Neoliberal Türkiye’de sendikal mücadele

Kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, çıkarlarını kapitaliste karşı korumak isteyen işçilerin örgütlenmeleri de ortaya çıktı. Sermaye kendi kendini büyütürken işçilerin ömürlerini küçülttü. İşçiler ise yaşadıkları yoksulluk ve zulme karşı örgütlenmekte gecikmedi. Bu örgütlenmeler, tarihsel olarak sendikaların kökenleri sayılabilir. İşçiler sendikaları, kendilerini yalnız yakaladığında hırpalayan sermayeye karşı birlikler olarak inşa etmişti.

Peki günümüzde Türkiye’de mevcut bulunan sendikalar, bu görevi ne kadar yerine getirebiliyor? Asgari ücretin 22 bin 104 lira olduğu, reel ücret kaybının TÜİK gibi şaibeli bir kurumun verilerine göre bile yüzde 20’leri bulduğu günümüzde sendikaların bu görevlerini layıkıyla yerine getiremediklerini görüyoruz. Bu yoksulluk, elbette sadece sendikalara yüklenecek bir günah değil, aynı zamanda bütün devlet bürokrasisinin yarattığı zorun yumruk sıktırıp içine içine sövdürdüğü işçilerin politik ve örgütsel güçsüzlüğünün de bir yansıması.

Türkiye tarihinde devrimci mücadelenin muhtemelen en karanlık günü, 12 Eylül 1980’dir. Sayısız cinayetin, işkencenin, gözaltının yaşandığı; devrimci siyasetin amiral gemilerinin batırıldığı darbe günlerinin en önemli amaçlarından birisi, işçi sınıfı mücadelesinin belini kırmaktı. Bu mücadele, sayısız kurumda örgütlü olan işçi, öğrenci ve memurun dahil olduğu, Türkiye tarihinde ezilenlerce açılmış en geniş cephede sürdürülürken darbeyle beraber işçiler, yalnızca sınırları oldukça daraltılmış mücadele alanlarında varlık gösterebilir hâle geldi.

Ancak, bu yaralara rağmen, 12 Eylül’ün şokunu atlattıktan sonra, AKP iktidarına kadar işçi sınıfı reel ücretlerini enflasyon karşısında kısmen de olsa korumayı başarmıştı; örgütlü kamu işçilerinin tuttuğu özelleştirme karşıtı mevzi, girdiği mücadelelerden büyük oranda zaferle çıkıyordu. Büyük maden yürüyüşü, 89 Bahar Eylemleri örneklerinde olduğu gibi, işçilerin sendikalar aracılığıyla makro siyasete müdahale edip, isteklerini dayattığı gösterilerin ardı arkası kesilmiyordu. Bugün yaratıcı eylem yöntemleri bulamamakla eleştirilen sendikaların kafası, 90’ların ilk yarısında çok daha hızlı çalışıyordu. Sakal bırakma, iş yavaşlatma, vizite eylemleri gibi işçilerin varlık gösterme araçları, bugüne nazaran çok aktif kullanılıyordu. Kamu personelinin karşısında bir padişah fermanı gibi duran sendika yasağı da büyük mücadeleler sonucunda yırtılıp atılmıştı. Öyle ki, bugünün devrimcileri olarak 90’ların ilk yarısındaki eylemliliğe tanık olsak, herhalde devrime ramak kaldığını zannederdik!

2001 krizi sonrası koalisyon hükümetlerine son veren AKP’nin, işçi sınıfında da ciddi karşılığı vardı. AKP’nin içine doğduğu ekonomik konjonktür, işçilerin de finansal araçlarla borçlanabilmesini olanaklı kıldı. İşçiler, ücretleriyle sınırlanmış alım güçlerinin üzerinde tüketim harcamaları yapabildiler. Ancak bunun bir bedeli vardı!

2014 yılında özelleştirilen Yatağan Termik Santrali’nde işçiler, Türkiye Elektrik Kurumu’nun elektrik üretmeme yönündeki direktifini bile tanımayı reddedebilmişti. Fiilen santralin üretim yapıp yapmama kararını işçiler almış olsa da ayın 3’ünde aldıkları avans yatmadığında ve kredi kartı ya da taşıt/ev kredilerinin taksit ödeme günü geldiğinde, bugünün AKP’li cumhurbaşkanının da dahil olduğu özelleştirme masasına oturmak zorunda kalmışlardı. Yatağan’ın özelleştirme karşıtı mücadelesi, Yatağan Tes-İş şubesi işçilerinin Türk-İş Genel Merkezi’ni basmasından da anlaşılacağı gibi, güçlüydü. Lakin kendi genel merkezleri tarafından bile yalnız bırakılmışlardı.

Sendikanın maddi gücü ile sınıfsal meşruiyeti arasındaki ters orantı

Sendika yönetimlerinin işçi direnişlerine kayıtsızlığı bir günde gelişmedi. Türk-İş’in ilk kurulduğu dönemlerde neredeyse her kongresinde genel başkan ve genel sekreter değişiyordu. Genel kurulunu Fukara Tahir’in kahvehanesinde yapan Türk-İş’in genel başkanının değişmesi, o dönemlerde daha kolay gerçekleşiyordu. Bir süre sonra, sendika başkanları ölünce ya da görevini yapamayacak kadar sağlığını yitirince yönetimler değişir oldu. Devrimci mücadelenin güçlü olduğu dönemlerde, bu sendika başkanlarının kendi kişisel ikballeri peşinde koşmaları pek kolay değildi. 15-16 Haziran’da etkisizleştirilmeye çalışılan konfederasyon DİSK olmasına rağmen, birçok Türk-İş üyesi işçi İstanbul sokaklarını zapturapt altına aldı, işgal etti. Bugün asgari ücret masasında bir koltuğu olan Türk-İş Genel Başkanı, işçilerin zorlamasıyla düzenlemek zorunda kaldığı mitingde yuhalanınca alınıyor olsa da 22 bin 104 liralık asgari ücretin işçilere dayatıldığı koşullarda koltukta oturmak ağrına gitmiyor.

Sendikaların genel merkezlerinin yıllardır en büyük ilgileri “ekonomi” olageldi. “Ekonomi” derken, üretim ilişkilerini politikleştirmekten bahsetmiyor, işçilerden topladıkları aidatlarla ne yapacaklarını şaşırmalarına işaret ediyoruz. Türk-İş, Fukara Tahir’in kahvehanesinden otel sahipliğine yürüdü. Sendika başkanlarının maaşları dudak uçuklatıyor. İşçilerin ortalama maaşı ile sendika yönetiminin maaşları arasında uçurum olursa, bu iki grup insan arasında politik amaç birliği nasıl sağlanacak? Sendika yönetimi asgari ücrete ne kadar zam geldiğini neden umursasın ki? Onun kendi çıkarı var, iktidarla ve sermayeyle çok da sürtüşmeden çorbası kaynamaya devam ettiği sürece bir sorun yok!

Sendikaların işçilerin iradesini yansıtıp yansıtmaması, yalnızca onların iktidarla olan ilişkileriyle de ilgili değil. DİSK’in en büyük sendikası olan Genel-İş, muhalefetle ve yine sermayeyle yakınlığın meyvelerinden faydalanıyor. CHP belediye kazandıkça üye sayısı artıyor. Peki bir sendika, üye sayısının artmasına neden sevinir? Hani olmadı ya, üretimden gelen gücü kullanmak isterse organize edebileceği işçi sayısı daha çok olur, sendikanın öreceği mücadele daha fazla işçinin desteğini alır diye düşünür sıradan bir insan. Ancak günümüz sendikalarının çoğu, aidat gelirleri artacak diye ellerini ovuşturuyor.

İzmir’de işçiler grev kararı alırken, bu grevler için aidat biriktirmekle görevli olan sendika, “başınızın çaresine bakarsınız” diyebilmişti. Bugün genel başkanı tutuklanmasına rağmen, Genel-İş’in bir gün bile eylem yapamamasının ardındaki neden, CHP yönetimiyle tepeden bağladığı toplu iş sözleşmeleridir. Milyarlarca liralık kaynağa hükmeden bu sendikalar, kasalarında tuttukları paraları işçilerin mücadele günlerinde kullanacağı rezervler olarak görmüyor. Başkanlık koltuklarından kolay kalkılmamasının en önemli nedeni de bu.

Sendika yönetimleri işçiden korkar mı?

Günümüzde nasıl sermaye ve sermayenin iktidarı işçiden zerre kadar korkmuyorsa, sendika yönetimlerinde de en ufak bir tansiyon oynaması bile yok. Ölene kadar yönetim koltuklarını işgal edebilenler, maaşlarından aidatlarını otomatik olarak çekip aldıkları işçilerden neden korksunlar ki! Sendikaların seçim mekanizmaları, işçilerin çıkarından farklı bir çıkar ağına sahip bir bezirgan grubu ortaya çıksın diye dizayn edilmiş. Delege sistemlerinin yönetime verdiği uçsuz bucaksız yetkiler, yönetimlerin kendi selametleri için icraatlar yapıp da işçilere hesap vermemesinin maddi zeminini inşa ediyor.

Öte yandan, Türkiye’de nasıl ki genel sendikalaşmanın önünde birçok engel varsa, mevcut konfederasyonlardan bağımsız yeni sendikalar kurmak da bir o kadar emek istiyor. Türkiye işçi sınıfının sendikalaşmasının önündeki engeller, aynı zamanda sendikal tekelleşmeyi de destekliyor. Böylece patronlar; karşısında ya örgütsüz, kendi hakkını savunmaktan aciz, ayda 22 bin 104 liraya çalışan milyonlarca işçi buluyor ya da biraz daha fazla maaş alan, sendikalı olan ama o sendikasıyla alanlarda mücadele edemeyen, koşullar karşısında ancak dişlerini sıkan işçiler…

Aynı günlerde direnen binlerce işçi var. Tekgıda-İş sendikasına bağlı Polonez işçileri, altı ayı bulan direnişlerinden zaferle çıktılar. Birleşik Metal-İş, yıllar evvel yaşanmış Metal Fırtına’nın bakiyesiyle, “çok korkulan” ve kutsanan devletin yasak kararını tanımadan greve çıktı, daha şimdiden birçok patrona diz çöktürdü.

Türkiye, işçilerin can havliyle kendi çıkarını korumaya çalıştığı ve bunun için bedel ödemekten çekinmediği günleri yaşıyor. Bu direnişleri, grevleri de düşününce, Türkiye’deki sarı sendikaların işçi sınıfına maliyetinin boyutunun çarpıcılığı ayan beyan ortadadır. Sendikalar işçilerin evidir, ancak işçiler artık bu evin kirasını ödeyemiyor. Sendika yönetimleri işçiden ne kadar bağımsızlaşırsa, bu kira o kadar artıyor. Sürekli çoban ateşlerinden bahsediyoruz, ancak bu çoban ateşlerine su dökmede sendikalarımız adeta sermayeyle yarışıyor.

Taşıma suyla değirmen döndürmek: Türkiye’de sosyalistlerin sendikalarla ilişkisi

Türkiye’de sosyalist özneler yıllardır bu sendikaları içeriden dönüştürmenin peşinde. Ancak bu kadar emeğe, özveriye rağmen bu dönüşüm gerçekleşmedi; hatta bırakın dönüşümü, sendikaların yönetim kadroları giderek işçilerden bağımsızlaşmış çıkarlarını gütmeye daha da cüretkâr biçimde devam ediyorlar. “Sendikaları içeriden dönüştürme” hedefi doğrultusunda çalışan örgütlerin ya bu hedefin neden gerçekleşmediğine dair gerçekçi bir tartışma yürütmeleri gerekir ya da bu sendikalara can suyu taşımayı bırakmaları…

2025 yılı sakin bir iş yaşamında sınıf mücadelesinin sürdürülmesinden oldukça farklılaşacak bir yıl olacak. Patronlar, iktidarın yürüttüğü politikaların verdiği güçle sadece işçileri işten atmakla tehdit etmiyor, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmalarından gelen gücü kullanmakla, yani üretimi alıp başka ülkelere kaydırma silahıyla direnişleri kırıyor. Bugünkü mevcut sendikaların, sermayenin bu hamlelerine karşı bir hazırlığının olduğunu sanmak büyük saflık olur. Radikal küçülme dönemlerinde sınıf mücadelesi sertleşmediği takdirde işçiler kaybetmeye mahkûm olacaktır. Hele ki işçiler kendi kurumlarına bile güvenmezken!

Türkiye’deki devrimcilerin, sermayenin işçi sınıfına karşı açtığı cephelerin sayısının artacağı günlere tahkimat yapması gerekiyor. Bu tahkimata mevcut sendikal yapıların önemli bir kısmının hangi cephede olduğunun netleştirilmesi de dahildir.

İşçilerin ekonomik çıkarlarını korumayan, işçi maaşlarından kesilen aidatlarla kendi gündemini belirleyen sendikalar, işçinin üretimine devlet bürokrasisi gibi el koymaya başlamış demektir. Güçlü bir işçi hareketi, ilk başta bu çıkarları zedeler. Yazıda sık sık işçilerin çıkarlarından bağımsızlaşmış sendika yönetimleri derken eksik söyledik, işçilerin çıkarına karşıt çıkarlar geliştirmiş sendika yönetimleri demek daha doğru olacaktır.

Aynı zamanda, günümüz sendikalarının eleştirisini yaparken, ahlaki kavramlara başvurma kolaycılığından kaçınmak gerekir. Muhalefete veya iktidara yakın olması fark etmeksizin bugün mücadele etmeyen sendikalar, sermaye sınıfının zaman kazanma araçlarına dönmüştür. Yalandan kurulan asgari ücret masalarının ya da sendika bürokratlarının “ucuza kapattığı” toplu iş sözleşmelerinin başka bir açıklaması yoktur.

Yoksulluğun sertleşeceğinin, işçi sınıfının üretimden aldığı payın hızla azalacağının gün gibi ortada olduğu bugünlerde, 20 senedir dönüştüremediğimiz sendikaları dönüştürmek için biraz geç kalmadık mı?

Total
0
Shares
Önceki makale

Yeni teknolojilerin üretiminde eski sömürü metotları

Sonraki makale

Grevdeki Temel Conta İşçileri: “Bizim bizden başka ailemiz de dostumuz da yok!”

İlgili Gönderiler