Gökkuşağının altında soykırım: İsrail, feminizm ve eşcinsel hakları

Bilindiği üzere İsrail, 1948 yılında Birleşmiş Milletler planı doğrultusunda, tarihsel Filistin topraklarında kurulmuş bir devlettir ve Filistinli Araplara karşı bir apartheid rejimi uygulamaktadır. İsrail Devleti, on yıllardır bu bölgede uluslararası hukuka aykırı bir biçimde Filistin halkının haklarını gasp ederek yeni yerleşim yerleri inşa etti ve günden güne artan sömürge şiddeti sonucunda 2 milyonu aşkın Filistinliyi Gazze Şeridi’ne hapsetti.

Gazze Şeridi, 2007’den beri İsrail tarafından hem karadan hem de denizden abluka altında tutuluyor. Yaşamsal kaynaklara olan erişimin İsrail tarafından ciddi ölçüde kısıtlanması, Gazze’nin “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi” olarak anılmasına yol açıyor. Gazzeliler elektrik, temiz su ve sağlık hizmetleri gibi temel ihtiyaçlardan dahi yoksun bırakılıyor. Ölüm makinesi İsrail’in sık sık düzenlediği askerî operasyonlar da bölgedeki krizi daha da derinleştiriyor.

Tüm bu apartheid politikalarına, 7 Ekim 2023 sabahı Gazze Şeridi’nden cevap geldi. Aksa Tufanı adı verilen bu operasyonu Hamas’ın askerî kanadı olan İzzeddin el-Kassam Tugayları üstlendi ve kısa bir süre içinde diğer Filistinli direniş örgütlerinden de bu eyleme destek açıklamaları geldi. 2021 yılında kurulan Ortak Opersyan Odası’nda, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) askerî kanadı olan Ebu Ali Mustafa Tugayları’nın da olan dahil olduğu 10’u aşkın sol ve İslami eğilimli Filistinli direniş örgütü birlikte hareket ediyor.

Filistinlilerin havadan ve karadan saldırılarıyla İsrail, son yıllardaki en büyük kayıplarını yaşadı. Yüksek rütbeli askerler rehin alındı, Gazze’yi çevreleyen dikenli teller aşıldı, çok sayıda İsrailli sivil ve asker hayatını kaybetti ya da rehin alındı. Siyonizmin hapishanelerinde esir tutulan Filistinlilerin özgürlüklerine kavuşması için İsrail ile yapılan pazarlıklarda rehinelerin önemi büyüktü.

Medyanın rolü: Eşitler arası bir çatışma mı, işgal mi?

Yediği bu büyük darbenin hemen ardından İsrail Devleti, gelecekte işleyeceği savaş suçlarını meşrulaştırmak amacıyla yalan haberler yaymaya başladı. Klasik sömürgeci söylemler bir kez daha devreye girdi ve İsrail’in Filistin topraklarına yönelik işgalci saldırıları, yıllardır olduğu gibi dünya medyasında yine çarpıtılmış bir anlatıyla sunuldu. Bu anlatı, işgali “savunma”, ona karşı gelişen direnişi ise “terör” olarak tanıtan bir propagandadan ibaret. Oysa taraflar o kadar berrak ki! Ortada bir ev sahibi ve bir hırsız, bir ezen ve bir de ezilen var.

Batı medyası, İsrail’i “uygar ve demokratik” bir devlet olarak lanse ederken Filistinli direniş gruplarını “terörist” olarak etiketleyerek işgale karşı verilen mücadeleyi gayrimeşru ilan ediyor. Bu yaklaşım, Batılı devletlerin emperyal politikalarıyla ve bölgedeki çıkarlarıyla yakından ilgilidir.

Filistin halkının gerçekliği; kitlesel medya araçları, gelişmiş algoritmalar ve milyon dolarlık reklam projeleri aracılığıyla her gün yeniden kurgulanıyor. Filistinli örgütlerin Siyonist İsrail Devleti’ne karşı on yıllardır yürüttüğü direnişin tarihsel mirası ve karakteri, adeta bir Marvel senaryosu gibi yeniden yazılıyor. İsrail, direnişi kriminalize etmenin en kestirme yolunu seçerek toplumsal hafızayı emperyal çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendiriyor ve böylece işgalci politikalarını haklı çıkarmaya çalışıyor. Filistin halkı bir kez daha Siyonist ölüm makinesinin emperyal saldırganlığı karşısında savunmasız ve yalnız bırakılmak isteniyor.

7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de yaşanan ve 40 binden fazla insanın yaşamına mal olan İsrail saldırıları dünyanın gözleri önünde sürerken, bu anlatılar soykırımın üstünü örtmek için kullanılıyor. Aynı şekilde, Lübnan’ın güney sınırlarının bombalanması, medyada bir diğer “terör odağı” Hizbullah’tan kurtulmak olarak lanse ediliyor. Binden fazla insanın ölümüne, yarım milyona yakın Lübnanlının yerinden edilmesine neden olan saldırılar, NATO ve Batı medyasının desteğiyle genişletiliyor.

Medya, bu manipülatif tutumuyla sadece savaşın taraflarını eşitlemekle kalmıyor, aynı zamanda İsrail’in işgalci politikalarına da sessiz bir onay veriyor. Özellikle Batı medyası, İsrail’in savaş suçlarını gizlemek için kullanılan bir enstrümana dönüşüyor. Yalnızca Filistin halkını katletmekle kalmayan, aynı zamanda dünya halklarının vicdanını da suistimal etmeye çalışan sömürgeci bir gücün propagandası, böylelikle hayatlarımıza dahil oluyor.

Siyonist barbarlığa susan feminizm

Evrensel feminist hareketin savaşın taraflarına yönelik sessizliği, soykırımın en acı boyutlarından birini gözler önüne seriyor. İsrailli kadın ve çocuklara yönelik şiddet hızla kınanırken, Filistinli kadınların maruz kaldığı şiddet görmezden geliniyor. Kadına yönelik şiddeti, belirli coğrafi ve siyasi sınırlar içinde gerçekleştiğinde kınayıp Filistinli kadınların maruz kaldığı işkence, tecavüz ve hapis gibi korkunç olaylara sessiz kalmak, ciddi bir ikiyüzlülüğün ifadesidir. Filistinli kadınların, savaşın gölgesinde yaşadığı çok boyutlu şiddet ve baskı, beyaz kadının gözyaşları kadar önem arz etmiyor.

İngiliz feminist Julie Bindel’ın Filistin halkını “barbar” diye etiketleyip, İsrail’i bir “uygarlık” olarak öven paylaşımları, Amerikalı feminist Camille Paglia’nın İsrail’in LGBTİ+ hakları konusundaki tutumunu savunması ve Gazzelilerin uğradığı katliamları görmezden gelmesi, feminizmin antifaşist karakteriyle örtüşmüyor.

Türkiye’den ise gazeteci Nevşin Mengü gibi isimler Hamas’a odaklanırken, İsrail tarafından işlenen çok daha büyük ölçekli zulümleri mazur görüyor veya görmezden geliyor. Mengü, tarafsız habercilik ilkesini o kadar unutmuştu ki, İsrail’in savaş suçlarını meşrulaştırmak için teyit edilmemiş, doğruluğu şüpheli görsel ve videoları alelacele paylaşmıştı.

Dahası, BM Kadın Birimi’nin Gazze Şeridi’nde yaşanan şiddeti kınayan açıklamaları, Filistinli kadınların yıllardır İsrail hapishanelerinde maruz kaldıkları cinsel saldırıları görmezden geliyor, aynı zamanda uluslararası kamuoyunun bu tür zulümlere kayıtsız kalması sonucunda sömürgeci şiddetin normalleştirildiğini gösteriyor. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) tarafından Filistinli kadınlara uygulanan cinsel şiddet neredeyse hiç gündeme getirilmezken, gerçeklik örtbas edilmeye devam ediyor.

Bu nedenle Filistinli kadınların uğradığı şiddet, sadece İsrail’in değil, aynı zamanda sessiz kalan tüm feminist kamuoyunun da sorumluluğundadır. Gerçek bir kurtuluş mücadelesi, işgal altındaki kadınların sesi olmaktan geçer. Aksi hâlde feminizm, evrensellik iddiasını yitirir ve emperyal odakların elinde yalnızca bir baskı aracına dönüşür.

Soykırımın iki yüzü: Cinsiyete dayalı şiddet ve işgal

Savaşta kadına yönelik cinsel şiddet bir silah olarak kullanıldığında, işgalin en çirkin ve acımasız boyutu gün yüzüne çıkıyor. Toprağın ve kadın bedeninin iç içe geçtiği bir savaşın tam ortasında, Filistinli kadınlar hem yurtlarına hem de kimliklerine tecavüz eden bir işgale direniyorlar. Çoğu zaman sadece kadın oldukları için dahi katledilebiliyorlar. Filistinli Feministler bunu, “kadınlar geleceğin direnişini doğuran insanlar. Filistinli insanları doğuruyorlar (…) direnişe daha fazla insan katan ana kaynağı hedef alırsanız bu insanları etnik olarak temizlemek, öldürmek de kolaylaşır” diye açıklıyor.

Filistin toprakları, ganimet gibi yağmalanıyor, asırlık zeytin ağaçları köklerinden sökülüyor, su kuyuları betonla dolduruluyor; yaşamı besleyen ne varsa sömürgecinin gazabına uğruyor. Çünkü işgal de, tıpkı tecavüz gibi, ezilen halkı zayıflatmaya, sindirmeye ve kimliğini yok etmeye yönelik bir güç gösterisidir. Ancak işgalcilerin kontrolündeki mahkemeler ve yasalar, bu suçların cezasız kalmasını sağlıyor. Cinsel saldırılar kınansa da, bu şiddeti yaratan temel sebep olan işgalin kınanmaması, Batılı feminist odakların sömürgecilikle bir husumet içinde olmadıklarını düşündürüyor.

Bir halkı topraklarından kovarak, evlerini yıkarak onları mülteci statüsüne itmek, cinsel şiddetin hukuksal bir versiyonudur. İsrail’in Filistin topraklarında uyguladığı bu işgal sadece fiziksel bir şiddet değil, aynı zamanda toplumsal, kültürel ve psikolojik bir kırımdır.

Gazeteci Christina Lamb’in de belirttiği gibi, savaşta tecavüz gerçekliği kabul edilse bile, sorumluların hesap vermesi neredeyse imkânsızdır. Filistinli kadınlar, İsrail mahkemelerinde adalet arayacak olsalar bile, bu mahkemelerin işgalcilerin kontrolünde olduğunu biliyorlar. 2021’de Kudüs’ün Şeyh Cerrah Mahallesi’nde yaşanan olaylar, bu adaletsizliğin en somut örneklerindendir. Filistinliler, ellerinde evlerini terk etmeyeceklerine dair işgal mahkemesinin verdiği belgeler olduğunu söylüyorlardı. Fakat yine aynı mahkeme tarafından yerlerinden edildiler ve evleri, yasa dışı biçimde yerleşimcilere verildi.

Bu adaletsizlikler yetmezmiş gibi, İsrailli askerlerin Filistinli ailelerin yıkılan evlerinin önünde çektiği fotoğraflar, yayınladığı videolar ve yapılan militarist yorumlar; sömürgeci şiddetin İsrail toplumu içinde güçlü kökleri olduğunu gösteriyor. Durum böyleyken, İsrailli kadınların ve eşcinsellerin IDF’ye katılmasının İsrail toplumu içinde feminist bir zafer gibi lanse edilmesi ise büyük bir akıl tutulmasına işaret ediyor. Kadınların ve eşcinsellerin askerlik hizmetine katılmasının özünde yatan devletin militarist yönü göz ardı edilmek isteniyor. Bu bireyler, İsrail devletinin sömürgeci amaçlarına hizmet ederken Filistinli kadınları, eşcinselleri ve çocukları öldürüyor ya da onların yaşadıkları zulmün parçası hâline geliyor. Bu durumun feminist bir zafer olarak sunulması bile, İsrail Devleti’nin çizmek istediği “gey dostu ve feminist” imajın ne kadar sahte olduğunu kanıtlıyor.

Sömürgeci devlete pembe bir fırça darbesi

İsrail’in imaj kaygısı yeni bir olgu değil. Özellikle 2010’lardan itibaren ülke sınırlarının LGBTİ+ bireylere güvenli ve modern bi destinasyon olarak tanıtılması için ciddi çaba sarf ediyor. İsrail, Filistin halkına yönelik soykırım politikaları nedeniyle bozulan imajını, “demokratik” bir devlet olduğu fikrini işleyerek kurtarmaya çalışıyor. Bu doğrultuda, İsrail Devleti’nin kendisini post-homofobik ve gey dostu bir imaj yaratarak uyguladığı pinkwashing stratejisi, yalnızca homofobi ve kadın düşmanlığına karşı verilen mücadeleleri manipüle etmekle kalmıyor; aynı zamanda Filistin halkına yönelik yürütülen soykırımın örtbas edilmesine ve meşrulaştırılmasına hizmet ediyor.

İsrail’in, Amerika merkezli pazarlama ekipleriyle yürüttüğü “Brand Israel” (İsrail’i Markalaştır) kampanyası, İsrail’i Ortadoğu’daki “vahşi”, “ilkel” ve “şiddet yanlısı” Müslüman toplumlara karşı Batı’nın temsilcisi olarak sunuyor. Bu stratejinin özünde yer alan “şiddet yanlısı Müslüman erkekler” ve “çaresiz, ezilen Müslüman kadınlar” gibi oryantalist temsiller, İsrail’in işgal ve soykırım politikalarını meşru gösterme çabalarında merkezî bir rol oynuyor.

Frantz Fanon, sömürgeci sistemler ezilen özneleri “canavarlaştırarak, hayvanlaştırarak yönetir” der. Yalnızca ezilen halkın kimliğini yeniden inşa etmekle kalmaz, aynı zamanda onların direnişini, tarihini ve özgürlük mücadelesini de küçümser. “Barbar müslüman erkek” ve “kurban müslüman kadın” imajı, emperyalizmin Orta Doğu coğrafyasındaki sömürgecilik geçmişiyle derinden bağlantılıdır. Batılı devletlerin bu toplumlara “medeniyet” getirmesi gerektiği fikrinin desteklenmesi, tarihteki birçok işgalin zeminini hazırlamıştır. Bu fikir; Afganistan’dan Irak’a, Kürdistan’dan Suriye’ye kadar işgal edilen tüm coğrafyalarda emperyalist müdahalelerin bahanesi olarak yeniden üretilir.

İsrail Devleti bir yandan halkla ilişkiler çalışmalarını özenle yürütürken bir yandan da Lübnan’ın güneyindeki Baalbek Antik Kenti’ne ve çevresine hava saldırıları düzenliyor. Bu saldırılar yalnızca bölgede yaşayan sivil halkı değil, insanlığın ortak kültürel miraslarını da hedef alıyor. İnsan ister istemez cihatçı IŞİD ve köktendinci Taliban gibi örgütlerin değerli birçok tarihi eseri yerle bir edişlerini hatırlıyor. İsrail, PR çalışmalarıyla imajına ne kadar çeki düzen vermek isterse istesin, tüm bu hikâyeler bölgedeki üstünlüğünü korumak için ürettiği bir savaş stratejisinden ibaret. İsrail, emperyal açgözlülüğü ve soykırımcı kimliğiyle tarihte her zaman kara bir leke olarak anılacak.

Hiçbir emperyalist proje, özgürlük mücadelesinin bir parçası olamaz

Anti-emperyalist ve sosyalist feministler olarak bu durumu görmezden gelme lüksümüz yok. Erkek şiddetinin her formuna karşı çıkarken, İsrail’in sömürgeci karakterini unutmadan, Filistin halkına karşı uygulanan şiddeti ve soykırımı ifşa etmek zorundayız. Hamas’ın sivillere yönelik şiddet eylemlerini kınarken bu eylemlerin, İsrail’in Filistin halkını hedef alan geniş çaplı soykırım politikalarının bahanesi olarak kullanılmasını da teşhir etmeliyiz. Orta Doğu’da kadınlar ve LGBTİ+ bireyler için bir kurtuluş gerçekleşecekse bunun öncüsü kesinlikle İsrail olmayacak. Apartheid rejiminin, var olan çelişkileri ve eşitsizlikleri derinleştirmek dışında bir rolü olamaz.

İsrail’in Filistin’deki soykırımını gizlemek adına feminist söylemleri manipüle eden bu sahte ilericilik, ancak “Hillary Clinton feminizmi” olarak adlandırılabilir. Bu feminizm, ezilen halkların özgürlük mücadelelerine değil, emperyalist devletlerin çıkarlarına hizmet eden ideolojik bir araç. Bayrağımızın mor rengiyle sömürgeci şiddetin döktüğü kanı gizlemek istiyorlar. Feminist mücadele ise emperyalizmin ve sömürgeciliğin karşısında durmayı, egemen sınıfların değil ezilen halkların yanında yer almayı gerektirir.

Gerçek özgürlüğün gelmesi için öncelikle yaşadığımız toprakların işgalden kurtulmuş olması gerektiğini biliyoruz. Kendi kaderimizi tayin etme mücadelemiz, sadece cinsiyetler arası bir çatışma değil; aynı zamanda bir halkın, tüm özneleriyle beraber, işgal ve soykırıma karşı onurlu bir direnişidir.

Ayşenur Ezgi Eygi, Rachel Corrie gibi cesur kadınların mirasına sahip çıkarak feminist hareketi emperyalist projelerin bir aracı olmaktan kurtarmak zorundayız. Feminizm, anti-emperyalist mücadeleden bağımsız düşünülemez. Feminist hareketin, sömürgeci devlet çıkarları doğrultusunda şekillenen ilericilik projelerine değil, ezilen halkların özgürlük mücadelelerine sıkı sıkıya bağlı kalması hayati önem taşıyor. Sömürgeci devletlerin savaş suçlarını gizleyen maskeyi indirmek, bu suçları ifşa etmek ve ezilen halklarla omuz omuza bir mücadele vermek feminizmin asli görevidir. Çünkü hiçbir soykırım feminist değildir! Hiçbir emperyalist proje, özgürlük mücadelesinin bir parçası olamaz.

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki makale

Emperyalist hegemonya içinde yükselen güç: Çin

Sonraki makale

Söz meclisten dışarı, mahalleden içeri

İlgili Gönderiler