyor. Gazetecileri, çocukları, sivil hedefleri savaşın başından beri kasıtlı şekilde katleden İsrail güçleri, savaş suçlarına bir yenisini de eklemiş oldu.

Katliamdan kurtulan sağlık çalışanlarından birisi ise esir tutuluyor ve nerede tutulduğu söylenmiyor, ailesinin ona ulaşması engelleniyor. Bu sırada tabii ki, tahmin edilebileceği üzere, tutsak edilen sağlıkçıya kuvvetle muhtemel gerçekleşen işkence ise sürüyor.

Hamas, İsrail’in soykırımcı saldırıları ve işgal devam ettiği müddetçe silah bırakmayı reddediyor. Batı Şeria’daki Mahmud Abbas, İsrail’le uzlaşmaz bir pozisyon almaktansa Hamas’ı suçlamayı ve Hamas’a elindeki tüm İsraillileri serbest bırakmasını söylemeyi tercih ediyor. Bu savaşın devam etmesi için İsrail’in esirler ya da Hamas tehdidi gibi “bahanelere” ihtiyaç duymadığı ise defalarca kez kanıtlandı.

Bunlara ek olarak, ABD’de üniversiteler başta olmak üzere Filistin yanlısı seslere karşı operasyonlar düzenlenmeye devam ediliyor, tutuklanan Rümeysa Öztürk’ün tutukluluğu tüm tepkilere rağmen sürüyor hatta kefaletle serbest kalması dahi mahkeme tarafından reddediliyor, Avrupa’da Almanya başta olmak üzere Siyonist rejimin isteklerini yerine getirecek düzenlemeler yapılıyor, Filistin’i savunan yabancılar sınır dışı ediliyor, Filistin yanlısı aydınların -Yahudi olsalar dahi!- konuşmaları sansürleniyor ve engelleniyor.

Tüm dünyada soykırım ve katliam normalleşiyor. Soykırıma verilen desteğe karşı çatlak sesler istenmiyor, bu seslerin susturulması amacıyla akademik özgürlükler askıya alınıyor, üniversiteler sözde “demokratik” Batı’da da baskı altına alınıyor ve kaynaklarının kesilmesi tehdidiyle abluka altına alınmak isteniyor.

Demokratik makyajının çatlakları arasından emekçilerin ve ezilenlerin kanı ve soykırım üzerine kurulmuş kapitalist-emperyalist medeniyetin irinli özü görünüyor. Bu aynı zamanda geçmişte yaşanan faşizm deneyiminin bir istisna değil, kapitalist medeniyetin doğal sonucu olduğunu ortaya koyuyor. Faşizmi yeniden ve yeniden üreten sömürü, katliam ve soykırım düzenine karşı, bu düzenle uzlaşmayacak yeni bir medeniyet için mücadele etme potansiyeline sahip tek odak olan emekçilerin ve ezilenlerin ortak mücadelesi yükseltilmeli.

Tutuklu öğrenci Esila Ayık’ın hayatı riske atılıyor

8 Nisan’da Kadıköy’de düzenlenen buluşmada, Gençlik Dayanışma Sahnesi’nde tuttuğu “Diktatör Erdoğan” döviz taşıdığı gerekçesiyle tutuklanan fotoğrafçılık öğrencisi Esila Ayık, kronik kalp ve böbrek hastalığı sebebiyle riskli koşullarda cezaevinde tutuluyor. Esila’ya özgürlük için düzenlenen kampanyalara rağmen yetkililer, şu ana kadar Esila’yı serbest bırakmak şöyle dursun, koşullarını iyileştirecek adımları dahi atmış değiller. Esila’nın rahatsızlıkları hayati düzeyde tehlike taşıdığı için doktor kontrolüne ve ilaçlarına bir aksama yaşamadan ulaşabiliyor olması gerekiyor. Nitekim tutuklanmasının üzerinden geçen üç hafta içinde Esila’nın kalbiyle ilgili yaşadığı sorunun “hafif”ten “orta seviyeli” raddesine geldiği belirtildi.

Esila Ayık, 8 Nisan’daki etkinliğin gecesinde polisler tarafından ailesinin evi basılarak ifadeye çağırıldı. Evde olmayan Esila’ya ailesinin haber vermesi üzerine Esila, polislere bulunduğu konumu bildirdi ve bu konumdan alınarak ifade vermeye gitti ve tutuklandı. Tutuklamanın gerekçesi yapılan “kaçma şüphesi” barındıran birisi, konumunu paylaşmayı daha en başından reddedebileceği için bu durum, kadın katillerine uygulanan “iyi hâlli” iyileştirmelerinin tutuklu öğrenciler için uygun görülmediğini de yeniden kanıtladı.

25 Nisan’da ilk kez açık görüşe çıkan Esila Ayık’ın arkadaşı, zayıfladığını ve sağlık durumunun daha kötüye gittiğini belirtiyor. 23 Nisan’daki depremde ise koğuşa kilitlenmiş ve baygınlık geçirdiği, düzenli kullanması gereken ilaçları ise tükenmek üzere olduğu ve doktora ulaşımı düzenli sağlanmadığı ortaya çıktı. Steril bir ortamda tutulması gereken Esila’nın koğuşunda 47 kişi bulunuyor. Bu koşullar herhangi bir tutuklu için dahi sağlıklı değilken bir hasta tutuklu için çok daha büyük bir tehdit oluşturuyor.

Geçtiğimiz haftalarda Mahir Polat ve hasta tutuklularla ilgili bu bültende yazılanlar, devletin ve iktidarın hasta tutuklulara birer savaş esirinden farksız davrandığı belirtilmişti. Siyasi tutuklu olarak değerlendirilmesi gereken öğrenciler de bundan farklı değil. Esila yapılanlar da benzer bir yaklaşımı yansıtıyor. Hasta tutukluların sağlığı birer terbiye ve pazarlık unsuru olarak insanlık dışı bir şekilde kullanılıyor.

Cezaevlerinde hâlâ 19 Mart sonrası tutuklanmış 57 öğrenci bulunuyor. Tutuklu öğrenciler, sınavlarına giremiyor, burslu olanlar burslarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyor, yaşadıkları stresle rahatsızlık yaşayabiliyor ya da var olan rahatsızlıkları ilerliyor. 19 Mart sürecinde ya da daha öncesinde tutuklanmış olmaları fark etmeksizin, tüm tutuklu öğrencilerin bir an önce serbest bırakılması gerekiyor.

Mahir Polat, güçlü ve ısrarlı bir toplumsal tepkinin sonucunda en azından ev hapsi koşuluyla cezaevinden çıkarılmıştı. Esila için de toplumsallaşan bir tepki söz konusu. Esila’nın da özgürlüğüne ya da hiç olmazsa sağlığını tehdit etmeyen koşullara kavuşması için mücadelenin büyütülmesi ve özgürlük talebinin ısrarla yinelenmesi gerekiyor.

Esila ve tüm hasta tutuklular, tutuklu öğrenciler ve siyasi tutsaklar özgürlüklerine kavuşana kadar dayanışma ve mücadele daha örgütlü ve daha güçlü kılınmalı.

Total
0
Shares
Önceki makale

AKP'nin kendini vuran saldırısı: 19 Mart

Sonraki makale
Apolitik gençlik mitinin yıkılışı

Apolitik gençlik mitinin yıkılışı

İlgili Gönderiler