Asgari ücret gündemiyle eş zamanlı olarak Polonez işçilerinin yürüyüşüne engel olan polis çemberi

Asgari ücret, azami mesai, ivedi yıkım: İşçi cehennemi, cehennemin işçisi

Bugünlerde işçiler düzenli olarak girdikleri varlık savaşlarından birinin içinden geçiyor. Türkiye sol/sosyalist hareketinin güçsüzlüğü, bu varlık savaşının daha başlamadan sonlanacağını gösteriyor. Devasa bütçelere hükmeden sendikaların işçilerin çıkar ve denetiminden özerkleşmesi ve kendilerine sınıftan bağımsız yeni çıkarlar icat etmeleri de tüm Türkiye’nin ortalama maaşı hâline gelen asgari ücretin gündem bile olmamasının nedenlerinden biri.

Sınıf mücadelesinin konusu olmayan asgari ücretin kamuoyunda tartışılma hâli, matematik hesabıyla kâhinlik karışımı bir dolandırıcılık yöntemini andırıyor. Asgari ücret artarsa enflasyon artarmış, matematik ortadaymış… Temmuzda asgari ücret artmamış olmasına rağmen enflasyonun neden sürekli arttığına dair bir açıklama ise yok. Sermayenin kârlarındaki devasa artışlar kutlanırken, işçinin alım gücünü koruma isteğinin lanetlenmesi, klasik iktisadımızın amentüsüdür. 

İşçilere şiddet tehdidiyle dayatılan asgari ücret

Türkiye’de ortalama ücret hâline gelmiş olan asgari ücretin enflasyon karşısında ezdirilmesi, sermayenin çıkarınadır ve asgari ücret, sermayenin yardımına koşan kamu otoritesiyle belirlendiği için bu durum işçilere şiddet tehdidiyle dayatılmıştır. Ancak bu şiddet tehdidini görünmez kılmak için neoliberalizmin vampirleri, “başka seçenek yok” mottosunu sayıların eşlik ettiği bir hokus pokusla ispatlamaya çalışır. 

Aynı zamanda bu düşük asgari ücretle sermayenin girişimcilik aşkı alevlenir; ormana, suya, ovaya daha vahşi bakmaya başlar. Emek gücünün değerinin düşmesi, para karşısında her şeyin değer kaybetmesi demektir. Marx’ın bugünler için de geçerliliğini koruyan, sık sık alıntılanan şu aktarımı akla gelir:

“[Sermaye] Yüzde 10’luk emin bir kârla her işe girişir; yüzde 20 ile canlanır; yüzde 50 ile cesareti mutlaklaşır; yüzde 100 ile bütün yasaları ayaklar atına alır; yüzde 300 için işleyemeyeceği suç yoktur, asılmayı bile göze alır.”1

Yönetici sınıf, kendine iyi yönetimi tarif ederek bunu topluma ideal olarak sunar. Sınıf savaşında kaybedenlerin sorunlarını bir liyakatli yönetim sorununa indirgemenin uzun bir tarihi vardır. Hatta iktisat ve birçok beşeri bilimin tarihsel işlevinin bu olduğu söylenebilir: İşçiler aleyhine gelişen koşulları görünmez kılmak, gölgelere saklamak, saklanamıyorsa onu istisnai bir yönetim sorunu hâline getirmek! Hâlbuki bugün kapitalist üretim tarzının karakteristik işleyişinin, ona karşı mücadele edebilen bir politik-sınıfsal güç olmadığında varacağı nokta tam olarak içinde yaşadığımız gerçekliktir. Geldiğimiz noktayı farklı nedenlerle açıklama denemeleri mistifikasyon çabasından başka bir şey değildir.

Sermaye çıkarı için gerçekliğin eğilip bükülmesinin sınırları çok geniştir. Örneğin, günümüzde ekolojik yıkımın yıkıcı etkilerini şiddetli bir biçimde hissetmekteyiz. Güneş balçıkla sıvanamayacağı için ekolojik yıkımın getirdiği dehşet iyi kötü herkesin gündeminde. Ancak Bakü’de toplanan, bütün tarafların tek kaygısının sermaye kârlarının korunması olduğu 2024 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’ndan sorunun çözümüne dair hiçbir şey çıkmadı. Dünya yok olurken sermaye kârlarının kutsallık haleleriyle sarmalanmasının bilimsel, ahlaki, etik ya da varoluşsal hiçbir düzlemde açıklaması yoktur. İşte, sınıfsal güç ilişkilerinin sermaye lehine olan bu konfigürasyonu, bugün dünyanın yok oluşunun önlenmesinin önündeki en büyük engeldir.

Yoksulluk sınırının asgari ücretten çok uzaklaşarak gözden kaybolması

Türkiye’deki asgari ücret tartışmaları da bu güç asimetrisi üzerinden devam ediyor. Asgari ücret tespit komisyonu bu güç asimetrisinin bir karikatürüdür. Bu komisyon, toplamda 15 üyeden oluşuyor. Üyeler arasında; Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na ait iki temsilci, işçiye düşük zam yapılsın diye düşük enflasyon hesaplamaya özen gösteren TÜİK’ten, Strateji ve Bütçe Başkanlığı’ndan ve enflasyonun nedeninin maaş artışlarında olduğunu iddia etmesine rağmen, maaşlar artmadığı hâlde enflasyonun neden düşmediği hakkında ağzını bıçak açmayan Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan birer temsilci bulunuyor. Komisyonda ayrıca, en fazla üyeyi barındıran işçi sendikaları konfederasyonunun farklı iş kollarından seçtiği beş temsilci ile en çok patronu temsil eden patron örgütünün çeşitli iş kollarından belirlediği beş temsilci yer alıyor. Sermaye ve “bürokrasi koltuklarını işgal etmiş sermaye” el ele verince işçinin kaderi, patronlar lehine belirleniyor.

Patronlar tez canlı oldukları için komisyonu beklemeden ağızlarındaki baklayı çıkardılar. MÜSİAD, aylık 17 bin 2 TL olan asgari ücretin 2025 yılı boyunca 21 bin 252 TL 50 kuruş olmasını istedi. Bugün Türkiye’de kira ortalaması 19 bin 705 TL. Dünyada gıda fiyatları ağustos ayında yüzde 1.1 düşmüşken Türkiye’de ise yüzde 44.4 oranında arttı. Hâl böyleyken, MÜSİAD’ın asgari ücret talebi işçilere yönelik bir savaş ilanı değildir de nedir?

İktidar; sermaye lehine tarım alanı olmaktan çıkarıp organize sanayi, maden ya da mesken alanı yaptığı tarlaların, çiftçinin kullandığı mazota zam yaparken kestiği sübvansiyonların fırlattığı bu enflasyonun bedelini işçiye ödetmek derdinde. Şimdiye kadar gerçekleşen enflasyon oranında zam yapılan asgari ücrete, artık öngörülen enflasyon oranında zam yaparak bütün yükü işçinin sırtına yükleme niyetinde. Kamuda yapılan enflasyon tahmininin tuttuğu ise nadir görülmüştür. Devlet, tahmin edilen enflasyonla gerçekleşen enflasyon arasındaki farkı da yerli ve yabancı sermayenin yüzü suyu hürmetine işçilere yıkacak. Türkiye mükemmel bir sermaye cenneti olma yolunda süratle ilerlemekte.

Sermayenin ideologları görev başında

Ana akım medyaya ve sermaye iktisatçılarına baktığımızda, asgari ücretin baskılanması dışında enflasyonu düşürecek bir mekanizmanın olmadığı zannedilebilir. Dünyanın yarın yok olacağını bildikleri hâlde sermaye kârlarının peşinde koşanlardan başka ne beklenebilirdi! Sermayenin çıkarını toplumun çıkarıymış gibi göstermek için tiksindirici bir çırpınış içinde kendilerinin bile inanmadıkları yalanları söylemeye devam ediyorlar. Hatta bazıları, işçinin düşük ücretli olmasının nedenini de işçinin verimliliğinde aramakta. Yine bütün yoksulluğun günahı zenginliği üretenlere yazılıyor, emek verimliliği bir anda toplumsal zenginliğin kaynağı oluveriyor, işçinin kaderini de sermayenin teknik bileşimi belirliyor ama kâr hâlâ sermayenin hanesinde kalıyor. Akıl sır ermeyen bir kavramsal nedensellik bağı…

Liyakatli yönetim-ortak çıkar fetişizmi, sermayenin kendi çıkarını bütün toplumun çıkarıymış gibi gösterme tekniklerinden biri. Farklı çeşitleri de var. Bugün her yanda bağıra çağıra anlattıkları “yapay zekâ” büyüleriyle kapitalizmin önder sınıfının mucizelerinin havariliği yapılıyor. Buna, sermayenin çıkarını tarihsel olarak dayatma stratejisi diyebiliriz. Bu stratejinin sorunu, üretici güçlerdeki artışın aynı zamanda kapitalizmin tarihsel çelişkisi olmasıdır.

Bir diğer strateji ise varoluşsal zemindedir. İnsan doğasında var olduğu iddia edilen bencilliğin kapitalizmi zorunlu kıldığı iddiasıdır. İnsan doğasına tastamam uymuş bir üretim tarzında yaşadığımız iddiası, antropoloji ve arkeoloji gibi bilimlerin ortaya çıkardıklarıyla her gün yanlışlanıyor.

Güncel düzeyde de ulusal ekonomiye ve o ulusu oluşturan sınıflardan bağımsız, sözde ortak bir ekonomik çıkara yapılan vurgu vardır. Bu vurgu, savaş çığırtkanlığıyla ve sahte bir emperyalizm karşıtlığıyla harmanlanmıştır, içinde sadece sermaye çıkarı barındırır. Ne de olsa işçilerle patronların çıkarı aynıdır çünkü ikisi de Türk vatandaşıdır ve ülkenin refahı için işçiler daha az maaşla geçinmek zorundadır!

Bu yazılanlar karikatürleştirme değildir. Bir sürü iktisadi heyulanın, bilimsel terimin, balya balya kitabın ve bitmek bilmeyen videoların özü, bu basit cümledir. Bu iddia, akademiyi ve kamusal alanı doldurmuş durumda. Yoksa devlet, kendi vergi gelirlerinin yüzde 45 oranında artacağını öngörürken, işçi ücretlerindeki artışı belirleyecek olan öngörülen enflasyonu herhalde yüzde 25 olarak tahmin etmezdi. Çocuğu MESEM garabetinde çalışırken ölen bir işçi ile yalısından boğazı seyreden patron bırakın aynı çıkarı, aynı ülkeyi; aynı evrende mi yaşıyor!

Bir kez daha vurgulamak gerekir ki asgari ücret üzerinden konuşunca işçi sınıfının istisnai, küçük bir kesiminin maaşından bahsetmiyoruz. Türkiye’deki ortalama ücret asgari ücret hâline geldi. Verilerin de gösterdiği gibi, “Türkiye’de 10 işçiden 6’sı asgari ücretin yüzde 20 fazlasının altında çalışıyor. Bu oran 20 yıl önce 10 kişide 4 civarındaydı.” İşçi sınıfının mücadelesiyle bir istisna, bir alt sınır olarak kabul ettirilen asgari ücret günümüz Türkiye’sinin yerli ve millî ücretidir. 

Aynı zamanda asgari ücrete yapılan zam oranı, ülkedeki maksimum zam oranı hâline gelmektedir. İş yerlerinde asgari ücretten fazla maaş ödemek zorunda kalan patronlar, her asgari ücret zammında “bizi çok kötü bir sene bekliyor, asgari ücretlilerin hâli ortada, o nedenle en fazla bu oranda zam yapabiliriz” diyerek iş yerindeki işçi-sermaye çatışmasına kamu gücünü dahil etmeyi çoktandır öğrenmiş durumda. Son 20 senede asgari ve asgariye yakın ücret alanların yüzde kırktan yüzde altmışa yükselen oranı, sermaye-devlet ortaklığıyla artmaya devam ediyor.

Türkiye’nin 2025 vizyonu

Genellikle yeni yıla doğru bireyler ve kurumlar gelecekten beklentilerini vurgulama hevesindedirler. Türkiye’nin 2025 stratejisinin bir ayağı emek gücü değerinin düşürülmesiyse diğer ayağı toprağın, havanın, suyun öldürülmesidir. Emek gücü değerini düşük tutarak bütün ülke sathına yaydığı organize sanayi bölgelerini, ülkenin yaşamını yok ederek çıkardığı cevherlerle beslemektir. Emek gücünün değeri ne kadar düşük olursa dağları delecek, ovaları oyacak daha çok işçi daha ucuza seferber edilebilir. Ucuz işçi sayısı arttıkça daha fazla artık değer sermayeye akar, bu sermayeyle patronlar başka bir ormanın celladı olmak için avuçlarını kaşırlar. Sonsuz bir hıza ulaşan sermaye birikimi bir hortum gibi katliamları, yoksulluğu, pisliği kendine çeker, yutar ve yuttukça büyür, çapını genişletir.

Nedensellik bağı gayet açıktır. Bugün Muğla Yatağan’daki Deştin’e yapılmak istenen çimento fabrikasını düşünelim. Fabrika geldiğinde bölgenin tarımı bitecek, bu tarım sayesinde kısmi bağımsızlığı olan köylüler ücretli çalışmaya mahkûm olacaklardır. Emek gücü arzındaki artışla ucuzlayan emeği ekolojik yıkım için seferber edecek sermaye, beşerî ve ekolojik her yıkımı hızlıca kâra çevirir. Aynı zamanda bütün bu ekonomik faaliyetlerin işçi ücreti kısmını vergilendiren devlet, aynı sermayenin farklı fraksiyonlarına bol bol teşvik dağıtarak çemberi kapatır. Bugünlerin savaş konjonktürü düşünüldüğünde, bu çemberin silah sanayiyle kapatılacağını tahmin etmek zor değil. Milliyetçiliği yükselten bir savaş çığırtkanlığıyla siyasal iktidar, kendi yarattığı güvensizlik ortamını hem sermayeye hem toplumsal rızaya en kolay bu alanda çevirebilir. Kadim haraç ilişkisi: “Sizi koruyan sermayeyi ve beni besleyin!”

Aynı zamanda bu madenlerde çalışacak işçilerin de ucuza çalışacağı, devletin zor gücü tarafından garanti altına alınır. İşçinin sömürülen emeğinden sağılan teşviklerle ve bu artıktan beslenen kamu gücüyle o işçiyi zorla çalıştırabilecek aygıt inşa edilir. Bugün kolluk güçleri işçilerden başka kimi tarlalarda kovalıyor!

Burjuva devleti bununla da kalmaz. Yasa yapma gücünü patronlar lehine seferber etmekten geri durmaz. Sermayenin çıkarı için yasalar öyle bir eğilip bükülür ki tam bir yasasızlık düzeninin içine girilir.

Ancak bunlar, sermaye için bir gül bahçesi konforunda gerçekleşmez. Örneğin; işçilerin ellerini kollarını bağlayıp sermaye tanrılarına kurban etmek isteyen devlete, işçiler ve Birleşik Metal-İş sendikası grev yasağını tanımayıp mücadeleye devam ederek yanıt verdi.

Vergilerin çoğunu işçilerden alan devletin bütünüyle sermaye sınıfının çıkarına adanmasının sınırı yoktur. İşçilerden alınmış vergilerin bereketi ne de olsa boldur! Kamusal teşviklerle inşa edilmiş yıkım kapasitesi aracılığıyla siyasal iktidar, başka ülke pazarlarının Türk sermayesine açılması için de çaba gösteriyor. Bu kapıları elbet yıktıkları dünyanın zehirlerinden ürettikleri silahların koç başıyla açacaklar. Marx gibi bizim Rosa da hâlâ haklıdır.

Emek gücünün değerinin düşmesi, işçinin canının ucuzlaması ve bu ucuz emekle doğanın daha kolay delik deşik edilmesi demektir. Aynı zamanda biriktirilen artık değerin artması, artan bu artık değerin savaşları ve savaş araçlarını inşa etmesi demektir. Asgari ücret mevzisinin kaybı, işçi sınıfının politik gücüne olan inancın yok olmasını beraberinde getirecektir. Sermayenin oldubittiyle dayattıklarını unutalım. 2025 işçi sınıfının asfaltları sadece aşındırmadığı, söküp fırlattığı bir yıl olsun!


  1. Marx, Karl. Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi Cilt I. Yordam Kitap, s. 727 ↩︎
Total
0
Shares
Önceki makale
Maurizio Cattelan'ın "Comedian" adlı eseri. "Duvara Bantlanmış Muz" olarak biliniyor.

Kapitalizmin kıskacında sanat: Milyon dolarlık muz

Sonraki makale
HTŞ lideri Colani ve arkasında Beşşar Esad'ın resminin bulunduğu zarar görmüş bir duvar.

"Batı" tipi şeriat ve Suriye’nin Zelenski’si

İlgili Gönderiler