Ve ant içerim ki,
bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
gözlerine sunduğum şiirlerle süslü ve bir tümceyle,
baldan ve öpücüklerden tatlı:
“Bir Filistin vardı, bir Filistin yine var!”
Mahmud Derviş
8 Aralık 1987’de, İsrailli Siyonist bir kamyon şoförü, Filistinlilerin yıllardır taciz edildiği kontrol noktalarının birinde, aracını Filistinli işçilerin üzerine sürdü. Saldırıda dört Filistinli işçi yaşamını yitirdi. Kendi ülkelerinde mülteci kamplarında yaşamak zorunda kalan Filistinliler, 9 Aralık 1987’de bu işçilerin yasını tutmak ve yaşananları protesto etmek istedi. Siyonist İsrail ordusu Filistinlilere gerçek mermilerle saldırdı ve bütün Filistin, her onurlu halkın yapacağı gibi, zalime karşı ayaklandı.
7 Ekim 2023’ü milat gösteren ve İsrail’in soykırımını 7 Ekim saldırısıyla meşrulaştırmaya çalışan sömürgeci güçlerin bizleri inandırmaya çalıştığı yalanın aksine, Filistin’de sömürgeci şiddet de direniş de bir tarihe dayanıyor. Bu tarih, kendi varlığına tehdit olarak gördüğü ne varsa onu yok etmeyi kafasına koymuş sömürgeci güçlerle ezilenler arasındaki mücadelenin tarihidir. Filistinlilerin sömürüye ve sömürgeci zulme karşı mücadele eden tüm kesimlere mal olan mücadele geçmişini hatırlamak gerekir.
Birinci İntifada ve sonrasında yaşananlar; artık görmezden gelinmesi mümkün olmayan soykırıma karşı bir söz söylerken, İsrail devletinin meşruiyetini sorgulatmamak için yeniden iki devletli çözüm formülüne sarılanlar için tarih tekerrür ederse olabileceklere yönelik bir ders niteliğindedir.
Apartheid rejimine karşı bir isyan
Sömürgeci güçler sadece yok etmek istemez, günümüzde onların bir vampirin kana duyduğu ihtiyaç gibi açlığını çektikleri şey, ucuz insan emeğidir. 1987’de bir İsrailli işçi, bir Filistinli işçinin 10 katı kadar ücret alıyordu. Her gün geçilen kontrol noktalarındaki aşağılanmalar, Filistinlilerin hapishaneye çevrilen vatanı, işsizlik ve açlığın sıradanlaşması gibi faktörler insanları karın tokluğuna çalışmaya zorluyordu. Filistinliler; onurları zedelendikçe yoksullaştılar, yoksullaştıkça onurları daha çok zedelendi ve bir halk olarak tepeden tırnağa ayaklandılar.
1987’den 1993 Oslo görüşmelerinde Filistin Otoritesi’nin kuruluşuna kadar süren Birinci İntifada, Taş İntifadası olarak da adlandırılıyor çünkü İsrail’in yetiştirdiği katil askerlerin ve ölüm makinesi tankların karşısına ellerindeki taşlarla çıkan, başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere bütün Filistin’dir. Öyle ki; bugün sosyal medyada, afişlerde, pankartlarda cesareti temsil etmek için kullandığımız fotoğrafların çoğunun kaynağı, Birinci İntifada’nın topladıkları taşları tanklara atan savaşçılarından geliyor. Bu fotoğraflar öylesine sembolleşmiştir ki muhtemelen İsrail yanlısı olmak için özenle programlanmış görsel üreten yapay zekâ araçlarından cesareti temsil eden bir görsel hazırlamalarını istediğimizde, onlar da Filistinli çocukların fotoğraflarını kullanacaklardır.
İsrail, bu cesareti ezmek için dönemin konjonktürünün mümkün kıldığı her türlü zalimliği denedi. Birinci İntifada’da İsrailli askerlere kemik kırmaları talimatları verildi. Namluların karşısına taşlarla çıkan bir halkın gözünü korkutmak için seçilen bu yöntem, aynı zamanda dünya kamuoyunda da infiale neden oldu. Askerler, Siyonist sömürgeci zihniyetlerine kazınmış üstünlük duygusunun verdiği sonsuz özgüvenle karşılarındaki insanları insan dışı varlıklar olarak gördüler, Filistinlilere karşı dünyanın gözü önünde bu vahşeti uygulamaktan çekinmediler. Ancak ne dönemin savunma bakanı İzak Rabin’in bu dahiyane fikri Filistinlileri korkutabildi ne de Birinci İntifada, İsrail masaya oturmadan sonlandırılabildi.
Sokakta kazanılan, masada kaybedilenler
Resmî verilere göre, Birinci İntifada’nın sonunda 241’i çocuk olmak üzere bin 162 Filistinli hayatını kaybetti. 90 bin kişinin yaralandığı belirtiliyor. Binlerce Filistinli, dünyaya haklı mücadelelerini gösterebilmek için ölmek zorunda kaldı. Masa başında seçtikleri liderler, halkın ödediği bu bedelin karşılığını Siyonist İsrail’den alamadılar. Bugün Filistinlilerin ellerinde, Mahmud Abbas’ın hainlikle yönettiği Filistin Otoritesi kaldı -ki kurulduğu günden beri asıl işlevi İsrail için Filistin içindeki direniş örgütlerinin bastırılmasıdır-.
O gün Filistin’de taş atan çocukların çocuklarını İsrail’e teslim etmek için besili bir bekçi köpeği gibi Batı Şeria’ya gölgesi düşen Mahmud Abbas’ın oturduğu o koltuk altı yıl boyunca ölen, yaralanan ve direnen Filistin halkının ödediği bedelle kazanılmıştı. Bugün Gazze’de İsrail tarafından yürütülen soykırım, tarihin gördüğü en kanlı ve en acımasız soykırımı olma yolunda canla başla ilerlerken, Mahmud Abbas direnişle kazanılmış o koltukta bir hain olarak oturmaya devam ediyor.
Edward Said, 1993 Oslo Anlaşmaları için “Filistin’in Versay’ı” diyordu ve bir röportajında haklı olarak şunları belirtiyordu: “İsrail ve Batılı hükümetler Arafat’ın toplumun bazı unsurlarını baskı altında tutmasını istiyor. Onun bir diktatör olmasını istiyorlar. Barış anlaşmasının mekanizması bunu gayet açık bir şekilde ortaya koyuyor. Ben barıştan yanayım. Ve müzakere edilmiş bir barıştan yanayım. Ancak bu anlaşma adil bir barış değildir” Görüldüğü gibi, bütün hücreleriyle direnişe dahil olmuş bir halkın, direnişle kurdurduğu o masadan mağlup ayrılması işten bile değildir. Politik önderliğin önemi, belki de en fazla 1993 Oslo “Barış” Anlaşması’nda görüldü. İsrail, Filistin lehine olan hiçbir maddeyi uygulamadı.
Hâlbuki Filistin halkı neredeyse her ferdiyle direnmişti. Taş ve tank karşılaştırması, bazen insanların aklına Davut ve Golyat’ın hikâyesini getiriyor. Bilindiği gibi Golyat, Homeros’un heybetli savaşçıları gibi irikıyım bir savaşçıdır ve karşısına sapanı ve taşıyla cılız bir Davut çıkar. Davut inançlıdır, ilahi kudretin yardımıyla Golyat’ı öldürmeyi başarır. Filistinliler ise ne yaptılarsa yeryüzünde yaptılar. Kameraların gördüğü sahnelerin arkasında genel grevler, dükkan kapatmalar ve yaşamın her alanına yayılmış bir direniş vardı. Taşın tanka üstün gelmesi, bir Davut-Golyat hikâyesi gibi tanrısal bir dokunuşun hikmeti değil, bir halkın ayaklanmasının eseridir.
Birinci İntifada, aynı zamanda egemenler ve ezilenler arasındaki güç asimetrisinin alaşağı edilebileceğini gösterdi. İsrail devleti, insansız hava araçlarıyla olmasa bile, katil askerleriyle o gün de nokta atışı suikastlar düzenleyebiliyordu. İsrail’in elinde o gün de muazzam istihbarat gücü ve sonsuz ABD sermayesi vardı. Filistin halkıyla Siyonist İsrail devleti arasındaki bertaraf edilmiş güç asimetrisi, bütün ezilenlerin mücadeleye girişirken yüreklerinde buldukları umudun nedenlerinden biri oldu.
Oslo Anlaşması’nın, Filistin’de Siyonistlerin çıkarlarını koruyan bir oluşuma kısmi meşruluk kazandırması dışında bir anlamı olmadı. Bugünden bakıldığında görüleceği gibi, İsrail askerî varlığını çekmedi. Filistin’in ise kendi kara suları ve hava sahası hakkında herhangi bir karar hakkı olmadı ve Filistin, İsrail’in ambargosu ile İsrail yanlısı uluslararası kuruluşların yardımları arasında sıkıştı. Sokaklarda kazanılan direnişin coşkusu masa başında yitirildi. Ancak Filistin halkı, insanlık tarihinde, ezenler ne kadar güçlü olursa olsun onlarla mücadele edilebileceğini ve o ezenlerin dize getirilebileceğini gösterdi.
Bir Filistin vardı, bir Filistin yine var
Filistin mücadelesi, ayrıca, bugün egemenlerin ne kadar ileri gidebileceğini gösteriyor. Filistinli çocukların artık taş atacak mecalleri kalmadı. Dünyanın gözü önünde her ülkede gerçekleştirilen protestolara rağmen, egemenlerden yarım ağız açıklamalar dışında bir laf duyulmuyor. İnsanlık tarihinde Batı emperyalizmi ve onun tarihsel kökenlerinin yüzyıllardır sürdürdüğü cinayet, katliam, sömürü ve soykırım halkasına bir zincir de İsrail eliyle, Batılı emperyalistlerin desteğiyle ekleniyor.
Filistinlileri insandışılaştıran söylemleriyle meşrulaştırdıkları Nazi zihniyeti, Filistinli çocukların üzerine bombalar yağdırdı. Bugün dünyanın gözü önünde yüz binlerce insanı açlıktan ölmekle burun buruna getirdiler. Filistin’de olan her şeyin sorumlusu, 7 Ekim’den önce de zaten bir soykırım yürüten ve Gazze’yi hapishaneye çeviren İsrail ve ABD emperyalizmidir. Kendi ölülerinin sorumluluğu da kendi sırtlarındadır.
Taş İntifadası’nda Filistinli çocukları hayatta tutan üç şey vardı. Uluslararası toplum, egemenler dışında Filistin’in yanındaydı. İkincisi, Filistin halkı bütün yaşamı direniş hâline getirmişti. Üçüncüsü ise o çocukların ellerindeki taşlardı. Filistin halkı, bütün ezilenler için ezenlere bir sınır çekmişti. Bugün ezenler, Filistin’de bir soykırım yürüterek, çizilmiş bu tarihi sınırı yok etmeye çalışıyor. Bu aynı zamanda, dünyanın bütün ezenlerinin zincirlerinden boşanıp ezilen bütün ulus ve sınıflara bomba ve ölüm yağdırmaya hazır oldukları anlamına geliyor. Ancak Birinci İntifada’dan bildiğimiz gibi, bu tehditler ve savaş fuarlarındaki gösterişli silahlar, bütün yaşamı direnişe çevirmiş bir halkın attığı taş kadar kudretli değildir.
Biz devrimciler, Filistin mücadelesini kendi mücadelemizin bir parçası olarak görürüz. Filistin halkının onurlu mücadelesine Türkiyeli devrimciler olarak kuşaklarca tanıklık ettik. Filistin için savaştık, İsrail’e olan öfkenin sesini kendi ülkemizin sokaklarına taşıdık. George Habbaş’tan Gassan Kanafani’ye, Filistin’de taş atan çocuklardan Yahya Sinvar’a ve yakın tarihte tahliye edilen Georges Abdallah’a kadar, Filistin mücadelesinin kahramanları hepimize susturulamaz bir sesle haykırıyor: “Bir Filistin vardı, bir Filistin yine var!”