Bağımsız Devrimci Siyasetin Gereklilik ve Olanakları Forumu’nun ardından_“Etkisini gördüğümüz, gerçek bir arayışı temsil ediyoruz.”

Bağımsız Devrimci Siyasetin Gereklilik ve Olanakları Forumu’nun ardından: “Etkisini gördüğümüz, gerçek bir arayışı temsil ediyoruz.”

Sosyalist sol, geçmişe kıyasla daha yoğun biçimde ve birçok zeminde birleşik mücadele arayışını sürdürüyor. Bu arayışlardan birinin somut adımları, Komite, Sendika.org, Kılavuz ve Yolculuk yayınları ile bu yayınları sahiplenen devrimci örgütler tarafından 19 Ekim’de İstanbul’da düzenlenen bir forumla atıldı.

Forumda, Türkiye’de ve dünyada siyasetin yeniden şekillendiği güncel koşullar bağlamında, bağımsız devrimci siyaset inşası ihtiyacına ve bu amaçla atılabilecek adımlara dair tartışmalar yürütüldü. İlgiyle takip edilen forumun ardından çeşitli değerlendirmeler ve eleştiriler de gündeme geldi. Ayrıca bazı başlıklar hâlâ tartışılmaya devam ediyor.

Biz de tüm bu tartışmalara ve sorulara açıklık kazandırmak amacıyla, forumun düzenleyici örgütlerinden biri olan ve geçtiğimiz aylarda birleşik mücadele için farklı birçok devrimci özneyle görüşmeler yapan Kızıl Parti’de genel sekreterlik görevini yürüten Onur Emre Yağan ile görüştük. Dün ilk bölümünü yayınladığımız röportajda, Kızıl Parti’nin birleşik mücadeleye bakışını, düzenlenen forumun amacını, dört örgütün birleşik mücadele başlığı altında yürüttüğü tartışmaları ve bağımsız devrimci siyaset meselesini ele almıştık.

Röportajın bu ikinci bölümünde ise, bugün sosyalist bir strateji inşa arayışını hangi politik başlıklarla somutlayabileceğimizi konu ettik. Bununla birlikte, önümüzdeki dönemde bu arayışın nasıl devam edeceğini de sorduk.

Strateji inşasının ana başlıkları: Kapitalizmin bugünkü normali faşizmin bizzat kendisine dönüşüyor

Kılavuz: “Siyasal strateji” başlığı da önemli. Sosyalist devrimci hareketin stratejisinin ne olacağı tartışılıyor ancak henüz bu konuda yeterli ve genel kabul gören yanıtlar da üretilmiş değil. Sizin bu konuda bir politik çerçeveniz var mı? Hangi başlıklarda fikir üretmek, bu stratejinin temel taşlarını oluşturacak?

Bu çok derinlikli ve kapsamlı yanıtlar gerektiren bir konu. Üstelik, taşları yerine oturtmak için biraz daha zamana ihtiyacımız var. Henüz hiçbirimizin elinde hazır bir reçete de yok. Ben izninizle, bu konuda bizim partimizin zihninde olgunlaştığını söyleyebileceğimiz başlıkları birkaç madde hâlinde özetlemeye çalışayım.

Birincisi, dünya emperyalist-kapitalist sisteminin yönelimlerini bugün nasıl tanımladığımız ve kendi mücadelemizin odak noktasının ne olacağı meselesidir. Yukarıda, kapitalist sistemin içine girdiği yeni evreden ve bunun etkilerinden biraz bahsettik; o kısımları tekrar etmeyeyim.

Bize göre, bugün kapitalizmin sömürü mekanizmalarını ve yönetim aygıtlarını yeniden tanımlama çabası, daha önce de değindiğimiz gibi otoriter yönetimlerle ve faşist baskıyla harmanlanarak, hatta faşizmin bir idari yöntem olarak devreye sokulmasıyla sürdürülüyor. Bu açıdan “faşizm dönemindeyiz” şeklindeki saptamalar hafife alınmamalı. Ama bugün değerlendirme yaparken fark olarak görülmesi gereken bir nokta var: Faşizm günümüzde kapitalist sistemin içinde bir aykırılık olarak ortaya çıkmıyor; sistemin bizzat kendisi, bütün hâliyle faşist bir karakter kazanıyor.

İçinden geçtiğimiz dönemde, otoriterlik veya faşizm tartışmaları yapılırken, 1930’lu ve 1940’lı yılların klasik faşizmiyle yapılan karşılaştırmalar ve ona uygun tanımlamalar oldukça yaygın. Ancak bu karşılaştırmaların yetersiz olduğunu düşünüyorum. Geçmişte faşizm, elbette kapitalist sistemin bir ürünü olarak, patron sınıfının doğrudan desteğiyle ortaya çıktı ve emek sömürüsünü sürdürüp sermaye egemenliğini korumak üzere kendini var etti. Kapitalist devletlerin Sovyetler Birliği’ni ve komünist hareketi yok etme çabası, Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde faşist partilerin önünü açmalarının temel nedeniydi.

O dönemin faşizminin temel özelliği şu: Kapitalist sistem bir bütün olarak, yani evrensel ölçekte faşizme yönelmedi. Bazı faşist iktidarlar adeta temsilci bir rol üstlendi. Bu açıdan bakıldığında, o dönemin faşizmi bir tür “anomali”ydi. Hitler gibi örnekler kontrolden çıkınca, kapitalist devletlerin bir kısmı Sovyetler Birliği ile ittifak kurmak zorunda kalarak faşizmin yenilgisi için savaştı. Elbette bilemeyiz ama tahmin edebiliriz: Eğer Sovyetler Birliği faşizmi yenilgiye uğratmasaydı, belki sistem bir bütün olarak o yöne evrilebilirdi. Az önce de belirttiğimiz gibi, sosyalist iktidarların varlığı “reel kapitalizm” ya da başka bir ifadeyle “mecburi demokratikleşme” yaratmıştı.

Bugün ise, dünya kapitalizminin faşizme ya da daha yumuşak bir ifadeyle genel bir otoriterleşmeye yönelmesini engelleyecek sosyalist devletler yok. Bu tabloda, kapitalist devletlerin ve sistemin tüm kurumlarıyla birlikte faşist ve otoriter yönetimleri inşa etmeye çalıştığını ve faşizmin artık kapitalizmin sivri bir ucu değil, bizzat kendisine dönüştüğünü görmemiz gerekiyor.

Dünyanın her yerinde bu eğilim var. ABD başı çekiyor ama Avrupa’da da yükselen bir faşizm var; Asya’da otoriter örnekler artıyor, Güney Amerika solunu bitirmeye çalışıyorlar. Sağcılık, savaş ve yasasızlık; sistemin bilinçli biçimde güçlendirdiği yönelimler. Başka türlü, ezilenlerin isyanını bastıramaz, sömürüyü en üst seviyeye çıkaramazlar. Paramiliter, hukuksuz ve ilkel bir düzen inşa ediyorlar.

Gazze’ye bakın örneğin, orada saldıran sadece İsrail mi? Hayır, sistem halkların direniş kapasitesini de ölçüyor. “Ne kadar ileri gidebiliriz ne kadar yok edebiliriz?” sorusunun cevabını da arayarak Filistin’i bir laboratuvara çevirdiler. 

Mesele bu çerçevede ele alındığında, kapitalizmin ana yönelimi artık faşizmdir diyebiliriz ve dolayısıyla anti-kapitalist mücadelenin aynı zamanda anti-faşist mücadelenin ta kendisi olduğunu net biçimde görmek zorundayız. “Faşizm kapitalizmin sivri ama geçici bir sapmasıdır, normali bu değildir” gibi değerlendirmelerin, gelecekteki mücadeleyi ve yaşamı planlama açısından bir karşılığı yok.

Emperyalist-kapitalist sistemin bugünkü normali, faşizmin bizzat kendisine dönüşüyorsa, “anti-faşist cephe” gibi ayrı tanımlamalara da gerek kalmadığını düşünüyorum. Anti-kapitalist olan her cephe, anti-faşist bir karakter de taşımak, yani o mücadele keskinliğiyle inşa edilmek zorundadır artık.

Strateji tartışıyorsak, ilk olarak sistemin tanımında ve ona karşı mücadele yöntemleri konusunda ortaklaşmak zorundayız. Bizim açımızdan bu nokta son derece önemlidir.

“Sosyalistler ayrı bir kulvarı açmalıdır!”

İkinci başlık, ülkemizde siyasetin nasıl tanımlanacağı ve bizim bu siyaset içindeki konumumuzun ne olacağı tartışmasını kapsıyor. Türkiye’de ana akım siyaseti belirleyen üç ayrı politik kulvar (paradigma ya da siyaset tarzı da denebilir) var. Bunlardan ilki, esas olarak AKP/Erdoğan tarafından temsil ediliyor. Niteliklerini ve yönelimlerini biliyoruz. ABD’nin ve emperyalizmin genel otoriterleşme eğiliminin temsilciliğini üstleniyorlar ve bölgesel hegemonya iddiasıyla emperyalizmin taşeronu olmayı hedefliyorlar. Özetle geleceğin savaş ve yıkım pratiğini temsil etme meşruiyeti kazanmaya çalışıyorlar. Toplum tahayyüllerini ise Sünni İslamcılığa dayalı bir ümmetçilik söylemiyle kurguluyorlar. Bu kesimi sokak düzeyinde de doğrudan karşıya alıp yenilgiye uğratmaya çalışıyoruz. Ama bunu yaparken sadece herhangi bir hükümetle değil, ideolojik ve sosyokültürel bir projeyle de mücadele ettiğimizin ve bir devrim meselesini tartıştığımızın farkında olmalıyız.

İkinci kulvarın baskın biçimde CHP tarafından temsil edildiğini söyleyebiliriz. Bu kesim, hâlâ ulus-devletçi ve yer yer ırkçılığa varan seküler milliyetçiliğin etkisi altında. Bununla birlikte, Türkiye’de sol birikimin bir bölümünü taşıyor ve belli bir direniş iradesini de sürdürüyorlar, bu da onu en geniş muhalefet cephesinin önemli bir parçası hâline getiriyor. Ayrıca, azalmış olsa da ve sermaye düzeniyle temelden bir çatışması olmasa da sosyal demokrat nitelikler taşımaya devam ediyor ve eski cumhuriyetin kodlarına, Atatürkçülüğe tutunarak ayakta kalmaya çalışan bir çizgiyi temsil ediyorlar. AKP ile tam anlamıyla uzlaşamaması, iktidar mücadelesi içinde bulunması ve emperyalizmin savaş ile faşizm yönelimleri karşısında öngörülemez bir pozisyonda olması, bu eksenin bugün ciddi bir baskı ve saldırıya uğramasının temel nedenleridir. Biz, CHP’ye yönelik saldırıların, hukuksuz olması ve AKP’nin siyaset kurumu ile toplumsal yapıyı daha gerici-faşist bir biçimde yeniden oluşturmasının bir zeminine dönüşmesi nedeniyle, elbette karşısında duruyoruz.

Üçüncü kulvarı belirleyen siyasi odak ise Kürt siyasal hareketidir. Kürt hareketinin güncel siyasal doğrultusunun, özellikle 2000’lerin başından itibaren Abdullah Öcalan tarafından şekillendirildiğini biliyoruz. Bugünkü “demokratik konfederalizm”, “radikal demokrasi”, “yerel özyönetim” veya “pozitif entegrasyon” söylemleri de Öcalan’ın paradigmasına içkin.

Tabii bu doğrultu, iktidar sorununu Marksist-Leninist anlamda merkeze almıyor. Biz, burjuva devlet aygıtına paralel bir adem-i merkeziyetçiliği değil, o devletin bütünüyle parçalanmasını ve proletarya iktidarının kurulmasını savunduğumuz için Kürt siyasal hareketinden ayrılıyoruz. Çok uzatmayayım, Öcalan’ın analizlerinde sınıf kategorisi siliktir, sınıf mücadelesi yerine kültür, kimlik ve ahlak mücadelesini ön planda görürsünüz. Devrimci bir iktidar hedefi yoktur aslında.

Bunlar önemli tartışma başlıkları şüphesiz. Ancak Marksizm-Leninizm ile Kürt hareketinin mesafesinin büyüdüğü de tartışmasız. Son dönemde gündeme gelen “pozitif entegrasyon” meselesi de benzer. Çözüm sürecinde devletle kurulan müzakere ve reform zeminini aklıselime çektiği için anlaşılabilir ve yaratıcı bir yaklaşım olarak görülebilir. Kürt sorununun çözümü bağlamında değerlendirdiğimizde bu tür yaklaşımların bir karşılığı var mutlaka.

Ama yine Marksist program ve devrim kuramı bağlamıyla ele alarak şunu söyleyelim: Komünistler bağımsız sınıf tutumunu savunur ve burjuva sınıfla uzlaşmayı reddeder. Bu açıdan entegrasyon, devrimci iktidar hedefi bağlamında bir geri çekilme anlamına gelir. Özetle şunu söylemeye çalışıyorum, Kürt sorununu ele alırken farklı ve daha kabul edilir anlayışlar geliştirilebilir; fakat biz işçi sınıfı iktidarını da hedefliyoruz ve bu nedenle Kürt siyasal hareketinin paradigması veya siyasal stratejisi bizim için birçok açıdan yetersiz ve sorunludur.

Elbette bu söylediklerim, Kürt sorununun çözümünü savunmamak veya Kürt halkının kendi geleceğine karar vermesine karşı olmak anlamına kesinlikle gelmiyor. Kürt sorunu çözülmelidir ve bu, Kürtlerin eşitlikçi talepleri tamamıyla karşılanarak yapılmalıdır. Fakat, sorunun çözümünü savunmamız, Kürt hareketinin programatik düzeyde belirlediği bir birlik, parti veya platformun mutlaka parçası olmamız gerektiği anlamına gelmez. Kürt hareketiyle aynı parti çatısı altında olmadan da Kürt sorununun çözümünü savunabilir, öneriler sunabilir, mücadele edebilir ve Kürt düşmanlığına karşı durabiliriz. Bu bağımsız duruş, dayanışma, ortak mücadele ve eylem birlikteliklerinin önünde de engel olmadan sağlanabilir.

Evet, bahsettiğimiz biçimde bağımsız ama kolektif, bunun da ötesinde işçi sınıfı iktidarı perspektifine sahip ve bunun için devrimci siyaset ile öncülük anlayışı oluşturmaya çalışan yeni bir eksen, kulvar ya da hat, ne diyorsak artık, farklı öznelerle eylem birlikteliğini ve dayanışma ilişkisini aşan bir ortaklaşmanın temel motivasyonunu oluşturur. Diğer üç eksenden birine yerleşip “biz orada işçi sınıfının devrimci siyasetini temsil ediyoruz” iddiasında bulunmayı yanlış buluyoruz. Türkiye’deki farklı direnişleri, anti-kapitalist mücadeleleri ve devrimci hareketleri bu yeni eksende birleştirerek, diğer üç kulvardan farklı bir odak, inisiyatif merkezi ve iktidar hedefli bir sokak hareketi pratiği yaratmalıyız diye düşünüyoruz. Böyle bir yönelim, yalnızca teori düzeyinde bir tercih değil, aynı zamanda taktikseldir ve stratejiktir.

“Yeni örgütlenme modelleriyle geleneksel sendikacılık aşılmalı”

Strateji inşasında üçüncü önemli başlık ise, işçi sınıfının güncel yapısının analiz edilmesi ve buna uygun örgütlenme araçlarının geliştirilmesi konusunu kapsıyor. Bunu başarabilirsek, 20. yüzyıldan kalma, artık bugünkü işçi sınıfının yapısına uymadığı için işlevsiz hâle gelmiş geleneksel sendikacılık modelini de aşmış olacağız. 

Bugün işçi sınıfı, geçtiğimiz yüzyıldan çok farklı ve oldukça parçalı bir yapıya sahip. Eskiden mavi yaka-beyaz yaka, kafa emeği-kol emeği gibi ayrımlar vardı. Sonra buna plaza emekçileri, hizmet sektörü çalışanları eklendi. Geldiğimiz aşamada ev içi emek, dijital emek, gündelik işçiler gibi yeni kategoriler de işçi sınıfının önemli parçaları hâline geldi. Örneğin “Özel İstihdam Merkezleri” isimli kurumlar var. Özellikle Covid-19 sonrasında yaygınlaşan bu yapılar, işçiye hiçbir çalışma istikrarı sunmayan, sigortasız, güvencesiz, günlük ücretli ve alabildiğine umutsuz bir işçi tipini ortaya çıkarıyor. Bu sisteme mahkûm edilen genç işçi sayısı artık milyonlarla ifade ediliyor. Yeni işçi sınıfı büyük oranda bu kesimlerden oluşuyor.

DİSK gibi geleneksel sendikalar, bu kesimleri örgütleme konusunda bir perspektif geliştiremiyor. Tam tersine, devlete ve Ankara’daki bürokratik mekanizmalara daha fazla yaklaşmayı tercih ediyorlar. Hem bu anlayış ve hem de yapısal sınırlar nedeniyle, yeni işçi kuşaklarıyla bağ kurup onları örgütleyemezler. Dolayısıyla sosyalist hareketin devrimci strateji inşasının önemli başlıklarından biri, işçi sınıfının bu yeni ve parçalı yapısına uygun örgütlenme modelleri geliştirmek olmalı. Bu çok kritik bir tartışma başlığı. Ancak maalesef, iktidar perspektifine sahip olmayan sol yapıların önemli bir kısmı, şu anda bu tartışmadan oldukça uzak duruyor.

“Sosyalist hareketin ideolojik tartışmaya, netleşmeye ve saflaşmaya ihtiyacı var”

Dördüncü bir tartışma başlığı, sosyalist hareket içinde ideolojik bir netleşme ya da saflaşma ihtiyacıyla ilgili olmalıdır. Bu röportajın okurları konuya büyük olasılıkla hâkim olduğu için ayrıntılara girmeyeceğim. Ancak şunu özetle söyleyelim, sosyalist hareketin içine sızan burjuva ideolojilerine ve düzen partilerinin, düzen siyasetinin mantığına uygun eğilim ve reflekslere karşı bir tartışma yürütmemiz ve bu konuda ideolojik bir netlik oluşturmamız gerekiyor.

Ulusalcılık, bu burjuva ideolojilerin bir örneği. Onun önünde diz çökenlerle sosyalist hareketin politik-programatik düzlemde bir tartışma yürütmesi ve ayrımlarını netleştirmesi şarttır. Aynı şekilde reformizm ve parlamentarizm de hesaplaşmamız gereken eğilimler. Tabii bu söylediklerim, Cumhuriyet’e ya da parlamentoya hiçbir değer atfetmeden, onların toplumsal ve siyasal alandaki önemini görmezden gelmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Bu alanlar biz öyle istiyoruz diye bir anda farklı bir anlam kazanmaz. Ancak bu alanlara yaklaşırken mutlaka sınıfsal bir filtre kullanmalıyız; yani her şeyi sınıfsal bir perspektifle yerli yerine oturtmalıyız.

Yoksa, “düzen içi siyasal alanlarda hiç mevzi kazanmayalım, topluma o vesileyle devrimci siyaset taşımayalım, kendimiz çalıp oynayalım gibi bir tür maceracılık ve dar grupçuluk da reddedilmeli. Ama aynı zamanda, sosyalist hareketi düzen içi siyasetin yedeğine düşüren, devrimci iktidar hedefi olmayan öznelerin karikatürüne dönüştüren eğilimlerle de net biçimde tartışmamız ve ayrım noktalarımızı belirginleştirmemiz gerekiyor.

Bir ideolojik netlik oluşturmadan ortak bir siyasal strateji inşa etmek mümkün de değildir. Üstelik bu tartışma, yalnızca burjuva ideolojilerle hesaplaşmak anlamına gelmez, aynı zamanda devrimci mücadeleye yeni katılan insanların ideolojik ve politik kimlik kazanmasına, yani bir kadrolaşma arayışına da yanıt veren yanları var.

Kılavuz: Son olarak, forumu düzenleyen dört örgüt bundan sonra nasıl ilerleyecek?

Şimdi tabii dört örgüt bu forumun düzenlenmesinde görev aldı ama bu röportajda anlattıklarımızdan hareketle şunu da ekleyeyim: Ortak mücadele arayışında kaç örgütün bir araya geldiği ikincil düzeyde önem taşıyor. Birlik, salt sayısal bir toplam olmamalı. Birleşik mücadelenin politik ve ideolojik çerçevesinin, sınıfsal yöneliminin ne olacağı, hangi temelde, hedefler ve ilkeler bütünüyle hareket edeceği tanımlanmalı. Bu tanım netleştiğinde, etrafında toplanacak örgütlerin, hareketlerin, direnişlerin, aydınların sayısı da doğal olarak artar. Asıl belirleyici olan, bu ortaklığın hangi politik hat üzerinde kurulacağı yani. Diğer örgütlerdeki yoldaşların yaklaşımı da bu biçimde.

Forumun ardından biz dört örgüt bir değerlendirme yaptık ve bir sonuç metni yayınlandı. Forumun politik anlamını, güçlü ve zayıf yanlarını ve yapılan eleştirileri de kolektif biçimde ele aldık. Bundan sonraki aşamada, her örgütün kendi siyasi ve örgütsel gündemlerini sürdürürken, ortak tartışmaya, akıl ve yöntem birliğini güçlendirmeye devam edeceğiz. Kasım ve aralık aylarında, daha çok emekçilerin ekonomik gündemlerini merkeze alan ortak eylemler örgütlemeyi de konuştuk, bunları da hayata geçireceğiz.

Sonuç olarak, doğru bir adım attığımızı düşünüyorum. Deyim yerindeyse tarihin kırılıp yeniden yapıldığı bir dönemde, gerçek bir tartışmayı ve arayışı temsil eden bir zeminden hareket ettik ve etkisi olduğunu da gördük. Bu süreç, bundan sonra da o ya da bu biçimde devam edecektir.

Total
0
Shares
Önceki makale
Bağımsız Devrimci Siyasetin Gereklilik ve Olanakları Forumu’nun ardından_“Gündemimiz sol örgütlerin birliği değil, Türkiye’nin devrimci siyasetini kurmak!”

Bağımsız Devrimci Siyasetin Gereklilik ve Olanakları Forumu’nun ardından: “Gündemimiz sol örgütlerin birliği değil, Türkiye’nin devrimci siyasetini kurmak!”

Sonraki makale
Selahattin Demirtaş Tahliye Olacak mı

Selahattin Demirtaş tahliye Olacak mı?

İlgili Gönderiler