“Birleşik mücadele” ya da “ittifaklar” meselesi, sosyalist hareketin gündeminde yalnızca bir taktik tartışma olarak değil, stratejik bir yönelim olarak da uzun yıllardır yerini koruyan bir başlık.
İçinde bulunduğumuz siyasal dönem de birleşik mücadele söylemlerinin ve arayışlarının önceki yıllara kıyasla daha yoğun biçimde gündeme geldiği bir süreç olarak ilerliyor. Elbette bu eğiliminin nesnel ve öznel gerekçeleri var. Kapitalist sistem bir bütün olarak artık daha otoriter ve yasasız bir şekilde hareket ediyor. İşçi sınıfı hareketinin ve devrimci-sosyalist siyasetin sahip olduğu alan ise sistematik biçimde yok edilmeye çalışılıyor.
Sosyalist örgütlerin ya da diğer direniş odaklarının ise, mevcut güç ve imkânlarıyla iktidarların saldırılarını püskürtmesi kolay bir görev değil. Bu nedenle, birleşik mücadele arayışı da genel geçer bir doğruyu ifade etmenin ötesinde, güncel zorunluluk ve bir çıkış hamlesi olarak önümüzde duruyor.
Bu doğrultuda, geçtiğimiz aylarda çeşitli iç toplantılar ve görüşmeler yapan ve son olarak 19 Ekim’de İstanbul’da “Türkiye Siyaseti Yeniden Şekillenirken Sosyalist Strateji” başlıklı bir forum düzenleyen Komite, Sendika.org, Kılavuz ve Yolculuk, birleşik mücadele tartışmalarını da yeniden gündeme taşıdı. Katılımın ve söz alma talebinin oldukça yoğun olduğu bu forumda, birleşik mücadele ve sosyalist hareketin siyasal strateji inşası üzerine farklı görüşler paylaşıldı.
Önümüzdeki dönemde bu çabaların nasıl ilerletileceği ise yanıtlanması gereken bir soru olarak gündemdeki yerini koruyor.
Biz de forumda tartışmaların ve kimi soruların biraz daha açıklığa kavuşması amacıyla, hem son aylarda dört kurum arasındaki görüşmelere hem de söz konusu foruma katılan Kızıl Parti Genel Sekreteri Onur Emre Yağan ile bir röportaj yaptık.
Birçok başlığı konuştuğumuz röportajın bu ilk bölümünde, Yağan ile Kızıl Parti’nin birleşik mücadeleye dair düşüncelerini, ayrıca diğer üç örgütle birlikte düzenledikleri forumu değerlendirerek, ortak mücadele için attıkları adımların politik anlamını ve “bağımsız devrimci siyaset” konusunu ele aldık. Röportajın yarın yayınlanacak ikinci bölümünde ise “siyasal strateji” başlıkları ve dört örgütün ileriye dönük atacağı adımlara yer vereceğiz.

Birleşik mücadele arayışı: Tarihsel bir sorumluluk ve güncel bir zorunluluk
Kılavuz: Birleşik mücadele gündemi, sol-sosyalist hareketin ve aslında onu da aşan bir muhalefet alanının, içinde bulunduğumuz dönemin önemli tartışma başlıklarından biri. Kızıl Parti de bu tartışmaların ve arayışların bir parçası olarak öne çıkıyor. Söz konusu çabaların bir örneği olarak görülebilecek Bağımsız Devrimci Siyasetin Gereklilik ve Olanakları Forumu’nun da düzenleyicilerinden birisiniz. Buradan hareketle, öncelikle şu soruyu cevaplamak doğru olur: Kızıl Parti, genel anlamda birleşik mücadeleye ya da birlik meselesine nasıl bakıyor?
Onur Emre Yağan: Biz, farklı politik özneler ve toplumsal dinamiklerle birleşik bir mücadele zemininde buluşma veya ittifaklar meselesini, içinde bulunduğumuz siyasal dönemin nesnel koşullarından ve tarihsel gerekliliklerden bağımsız olarak ele almıyoruz elbette. Yani birleşik mücadele söylemini, mücadelenin her döneminde aynı biçimde geçerli bir tür amentü gibi görmek değil de politik gerçeklik ve ihtiyaçlar üzerinden dinamik ve güncellenebilir bir çerçevede değerlendirmek gerekir diye düşünüyoruz.
Bir komünist partinin temel programatik görevi, farklı sol hareketlerin ya da çeşitli muhalefet odaklarının cephesini veya eşitler arası bir ittifakı kurmak olmaz. Asıl öncelik, özgün ve öncü nitelikleri güçlendirerek emekçi halk içinde örgütlenmek, siyasal bir güç odağına dönüşmek ve farklı politik örgütlenmeleri de belirleyip harekete geçirerek birlikte mücadeleyi inşa etmektir. Deyim yerindeyse ideal olan budur. Öte yandan, kimi dönemlerde birleşik mücadele veya cepheleşme politikası stratejik önceliklerden biri hâline gelebilir. Bugün öyle bir dönemin içinde olduğumuzu tespit edebiliriz. 1930’lu ve 1940’lı yıllardaki klasik faşizm dönemi ya da 12 Eylül darbesinin öncesindeki yıllar da buna uygun örnekler olarak veriliyor sık sık ve bu örneklerden şu dersi çıkarabiliyoruz: Faşizme karşı geniş bir direniş çizgisi oluşturamadığınızda yenilgi kaçınılmaz hâle gelebilir.
Örneğin, Almanya işçi sınıfının faşizme teslim olmasında, Alman komünistleri ve sosyal demokrasinin birlikte hareket edememesinin yarattığı boşluk belirleyicidir. O dönem, 1920’lerin başında sosyal demokrasinin ihaneti nedeniyle de Alman devrimini elinden kaçıran ve yenilgiye uğratılan komünistler, Naziler iktidara geldikten sonra tehlikenin farkında olmalarına rağmen ihanet eden sosyal demokratlara yaklaşmak istememiştir. Alman sosyal demokrasisi ise faşizme karşı radikal bir mücadeleye girmekten kaçınmıştır. Birleşemeyince de tabii faşizme ve Kahverengi Gömleklilere karşı mücadele etmeye hazır milyonlarca işçiyi harekete geçiremiyorlar ve sonrasını biliyoruz. Türkiye’de ise, 12 Eylül öncesi dönemde solun parçalı hâli ve iç çatışmaları, faşist darbeye karşı koyamamasında etkili olmuştur; bunu inkâr edemeyiz.
Gelgelelim, bugünkü pratik durum için şunu söyleyelim: Kızıl Parti’nin kuruluş sürecinde yayınlanan temel metinlerde ve sonrasında yaptığımız değerlendirmelerde, dünya kapitalizminin ve siyasal alanın mevcut durumuna dair detaylı ve güncel analizler yaptık. Tüm bu çalışmalarda siyaset başlığı altında ortak olan ve henüz değişmeyen bir saptama şudur: Bugünün koşullarında, biçimi ve yöntemi gibi tartışmalar şimdilik bir yana, birleşik mücadelenin bir gereklilik, tarihsel sorumluluk ve zorunluluk olduğunu düşünüyoruz.
Genel bir strateji çerçevesi konuşurken de tekrar ederiz ama “zorunluluk” vurgusunun açıklaması olarak şunu söyleyeyim: Dünya kapitalizmi hâlâ özsel olarak sınıfsal çelişkilerini sürdürüyor olsa da sistemin mevcut formu bir yeniden yapılanma sürecinin başında ya da ilk adımlarını atmıştır diyebiliriz. Elbette kapitalizmin tanımını oluşturan esaslar değişmiyor ve sistem varlığını sürdürüyor. Ancak geçmiş yıllara göre, -hatta kapitalizmin neoliberal evresine göre dersek daha güncel olur- sermaye birikim biçimleri ve toplumu yönetme süreçleri ile idari aygıtlar değişiyor. Buna paralel olarak, bu süreçlere hizmet eden devlet, siyaset, hukuk, kültür ve ideoloji gibi üstyapı kurumlarının karakteri de değişiyor.
“Günümüz kapitalizminin saldırıları, direniş güçlerinin birlikte hareket etme zorunluluğunu daha da belirgin hâle getiriyor.”
Kapitalizmin sistem olarak, burjuvazinin ise sınıf olarak siyasal açıdan her zamankinden daha fazla gericileştiği bu evrede yasasızlık işliyor. Bugün kapitalizm, kurumlarıyla birlikte adeta illegal bir paramiliter güç gibi hareket ederek faşist baskı politikalarıyla kendisini yeniden üretiyor demek abartı olmaz. Emekçileri daha fazla yoksullaştırıyor, baskı altına alıyor ve yurttaşlık kurumu ile kolektif toplumsallığı ortadan kaldırarak sömürü mekanizmalarını da tahkim ediyorlar. Sosyalist devletlerin var olduğu dönemde, bir denge sağlama zorunluluğuyla liberal demokrasiyi, sosyal devlet uygulamalarını ve temel insan haklarını güçlendirmek zorunda kalan “reel kapitalizm” dönemi de neoliberalizm dönemi de bitti, geri gelmesini beklemesin kimse. Teknolojik gelişmenin en üst düzeyde olduğu bir dönemde bu söylediğim çelişkili gibi görünebilir fakat kapitalizmin en ilkel ve en vahşi hâline geri dönüyoruz.
Türkiye’deki iktidarın genel yönelimi de kapitalizmin evrensel eğiliminden hiç farklı değil. Bizdeki kapitalist devlet de dünya çapındaki bu yönelimin bir parçası. Hatta gericileşme ve yasasızlık konusunda başı çeken bir patron sınıfı ve devlet yöneticileri var karşımızda. Tüm bu saldırılar karşısında, sosyalist hareketin dağınıklığı ve güçsüzlüğü, sendikal örgütlenmenin zayıflığı ve işçi sınıfı içinde sağ ideolojilerin güçlenmesi gibi etkenler, direniş güçlerinin birlikte hareket etme zorunluluğunu daha da belirgin hâle getiriyor.
Elbette kapitalizmin yeni evresine, ortaya çıkan siyasal gericiliğe ve toplumsal saldırıya karşı çıkabilecek, alternatif üretebilecek tek güç olan sol düşünceye ve sosyalist-devrimci örgütlere de köklü bir tasfiye dayatılıyor. Düzen içi siyasal alana çekebildiklerini parlamento ve popülarite gibi hayallerle ehlileştirip, yeni siyasal normlara uyumlu hâle getirerek bir karikatüre dönüştürüyorlar, bunu başaramadıklarını ise yok etmeye çalışıyorlar.
Böylesine kapsamlı bir saldırıya karşı koyabilecek öncü bir örgütlülüğe ve toplumsal etkiye sahip devrimci bir özne ise ne yazık ki bugün mevcut değil. Bunun için yola çıkan, emek harcayan, devrimcilikte ve kapitalizme karşı sınıf mücadelesi çizgisinde ısrar eden örgütler ve toplumsal direniş odakları elbette var; ancak herhangi bir özne tek başına bu saldırıya karşı koyabilecek durumda değil. Bu nedenle bu öznelerin birlikte mücadelesi artık bir zorunluluk olarak ele alınıyor.
Bana kalırsa sosyalist hareketin büyük kısmı bu tabloyu açıklıkla okuyabiliyor. Pratikte adımlar atılmaya çalışılıyor ve doğru, güncel çözümlemeler ile ortak bir yöntem geliştirilebildiğinde ciddi bir mesafe kat edilebilir. Biz de kendi konumumuzu bu tespitlerden ve sorumluluklardan hareketle belirliyoruz. On yıllardır dile getirilen “Solun bu kadar ciddi ayrımları yokken bu kadar örgüte ne gerek var?” eleştirisine zaten verilecek müthiş bir yanıt yoktu. Ancak bu söylem bir süre sonra karşılığı alınamayan bir klişeye dönüştü. Bugün ise insanlığın tarihsel birikiminin ve onun öncesinde sosyalist siyasetin, devrimci hareketin yok edilmesine yönelik büyüyen bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizim arayışımız da tam olarak bu saldırıyı durdurmaya ve buna karşı birleşik bir hat örmeye yöneliktir.
“Devrimci siyasetin güçlendirilmesini ve direniş odaklarının birlikteliğini hedefliyoruz.”
Kılavuz: Peki, anlattıklarınız doğrultusunda 19 Ekim’deki forumu düzenleyen kurumlarla yürütülen ortak faaliyeti nasıl tanımlıyorsunuz? Nasıl bir birleşik mücadele mümkün olabilir? Ayrıca forum sırasında kürsüde de ifade edildi; bu birliktelik, 1 Mayıs 2025’te ortaya konan Taksim iradesi etrafında mı şekillendi diye de soralım.
Öncelikle şu kısmı açıklığa kavuşturalım: 1 Mayıs 2025 Kadıköy-Taksim ayrışması elbette önemli, ancak bunu her şeyin başladığı tarih ya da bir tür “devrimcilik turnusolü” düzeyinde ele almak belli açılardan yanlış ve abartılı olur. 1 Mayıs eyleminde ortaya çıkan Taksim birlikteliğini bir sonuç olarak görmek daha anlamlı olur. Daha doğrusu, 1 Mayıs öncesinde yapılan belirli bir politik okumanın netleşmesi olarak görülmeli.
19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla gerçekleştirilen siyasi darbe, Türkiye siyaset tarihinde bir eşiğin daha aşıldığını gösterdi. AKP-MHP iktidarı, halk desteği en güçlü olan politik odağı ve aktörleri yasa dışı yöntemlerle ve hukuksuzca tasfiye ederek, siyaseti ve toplumu kendi kurallarına göre yeniden yapılandırmak ve böylece rejimi Erdoğan sonrasında dahi sürdürmeyi garanti altına almak istiyor. Bu açıdan CHP’ye yönelik saldırı sadece CHP’yi ilgilendirmiyor; çünkü onu yendiklerinde siyaset kurumunu da bütünüyle yeniden yapılandırmış olacaklar.
Ayrıca bu darbeye karşı gençlerin öncülük ettiği bir halk eylemi de güçlü biçimde ortaya çıktı. Bize göre, Saraçhane Direnişi’nin hemen sonrasına denk gelen 1 Mayıs’ı tüm bu gelişmelerden bağımsız ele almak yanlış olurdu. Biz, 19 Mart sonrası ortaya çıkan isyan potansiyelinin sokakta şekillenmesi, geliştirilmesi ve daha ileri bir aşamaya taşınması gerektiğini düşünüyoruz. Bu nedenle 1 Mayıs’ta geri çekilmek yerine, halk hareketini devrimci bir iktidar perspektifiyle radikalleştiren bir noktaya taşımayı savunduk. Bunun somutlanacağı alan ise doğal olarak, devletin sınırlarını belirlediği ve öfkeyi soğurmaya hizmet edecek olan heyecansız Kadıköy değil; Türkiye’de direniş iradesinin en üst seviyede güçlendirilebileceği Taksim Meydanı olabilirdi. Bu yüzden Taksim’e çağrı yaptık.
Birçok sosyalist özne ve mücadeleci sendika da benzer değerlendirmeler yaparak Taksim’i işaret etti. Kadıköy kararı bir geri çekilişi temsil ediyordu ve yanlıştı. Ancak Kadıköy-Taksim ayrımını kaba biçimde bir devrimci-reformist ayrımı olarak görmek de yanlış. Yani “Taksim’e giden devrimcidir, Kadıköy’e giden değildir” gibi bir yaklaşım hem apolitik hem de analiz açısından yetersiz. Biz, Kadıköy’e giden birçok sol ve sosyalist örgütün, kendi öznel gündemleri ve işçilerin temsilcisi olarak görülen sendikaların etkisiyle yanlış bir politik okuma yaptığını düşünüyoruz. Ama devrimcilik yarıştıracak ya da 1 Mayıs’ı milat gibi kabul edecek durumda değiliz. Bana sorarsanız bu tür karşılaştırmalar hem kalibresi düşük hem de bütünü açıklayamayacak örneklere fazla anlam yükleyerek indirgemeciliğe düşüyor.
“Bir siyasal strateji oluşturmak için sadece Taksim-Kadıköy ayrımından hareket edemeyiz”
Bizim ayrımımız genel olarak, Türkiye’de sosyalist hareketin kapitalist düzenin ve emperyalizmin güncel yapısını nasıl çözümlediğiyle; buna karşı sosyalist devrimci siyasetin nasıl güçlendirileceğiyle ve düzen siyasetine karşı devrimci bir siyaset ve öncülük anlayışının nasıl geliştirileceğiyle ilgili ortaya çıkıyor. Bugün Türkiye devrimci hareketi açısından esas mesele şu: İktidarın saldırılarına ve buna karşı ortaya çıkan direniş potansiyeline nasıl yanıt üreteceğiz? Bu mücadeleyi hangi siyasal mecrada, örneğin sokakta mı yoksa sandıkta mı şekillendireceğiz ve iktidar perspektifimiz ne olacak? Bir siyasal strateji oluşturmak için sadece Taksim-Kadıköy ayrımından hareket edemeyiz şüphesiz; yanıtlanması gereken çok daha esaslı sorular var.
Bizim, 19 Ekim forumunu düzenleyen diğer üç örgütle, yani Komite, Sendika.org ve Yolculuk’la geçtiğimiz aylarda yaptığımız birçok görüşme oldu. Bu görüşmelerde Türkiye siyasetine devrimci müdahalenin nasıl gerçekleştirileceğini ve sosyalist siyasetin güncel biçimde inşa edilmesi gerekliliğini tartıştık. Dolayısıyla Taksim birlikteliği, önceki dönemde yapılan politik değerlendirmelerin ve mücadele anlayışının somutlanmasının bir ürünüydü aslında. Bu açıdan bir başlangıç değil, benzer değerlendirme ve yaklaşımlara sahip devrimci öznelerin bir araya geldiği bir sonuç olarak görülmeli.
Dediğim gibi, sadece dört örgüt değil, benzer değerlendirmelere sahip çok sayıda sosyalist özne, mücadeleci sendikalar ve direniş odakları da var. Henüz dinamik biçimde ilerleyen bir sürecin içindeyiz. Daha gelişkin ve somutlanmış bir birlikte hareket için konuşmamız, ortaklaşmamız gereken birçok başlık var. Ama şu aşamada şunda ortaklaştığımızı düşünüyorum: Türkiye’de devrimci hareketin, çeşitli öznel nedenlerle ve özellikle de AKP faşizminin belirlediği siyasal koşullar nedeniyle iktidar perspektifi silikleşmiş durumda. Düzen içi siyasal alanlarda, düzen içi politik öznelerin belirlediği zeminlerde hareket ederek bağımsız devrimci siyasetten ve işçi sınıfını iktidar hedefiyle örgütleme perspektifinden de uzaklaşıyor.
Buna karşı, düzen içi siyasi öznelerden ve işçi sınıfı siyasetini merkeze koymayan sol politik aktörlerden bağımsız, emekçi halkın örgütlenmesini temel alan devrimci bir siyaset ve öncülük geliştirmeliyiz. Bizi bir araya getiren temel zemin bu. Başlangıç olarak ortak tartışma platformları kurmak, eylem birliktelikleri oluşturmak için yeterli bir temel bu. Ancak bir cephe ya da birlik ilanı için şimdiden bir netlik oluşturulamaz. O mesafeyi henüz katetmedik. Hiçbir örgüt de meseleyi böyle oldu-bittici bir anlayışla ele almıyor.
Ben dört örgüt olarak yaptığımız görüşmelerden de hareketle şunu söyleyebilirim: İyi düşünülmemiş; politik zemini, ilkeleri, eylem ve öncülük anlayışı oluşturulmamış ve daha önemlisi, sadece belirli sayıda sol örgütü bir araya getirmekle sınırlı kalacak bir birlik ya da cephe ilanı gündemimizde yok. Şu aşamada bu adım atmak flüt yerine havuç çalmak olur ve dolayısıyla aradığımız sesi duyamayız. Bizim gündemimizde olan şu: Devrimci siyaset ve öncülük anlayışını görünür, yaygın ve kabul edilebilir ölçekte büyütmek ve tartışılır hâle getirmek. Türkiye’de iktidarın yeni rejim dayatması ve yasasız saldırı politikalarından kurtulmanın bir devrim meselesi olduğunu siyasal düzlemde halka anlatmamız gerekiyor. Bu pisliği gerçekten ancak devrim temizleyebilir.
Ayrıca ülkenin farklı noktalarında, farklı başlıklarda ortaya çıkan direnişleri de ortaklaştırmayı hedefleyeceğiz. Onlarca şehirde işçi eylemi, ekoloji direnişi, kadın mücadelesi var; üniversitelerde geleceği için mücadele eden öğrenciler var. Bunlar arasında bir siyasal doğrultu, ya da sık kullanılan kavramla strateji ortaklığı ve devrimci irade oluşturmak, bunu güçlendirmek, bunun sol siyasette egemen hâle gelmesi, örgütlerin mevcut güçlerini birleştirmesinden çok daha büyük bir umudu ve enerjiyi açığa çıkarır. Ayrıca iktidarın saldırılarına karşı da daha etkili bir direnç üretir. İçinden geçtiğimiz bu aşamada, bu kararlılığı ve direniş birliğini ya da bir devrimci irade birliğini diyelim, bunu inşa etmek önceliğimizdir.
Kılavuz: Peki, forumda da tartışılan ve sonrasında kimi eleştirilerde gündeme gelen “bağımsız devrimci siyaset” konusuna biraz değinelim. Sosyalist hareketin bağımsız siyaseti derken neyi kastediyoruz; kimden ya da neden bağımsız?
Burada vurgulanan bağımsız olma durumu, daha çok teorik düzeyde, yani Marksist-Leninist perspektifle tanımlanan sınıfsal bağımsızlık elbette. Burjuva sınıfıyla herhangi bir gerekçeyle iş birliğine girmeden, işçi sınıfının devrimci iktidarını savunma çizgisinde kurulan bir bağımsızlıktan söz ediyoruz temelde.
Yukarıda biraz değindik; kapitalist sistemin ve Türkiye’de iktidarın dayattığı gericilik ile yasasızlık, ancak bir devrimci radikallikle yenilebilir. Bu düzeni yıkma iradesini ve kararlılığını gösteremeyen, siyaseti yalnızca parlamento zemininde yürütmekle yetinen, sokak hareketlerini büyütme perspektifinden yoksun, işçi sınıfı içinde örgütlenmek yerine sendikal bürokrasiyi güçlendiren, AKP’yi bir rejim inşa eden karşı-devrimci güç olarak değil de sıradan bir burjuva hükümeti olarak görüp sürekli sandığı işaret eden öznelerle çeşitli zeminlerde yan yana gelmek mümkündür ancak bu, stratejik bir ortaklık anlamına gelmez. Eğer ileri bir düzeyde, ortak bir devrimci siyaset inşa edeceksek, bunu iktidar perspektifinde yakınlaşan öznelerle kurabiliriz.
“Sosyalistler, iktidarın CHP merkezli saldırısıyla birlikte yeni siyaset inşası çabasına karşı kendi siyasal söylemleri ve kendi örgütlenmeleriyle yanıt üretebilirler.”
Gelgelelim bu soruyu doğuran aktüel tartışma, teorik olmaktan çok politik aslında. İşte örneğin, “Kürt hareketiyle işbirliği yapmamak mı bağımsızlık dediğiniz?” diye soruluyor. Bu soruya şimdilik kısaca yanıt vereyim; ilerledikçe biraz daha detaylandırırız. Kürt siyasal hareketinin güncel yönelimlerini belirleyen ve Abdullah Öcalan tarafından oluşturulan paradigma, Kürt sorununun çözümü açısından taşıdığı anlam bir yana, Marksist-Leninist anlamda iktidar sorununu merkeze koyan bir yapıya sahip değil. Bu açıdan Kürt siyasal hareketi, bir devrimci iktidarı da hedeflemiyor diyebiliriz.
Bunlar, stratejik ortaklık kurulması açısından önemli ayrımlar. İşçi sınıfı devrimini hedefleyen Marksist-Leninist hareketlerle Kürt siyasal hareketi arasındaki programatik mesafe, aynı stratejik hat ve parti çatısı altında buluşmayı yanlışlayacak ölçüde derin. Özetle, Kürt siyasal hareketinin programatik-politik çizgisini belirlediği ya da başka bir ifadeyle kendi paradigmasını kabul ettirdiği bir partide veya ittifakta yer almak, sosyalist siyasetin Marksist özüne uygun bağımsız gelişimini engeller diye düşünüyoruz biz.
Öte yandan yoldaşça dayanışma kurmak, eylem birliği yapmak, siyasal mücadelede ortak talepler etrafında buluşmak, Kürt sorununa kör olmamak da gerekiyor. Kürt halkının taleplerini görmemenin bağımsızlıkla bir ilgisi yok. Tam tersine, bu konularda sorumsuz davranmak yeni tip bir “sol ulusalcılık” ya da yumuşatmayalım, düpedüz sağcılıktır bana göre. Biz bundan oldukça uzağız.
Aynı şekilde bu, CHP’den de bağımsızlık anlamına geliyor şüphesiz. Buna bir örnek vereyim bakın; CHP ile dayanışma göstermek gerekiyor ve bunu açıkça söylüyoruz. Ama sosyalist hareketin kendi iç ilişkileri söz konusu olduğunda, kendini Türkiye’nin “en büyük sosyalist gücü” olarak tanımlayan, sürekli “biz en çok devrimci iş yaptık” diyen, burnundan kıl aldırmayan, abilik taslayan sol örgütler var. İş CHP’ye gelince ne oluyor? Hemen yelken bayraklarını alıp, koşarak CHP mitinglerine gidiyorlar. Üstelik en kenara itilip orada Ahmet Davutoğlu’nu, Ali Babacan’ı dinliyorlar.
Biz buna mahkûm muyuz? Hayır. Sosyalistler, iktidarın CHP merkezli saldırısıyla birlikte yeni siyaset inşası çabasına karşı kendi siyasal söylemleri ve kendi örgütlenmeleriyle yanıt üretebilirler. O kadar da çaresiz ya da güçsüz değiliz aslında. Ama bazı örgütler, bir sonraki seçimde milletvekilliği hesaplarıyla, CHP ile dayanışmayı birbirine karıştırıyor. Sonuçta ortaya apolitik, etkisiz, izleyici, reformist bir sol görüntü çıkıyor.
Bu açıdan da bağımsız olmakta ısrar etmemiz lazım. Dayanışmamızı da yeri geldiğinde kendi istediğimiz biçimde, kendi meydanlarımızda, kendi kürsülerimizden, sosyalist siyaseti dillendirerek gösterebiliriz. Biz o CHP mitinglerinde söylendiği gibi “en sağdan en sola kadar tüm Türkiye’yi kucaklamak” zorunda değiliz. Tam tersine, bizim sağcılardan bağımsızlaşmamız gerekiyor.
YARIN: SOSYALİST STRATEJİNİN ANA BAŞLIKLARI NELER? BUNDAN SONRAKİ ADIMLAR NELER OLACAK?








