Zihinsel emeğin ihmal edilen öyküsü: Ofiste devrimci bir örgütlenme mümkün mü?

Önceki yazılarımızda sınıf mücadelesinin üretim araçları ve üretim ilişkileri üzerinden düşünülmesi gerektiğinin, farklı yakaların ve emeğin çeşitli türlerinin kapitalist sömürüde ortaklaştıklarının, ancak sermayenin emek sürecinde işe koştuğu farklı disiplin, denetim ve tahakküm araçlarından dolayı sermayenin farklı şiddet türlerine maruz kalabildiklerinin altını çizmiştik.

Bu tespitimizi yaparken Hardt ve Negri’nin başını çektiği Otonomist Marksist düşüncenin maddi olmayan emeğin hegemonik hâle geldiği ve devrimci görevin maddi olmayan emeğin omuzlarına yüklendiği tezinden kendimizi ayırdığımızı vurgulamak gerekir.

Otonomist Marksistler, maddi olmayan emeğin günümüzde başat üretken emek türü olduğunu ifade eder. Üretimin mekâna ve topluma yayıldığını iddia ederek Marx’ın değer yasasının maddi olmayan emeğin hegemonikleşmesiyle tasfiye olduğunu söylerler, gelişen teknolojik imkânlarla birlikte ücretli emekçilerin sürekli erişilebilir ve çalışabilir durumda olması, işi zamandan ve mekândan bağımsızlaştırdığı için bu süreçte sınıf mücadelesinin izini pek takip etmezler . Hâlbuki iddia ettikleri şey, tam da Marx’ın kapitalizmi tahlil ederken tespit ettiği gibi, mutlak artık değerin artırılması için sermayenin kâr oranlarının düşme eğilimine karşı iş gününün süresinin uzatılması stratejisinin bir veçhesidir.

Üretimin bütün topluma yayılması, artık değerin olası bütün anlarda ve mekânlarda üretilmesi bir sermaye ütopyasıdır. Fransa ve Avustralya gibi tarihsel olarak Türkiye’ye nazaran işçi sınıfının çok daha güçlü olduğu ülkelerde bile mesai saati sonrası e-postalara ve telefonlara bakmama hakkı, yakın tarihlerde mücadeleyle kazanılmıştır. Bu mücadele, Otonomist Marksistlerin “çağın doğal niteliği” olarak kabul ettiği iş-yaşam bütünleşmesinin, tarihsel materyalizmin gösterdiği gibi, “doğal” değil, tarihsel sonucudur. Aslında, teknolojik olarak -internet ve mobil teknolojilerden bahsediyoruz- üretim sürecinin mekândan bağımsızlaşması mümkün olduğu an, potansiyel bir mücadele hattının da açıldığı zamandır. Onun için Marksist değer teorisinin aslında bir sömürü kuramı ve kanlı canlı insanların gündelik pratiklerinden beslenen bir analiz olduğunun altını çiziyoruz. Beyaz yakalının da işçi sınıfının bir parçası olduğunu göstermek doğru olmasına rağmen devrimci siyaset için sadece bir başlangıç noktası olabilir. Beyaz yakalının içinde ürettiği ve üretirken sömürüldüğü ofisin, yani somut üretim ilişkilerinin devrimci siyasetin konusu olması gerekir. Beyaz yakalı da ancak böylece kendi için sınıf olabilir, kendi sınıfsal konumunun sermaye ve işçi sınıfı arasındaki savaşın bir cephesi olduğunu görebilir. Yalnız başına stresten egzama merhemleri aramanın ya da ofisin hemen çıkışındaki eczanenin antidepresan müdavimi olmanın kendisi politik mücadelenin konusu olduğunda, zamanımızı fazlasıyla tüketen tartışmaların sadece teorik değil, pratik yanıtını da vermiş oluruz.

Kapitalist ilişkinin neşet ettiği yer: Üretim süreci

Üretim süreci iktisadi olduğu kadar politiktir. Bunu, Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’de yaptığı gibi, politik mücadelede konumlanışın üretim ve bölüşüm ilişkilerindeki temellerine dikkat çekmek için söylemiyoruz. Üretim süreci, bir tahakküm sürecidir; işçi bu süreçte kanından, canından zihninden kaybeder. Politik olarak güçsüzleştikçe sermayenin istediği ritimde ve uzun sürelerde çalışmak zorunda kalır, politik bir güç olduğunda ise bu süreci kapitalist üretim tarzının sınırlarına kadar kendi lehine esnetebilir ve nihayetinde devrimin öznesi olup bu sınırları parçalayabilir.

İş yerindeki boyunduruğun yeniden üretimi tam da o üretim sürecinde yaratılan artık değerle sağlanır. Bu durumu üretim sürecinde şekillenen üretim ilişkilerine bakmadan yanıtlayamayız. Aksi takdirde, neoliberalizmi müjdeleyen “bilgi ekonomisi” gibi kavramları yayan Post-Fordist iktisatçıların tezlerini “devrimci” perspektiflerine zemin olarak kullananların şatafatlı kuramlarına katılır, zamanımızı artık değer üretiminde baskın hâle geldiği iddia edilen maddi olmayan emek icracılarının devrimci potansiyellerinin açığa çıkmasını beklemekle geçiririz. Bir anda “iş artık yaşamın her safhasını kavradı” diyebilir, bunu işin zamanla ve mekânla kurduğu ilişkinin niteliğindeki değişimin ya da teknolojik gelişimin sonucu gibi anlayabiliriz ve mutlak artık değerin büyümesinin sermaye tahakkümüyle ilişkisini saklayanlardan biri de biz oluruz.

Ofislerin direniş alanı olmamasının nedenini gerçekten anlamak ve bu yazgıyı kırmak istiyorsak, maddi olmayan emeğin dahil olduğu üretim sürecinin bizatihi incelenmesi gerekir. Aksi takdirde soyutlamalar soyutlamaları doğurur, teorik çıkarımlarımız yeni teorik önermelerle taçlanır ve dünyayı sadece yorumlamakla kalırız. Marx, Kapital’in ilk cildinin yüzlerce sayfasını “işi olmayan giremez” tabelasının arkasında ne olup bittiğine ayırmıştı. Bu sadece bir bilim insanının merakının celp edilmiş olmasından dolayı olmadı, devrimci mücadelenin belki de en mühim cephelerinden birisi de burasıydı.

Kaldı ki üretim ilişkilerini görmezden gelen ya da onun çarpıtılmış bir anlayışına dayanan bir politik mücadele, sermaye ve işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi muğlaklaştırır. Eğer, neoliberal dönemde üretilmiş tezlerin ifade ettiği gibi, bütün bir toplum üretim birimine dönüştüyse bu toplumda sermaye ve işçi sınıfından nasıl bahsedilebilir? Zaten bu tespit sonrasında devrimci mücadele alanı da üretim sürecinden, belirsiz bir kamusallığa taşınır. Devrimci çelişki de üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki gerilim değil, zihin emeğinin üretken olması için gereken özgürlük ile kapitalist emek sürecindeki boyunduruğun çelişkisine döner. Bilgi, enformasyon ve kanaatler üreten maddi olmayan emek, güncel kapitalizmdeki merkezî konumu nedeniyle sanki devrimin bir adım uzağında durmaktadır. Zihin emeğinin içinde bulunduğu bu çelişkinin politikleştirilmesi de -üretimin tüm bir toplumu kestiğini düşünürsek- zamansız ve mekânsızlaşmış olur.

Ancak Uğur Şahin Umman’ın Çalışma Acısı adlı eserinde aktardıklarına bakılırsa beyaz yakalı zihin emekçileri tam da üretim sürecinde sakatlanmış, kapitalist üretim sürecinin psikolojik ve bedensel yıkımlarını iliklerine kadar yaşamışlardır. Emek sürecinde gördüğü mobbing-psikolojik şiddet ve bunun yanında sağlıksız çalışma alanı yüzünden engelli kalan, beyin kanamasından ölen ve sermaye şiddetine maruz kalması sebebiyle intihar eden beyaz yakalıların yaşadıkları bu yıkım, bizzat üretim sürecinde yaşanmıştır ve üretim sürecindeki güç ilişkilerinin asimetrisi nedeniyle bu denli telafi edilemez sonuçlara yol açabilmiştir.

Günümüzde teknolojik araçlar ve toplumsal dönüşümlerin zaman ve mekân algısını dönüştürdükleri bir gerçektir, ancak bu gerçek bize zihin emeğinin yaratıcı “doğası”nın kapitalizmle uzlaşmaz devrimci çelişki içinde olduğunu değil; tam da zihin emeğinin güncel, neoliberal dönemde üretilmiş tekniklerle sömürü ilişkisine tarihte görülmediği kadar tabi olduğunu gösterir. Artık değerin önemli bir kısmının zihin emeği faaliyetinden sağıldığı doğrudur, zihin emeğinin de üretimden gelen kudreti vardır. Bir yandan da Umman’ın aktardıkları günümüzde neden zihin emeğinin üretim sürecinin ivedilikle politikleştirilmesi gerektiğini ayan beyan ortaya koyar. Emek sürecinde geri döndürülemez hasarlar almış ya da alabilecek insanların boş zamanlarının politikleştirilmesi düşünülemez. İş yerinin politikadan arındırılması bir sermaye tavrıdır, işçi sınıfının güçsüzlüğünün göstergesi ve güçlenmesinin önünde engeldir. Bugün bu engelin nasıl aşılacağının ve sermaye tavrının egemenliğinin nasıl alaşağı edileceğinin konuşulması gerekir.

Zihin emeğinin devrimci mücadele açısından bugün önemli olmasının bir nedeni de hegemonik konumundaki değişimden değil, politik olarak kol emekçilerinden çok daha güçsüz olmalarından gelir. Belki de tersten, örgütlü ya da tarihsel olarak örgütlülük refleksine sahip kol emeğinin işlerinin makinelere devrinin mobbing ve psikolojik şiddet altında çalışan zihin işçileri tarafından hızlandırılması, sonrasında basitleştirilmiş tekrara dayalı yeni iş türlerinin zihinsel emek için de ortaya çıkması ve toplumsal emeğin önemli bir kısmının buralarda istihdam edilmesi olası bir sermaye stratejisi bile olabilir. Birbirinden farklı kıtalarda, birbirini görmeden aynı sermaye için çalışarak basit işleri yerine getiren bir işçi sınıfı, sınıf mücadelesinde sermayeye daha makul bir rakip olarak görülebilir. Bu nedenle, zihin emeğinin nasıl örgütleneceğini bugünün emek süreçlerine bakarak şimdiden ortaya çıkarmalıyız.

Özellikle kapitalizmin son yarım asrında zihin emeğinin makineleştirilmesinden ve kitleselleşmesinden sınıf mücadelesi cephesinin ne yana doğru genişlemesi gerektiği kolaylıkla anlaşılabilir. Yoksa maddi olmayan emeğin işlettiği bilgisayar, veri merkezleri ve benzeri birçok makinenin; kölelik koşullarında çalışan, kimisi çocuk yaşta olan madencilerin ve tarihe karıştığı iddia edilen Fordist üretim biçiminin yaşamına capcanlı devam ettiği montaj fabrikalarındaki işçilerin kolektif maddi üretimlerinin üzerinde yükseldiği, tartışılmaz bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.

Beyaz yakanın üretim sürecinin politikleştirilmesi

Neoliberal döneme özgü bireyselleştirerek politik alanın dışına atma stratejisinin -bu kadar kişisel gelişim kitabı ve TEDx konuşması neden var?- işe en çok dahil edildiği alanların başında zihin emeğinin dahil olduğu üretim süreci gelir. Beyaz yakanın işinin bireysel niteliği ve iş yükünün bireyselleştirilebiliyor olması, kişisel bir performans mümkünmüş gibi gösterir. Aynı zamanda bu bireysel iş yükü sermaye tarafından mobbing için kolaylıkla azaltılıp çoğaltılabilir. Birçok farklı mobbing sürecinde kimi zaman işçinin altından kalkamayacağı bir iş yüküyle cezalandırılır, kimi zamansa işçiye iş verilmemesinin bir sonucu olarak teknik-zihinsel becerilerilerinin köreltilmesi yoluyla işten koparılır. Çok iş verip bezdirme veya az iş verip değersiz hissettirme, bu tekniklerin özetidir.

Diğer yandan, bireysel ücret ve prim uygulaması da işçinin kendine vereceği değerin sermaye tarafından tayin edilebilmesinin aracı hâline gelir. İyi zam ve prim aldığında işçi kendini değerli, bunun tersi olduğunda ise değersiz hisseder. Ancak işçinin kendini değersiz hissetme ihtimalinden kaçınma stratejisi olan ve kendisinin talep ettiği ücret bilgisinin gizliliği yasası yüzünden elinde somut bir ölçüt de olmaz, bu da sermayenin bugün gig ekonomisi ya da kuryelik gibi esnaf-işçi modeli denilen yeni yöntemlerinin ofis içinden de türediğinin göstergesidir. Bütün ofis işçileri, sermaye karşısına tek tek bireyler olarak çıkar. Üretim araçlarına sahip olan sermaye ve birey işçi arasındaki güç eşitsizliği, emek sürecinin sermayenin lehine işlemesine neden olur.

2012’de kurulan ve pandemiye kadar faaliyet gösteren Plaza Eylem Platformu’nun (PEP) faaliyetleri; ofis işçilerinin kendi iş yaşamları üzerine odaklanmalarına önayak olan, üretim süreçlerinde maruz kaldıkları şiddet, tahakküm ve sömürü biçimlerinin görünürlüğünün artmasını sağlayan, ofiste gerçekleşen birçok iş cinayetinin faillerini parmakla gösteren, beyaz yakalının sınıf mücadelesindeki öz örgütü olmayı deneyen bir adımdı. Örneğin, bir işçinin mobbingle ilgili dava açabilmesi ve bu davada adli tıp kurumundan mobbinge dair rapor talep edebilmesi gibi pek de bilinmeyen birçok aracın ve bilginin yaygınlaştırılması, örgütün sınırlı kapasiteyle yaptığı önemli işler arasındaydı. Örgüt, maddi olmayan emeğin üretim sürecinde mücadele eden politik bir özne olmanın yollarını inşa etmeyi denedi.

PEP’in örgütsel sınırlılıkları vardı, özellikle pandemi sonrasında faaliyetine devam edememesi, bu sınırlılıkların bir sonucu olarak görülebilir.

Bugün bu sınırlılıkların üstünden gelecek, beyaz yakalının dahil olduğu üretim sürecine müdahale edecek, aynı zamanda devrim tahayyülünü de yaygınlaştıracak perspektifler geliştirmek gerekir. Fazla mesai ücretinin ödenmesinin bir istisna olduğu ofislerde işçinin sınırlarını zamansal, zihinsel ve bedensel olarak zorlayan emek süreçlerinin teşhiri ve ilgası, devrimcilerin önünde duran bir ödevdir. Burada soyut (sermaye ve işçinin aynı potada eritildiği) iyi vatandaş gibi bir konuma çağrı ne mobbingin önüne geçebilir ne de işçinin işçi olarak politikleşmesini sağlayabilir. Unutulmamalıdır ki, ofislerde mobbing uygulayanların bir kısmı da “iyi” vatandaş gibi görünse de mobbing, genellikle sermaye çıkarı için kullanılan bir şiddet türüdür. İş yerindeki sömürü görünür kılınmadıkça ya da işçiler öldükten sonra sadece kısa süreli gündemleri işgal ettikçe, birçok “iyi” insanın işçiye mobbing uygulamaktan çekinmeyeceğini bilmek gerekir.

Gündüz iş akşam direnişin zorunlu yenilgisi

Maddi ya da maddi olmayan emeğin üretim sürecindeki sömürüsünün devrimci mücadelenin konusu hâline gelmemesi, devrimciliğin inşa edilmeye çalışıldığı kamusal alanda da etkisini gösterir. Bu üretim sürecinde üretilen artığın sermayeyi seferber eden zor aygıtını da beslediğini unutmamak gerekir. Bu yüzden “sabah iş, akşam direniş” sosyalist mücadeleye güç kazandırmaktan ziyade kaybettirir. Sabah ürettiğimiz artık değer, insanların canlarını alan biber gazı fişeği olarak akşam karşımıza dikilir. Bu o gün de böyleydi, bugün de böyle.

Devrimci mücadele püriten bir ahlaka çağrı yapmaz, uzak geleceğe işaret edip kurtuluşu ilahileştirmez. Üretim sürecinin sakat bıraktığı işçilerin vücut ve zihin sağlığını korumak zorundadır. Üretim süreci, işçinin tenine ve zihnine kazındıkça insanın kudreti de azalır. Devrimci siyaset tam da bu kudretin korunmasını sağlamalıdır. Burada devrimci örgütle sivil toplum kuruluşunu ayıran nokta, işçinin kendini korurken politik özne hâline gelmesidir. O işçi, artık hiç tanımadığı diğer işçilerin yanında kendisi için de mücadele etmektedir, mücadelesi doğrudan kendi bedeni ve zihninin zırhıdır.

Bugün sermaye ve işçi sınıfının çıkarının uzlaşmazlığını tam da en açık sömürü alanı olan üretim sürecinde göstermek gerekir. İyi ahlaka ya da sermaye ve işçiyi aynı potada eriten herhangi bir politik söyleme yaslanmak, bir biçimde iki sınıfın da beraber göğe bakabileceği anlamına gelir. Ancak işçi dirhem dirhem kendinden kaybederken sermaye, toplumsal üretimin nimetleriyle zevk-i sefa içindedir. Türkiye’de başka evrenlerde yaşayan bu iki grup, iktisadi olarak sayılarla bariz bir şekilde bölünmüşken, onu politik bir birlikmiş gibi temsil eden bütün söylem ve kurumlar, sermayenin bu sefasının bekçileridir. Günümüz Türkiye’sinde biri iki yapmak gerekir, ulusun tekliğine karşı sınıfın ikiliği gözlere sokulmalıdır.

Biz bir taraf, sermaye bir taraf!

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki makale

Söz meclisten dışarı, mahalleden içeri

Sonraki makale

“Devletin eli”: Çözüm mü, aldatmaca mı?

İlgili Gönderiler