İşçilerin, işçi sınıfı partilerini neden desteklemediği, uzun yıllardır gerek burjuva basınında gerek sosyalist hareketin kendi iç gündemlerinde tartışılan bir başlıktır. Aslında konuştuğumuz, adına dönem dönem “toplumsallaşma” da denilen, siyasetin geniş halk kitleleri içinde hayat bulması amacıyla farklı yöntemler denenen bir sorundur. Büyüme ve kitleselleşme yalnızca işçi sınıfı siyaseti yapan partilerin değil, aynı zamanda iktidarda ya da muhalefette olması fark etmeksizin burjuva unsurların ya da sermaye partilerinin, siyasi partilerin dışındaki demokratik kitle örgütleri ve sendikaların, hatta köy derneklerinin bile konusudur.
Her dinamik, belirli bir niceliğe ulaşıp etki alanını genişletmek ister. Doğanın, siyasetin kanunu budur. Bu yazıda işçi sınıfı siyasetinin yaşadığı tıkanma ve kitlelerle buluşamıyor oluşunun dayandığı temel iki konu incelenecek ve buradan hareketle, devrimci bir çıkış yaratmanın koşulları tartışılacaktır.
Her sınıfın bir partisi vardır
Toplumsallaşma ya da siyasetin sınıf katmanları içine nüfuz etmesi tartışılırken, üretilen siyasetin programatik hedeflerinden sapmama ihtiyacı sıklıkla gündemimize geliyor. Bunun sebebi aslında oldukça açık! Biz bu siyaseti kimin için, kimlerle ve kime karşı üretiyoruz? Yazı boyunca bu soruların etrafında sürecek bir tartışma göreceğiz çünkü konunun temelini bu sorulara verilecek cevaplar oluşturuyor.
Sermaye medyası tarafından yıllardır pompalanan, yoksulların ve halkın partisi olduğu iddia edilen bir AKP ve “karşısında”, boğazda viskisini yudumlayan ve iktidar tarafından dönem dönem “monşerler”, “elitler” olarak tarif edilen, CHP ile özdeşleştirilen bir muhalefet var. Bu konuyu biraz açmak gerekiyor. Soruyu şöyle soralım: “Halkın ve yoksulların partisi” olduğu iddia edilen AKP ile iktidar medyası tarafından “elitlerin partisi” olarak lanse edilen CHP, gerçekten bahsi geçen toplumsal kesimlere mi dayanıyor?
AKP’nin oylarının büyük bölümü genel olarak emekçi, yıllardır muhafazakârlığın esir aldığı mahallelerden geliyor. Kuruluşundan beri de CHP, bir kısım “elit” için kendisini var etme alanı gibi görülebiliyor. Ancak yaratılan bu karşıtlık, suni bir karşıtlıktır. Özleri itibarıyla, yani sınıfsal olarak AKP’nin CHP’den çok farklı olduğu söylenemez. AKP’nin, “elitlik” açısından CHP’den az kalır yanı yoktur. Sermaye tarafından yönetilen, onun çıkarları için farklı yollardan ilerleyen iki parti de işçi sınıfı düşmanlığında, NATO’ya bağlılık, emperyalizmle kurulan ilişkiler noktasında ortaktır. Çıkarlarının bu kadar ortaklaşmasının sebebi de burjuva partileri olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu gerçeğin üzerinden atlanarak yapılacak her tahlil, bir yönüyle eksik kalacaktır.
Her sınıfın bir partisi vardır. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, her parti mutlaka bir sınıfın çıkarına hizmet eder. Ancak farklı burjuva partilerinin yönelimleri, imkânları ve dolayısıyla dayandıkları toplumsal zemin, birbirinden farklı olabilir. Bundan dolayı, mutlak bir eşitleme yapmak mümkün değildir. Benzer bir durum, tersinden işçi sınıfı siyaseti yapma iddiasında olan partiler için de söz konusudur. İşçi sınıfı partilerinin dayandıkları toplumsal zeminle yürüttükleri siyaset arasında süreç içerisinde oluşan açı, burjuva partilerinden farklı olarak işçi sınıfı partilerinde belirleyici olabiliyor.
Açıklamak gerekirse, burjuva siyaseti bir bütün olarak değerlendirildiğinde; uluslararası ilişkilere, sermaye kaynaklarına, sömürü mekanizmasının kurumsallaşması gibi olgulara dayanmaktadır. Sömürdüğü kitlelerin ona olan desteği, onların siyasetini belirlemez. Yani “gövdeyi oluşturan kitle” ana siyaseti belirlemez ancak işçi sınıfı siyaseti, özü itibarıyla sermaye için değil, geniş halk kitlelerinin talepleri gözetilerek oluşturulur.
Hâl böyle olunca, siyaset yaparken stratejik olarak dayanılan toplumsal zemin, bir aşamadan sonra bir partinin siyasetini de belirlemeye başlamaktadır. Sınıf siyaseti yaptığını iddia eden hareketlerin hızlı bir biçimde büstlerin karşısında diz çökmesinin, sosyal şovenizme veya liberalizme kaymasının, kimlik siyasetlerinin bu hareketleri çok daha hızlı bir şekilde etkilemesinin diyalektiği budur.
Örgütlenme tartışmasında iki eğilim
Her partinin mutlak olarak bir sınıfsal zemine dayandığını ifade ettik. Siyasetin hangi sınıfın çıkarları için yapıldığını ve buna bağlı olarak, siyaseti belirleyen temelin de kökenini açıklamaya çalıştık. İşçi sınıfı siyaseti, adından da anlaşılacağı üzere, işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda ve işçi sınıfının iktidar arayışına ilişkin üretilen siyasetlerin toplamıdır. Sömürülen bir sınıfın çıkarı için girişilen mücadelenin imkânları, elbette sömürenler için siyaset üretenlerden kısıtlıdır. Bu imkânsızlık içinde niceliksel gelişim de elbette burjuva siyasetiyle kıyas kabul etmeyecek zorluklar içermektedir. Koşulları zorlayıp toplumsallaşmaya çalışan sosyalist hareket içerisinde yer alan iki eğilim ve inşa edilmesi gereken bir “üçüncü yol” vardır.
1. İktidarı hedeflemeyen siyasetler
Siyasetin toplumsallaşması, her şeyden önce bir güç sorunudur. “Güç olabilmek” de temel olarak kitleselleşmekle alakalıdır. Kitleselleşme, ezilen sınıfların iktidar arayışıyla beraber ele alınmadığında, yukarıda belirtilen diyalektikten dolayı, bir işçi sınıfı partisinin hızlı bir şekilde düzen içi bir unsur hâline dönüşmesine neden olabilir. Tüm siyasi ve örgütsel çerçevesini belirli bir tarihsel kesitte ortaya çıkan bir kitle mücadelesini referans alarak belirleyen, “başka bir dünyayı” hedeflemeyen, tek amacı “büyümek” olan ve “önce büyüyelim, kadro sorunu kendiliğinden çözülür” diyen anlayış, kitle mücadelelerinin gerilediği durumlarda, nerede hareketlenen bir kitle göre onların tüm özelliklerini kabul eden, onları değiştirip dönüştürmekten uzak bir kitle kuyrukçuluğuna savrulmaktadır.
Sınıf perspektifinden uzak tahlillerle, “faşizmi geriletmek uğruna” bir başka burjuva unsura yedeklenmekle, onunla pazarlıklar yapmakla belirlenen siyaset, milletvekili seçimlerinde aday gösterilen patronları için “onlar da işçi ne var ki” diyebilmekte, toplumsallaşmayı da bu popülizm üzerinden sağlamaya çalışmaktadır. Bu karaktersiz büyüme, kitlelerin umutlarını düşüren bir reformizm örneğidir. Kesinlikle devrimci değildir.
Bu başlıktaki bir diğer düzen içileşme emaresi de yine benzer bir kitle kuyrukçuluğu olan uvriyerizme, işçiciliğe dayanmaktadır. İşçi sınıfının iktidar mücadelesini gözden kaçıran herhangi bir işçi mücadelesi, hak arayışı, bir aşamada “işçi sınıfının kendi örgütü” diye sendikal bürokrasiye bile tek kelime edemeyen, ekonomizme saplanmış yapıların oluşmasına yol açabiliyor. Özünde, sendikalardaki bürokrasi ağlarının oluşumu da bu uvriyerist yapıların sınıfın devrimci iktidar hedefinden ziyade gündelik çıkarlarına odaklanmasından beslenmektedir. Ülkenin “en çok işçisi” olan hareketlerinin proleter yıkıcılığı es geçmesinin doğal sonucu, yukarıda bahsedilen kitle kuyrukçuluğuna benzeyen işçi kuyrukçuluğudur.
Buradaki esas sorun olarak görülmesi gereken, sınıf perspektifinin ve iktidar arayışının silikleşmesiyle oluşan reformizmdir. Bu hareketlerin büyümeleri de sönümlenmeleri de oldukça hızlı gerçekleşir.
2. Kitlelerden korkan dar örgütçülük
Düzen dışı görünen ama düzen sınırlarına hapsolan siyasetin diğer kanadında da siyasi korkaklık yer almaktadır. Bu anlayış, her türden kitle mücadelesine temkinli yaklaşmayı düstur edinmiştir. Bu yaklaşım, uçlaşarak, korunaklı alan olarak tarif edilen parti içindeki devrimci eğilimleri bastırma, kitle mücadelelerinin altında hastalıklı bir kuşkuculukla “Özel Harp Dairesi” parmağı arama paranoyasına bile dönüşebilir. Çok konsolide, çok sıkı ve disiplinli kortejleri, gösterişli pankartları olur ancak kitle bağları da bir o kadar zayıftır. Bu yaklaşımda, “güven duyulmayan” hiçbir parti kadrosuna sorumluluk verilmez. Bu “güven” ise partinin temel siyasetleri değişse dahi onlara en ufak bir eleştiri bile getirmeyecek, itaat eden “parti müritleri” olmakla sağlanır.
Herhangi bir okulda, fabrikada ya da alanda bu siyasetle bir şekilde iletişime geçen herhangi bir insan ya o parti kadrolarına benzer ve partinin korunaklı alanlarında kendine bir mutluluk odacığı tanımlar ya da bunu reddedip işin dışında kalır. Bu korumacı yaklaşım, örgütleyeceği herkesi ya kendisine benzetir ya da dışarıda bırakır. Kendisine benzeyenler de okulundan, fabrikasından uzaklaşan, kitle bağları sıfırlanmış, parti dışında yapayalnız insanlara dönüşür. Bunun temelinde yatan ise kendisine, kitlelere, halka güvenmeyen bir siyasetin yarattığı dar örgütçülüktür. Bu partilerdeki değişim ve düzen içi unsurlara dönüşme süreci, iktidar hedefini silikleştiren siyasi yapılardan daha uzun sürer ancak savruldukları noktanın kalıcılığı süreklidir.
Başka bir siyaset mümkün mü?
Siyaset ile kitle mücadeleleri arasındaki ilişki süreklidir. Sosyalist iktidar mücadelesi, işçi sınıfı siyaseti yaptığını iddia eden her yapı için vazgeçilmez bir sigortadır. Proleter devrimci örgütlerin, kitle mücadelesi içinde korkmadan yer alması, kitlenin ileri unsurlarını kendi mücadele alanlarından koparmadan örgütlemesi, kitleleri devrimci bir mücadele ekseninde birleştirmesi ve en temelde de bu bağları, sosyalist iktidar mücadelesinden vazgeçmeden kurması gerekmektedir. Bu da demek oluyor ki siyaseten cesur, politik alanda esnek, denetime açık, şeffaf mekanizmaların kurulması gerekmektedir. Peki bu nasıl olacak? Birçok söz edip bunu pratikte nasıl kurgulayacağız?
Birincisi, ideolojik bağımsızlığımıza güveneceğiz. Bizi her zaman yıkıcı, düzen dışı bir aktöre dönüştürecek olan şey, kitlelere “başka bir dünya mümkün” diye seslenmekten geçer. Ancak aynı zamanda o “başka dünyanın” ulaşılmaz olmadığını gösteren, her şeyin mutlak çözümü olarak “başka dünyayı” göstermeyen, günlük veya dönemsel politikalarını da bir bütün olarak burjuvaziyi en çok yıpratacak temelde üreten bir mekanizma kurmak gerekmektedir.
Örneğin; her yıl bir tiyatroya dönüştürülen asgari ücret görüşmelerinde, elbette işçi sınıfının daha iyi şartlarda çalışması için mücadeleyi yükseltelim; ancak bunu yaparken, “aman onları da karşımıza almayalım” diye iktidarla kirli pazarlıklar içine giren sendika ağalarını teşhir edelim. Bunu yaptığımızda odak noktamız kaymayacaktır, korkmayalım. Komünist iktidarda işçilerin kendi fabrikalarında bir avuç zengini doyurmak için değil, halk için insanca üretim yapabileceğini, bunun örneklerinin de çok uzak bir gelecekte olmadığını anlatalım.
İşçi sınıfı, kapitalizmin yıkılması ve sosyalist iktidarın kurulmasıyla tarihsel bir eşiği aşacaktır ama bunun mümkün olduğuna inanmak, kitlelere bu anlamda umut vermek önemlidir. İnsanların özlemlerine dair hayal kurması, bu hayaller için mücadele etmesi önemlidir.
İkinci olarak, kitlelerden korkmayacağız. İster mücadele eden bir parti olsun ister sosyalist bir iktidar partisi, kitlenin çıkarları ile partinin çıkarları birbiriyle çelişirse, mücadeleyi her zaman işçi sınıfının, emekçilerin çıkarlarından yana sürdürmek; partiyi bir fetişe, sürekli birilerinden korunması gereken mutlak bir doğruya dönüştürmemek oldukça önemlidir. Böyle bir partiyi bugünden kurmak, kitlelerin denetimine açık bir partiyi bugünden mücadelenin ortasına koymak gerekir.
Kitle mücadelesinden korkmamak, her şeyin ve her şekilde bir parçası olmayı gerektirmez. Toplumsal muhalefete faydası olmayacak, burjuvaziye zerre kadar zarar vermeyecek bir kitle mücadelesi ve buradan doğan bir nicelik artışı, dönemsel olarak insanlara umut verebilir ancak sönümlendiğinde yüzlerce, binlerce insanda ciddi umutsuzluk, moral düşüklüğü oluşacaktır.
Siyaseten güç olmak, örgütsel olarak güçlü olmakla alakalıdır. Sözümüzü kitlelere ulaştıracak, sosyalist siyasetin toplumsallaşmasını sağlayacak olan şey, ne dersek diyelim, büyümemizden geçer. Doğru siyaset yapmak, her konjonktürde büyümenin tek yolu değildir. Bazen doğru sözün halkımızda karşılığı olmayabilir. Büyümek; ancak kitle bağları ve doğru siyaset dengesi kurulduğunda sağlıklı olabilir.
Büyümek için kendi ilkelerinden tavizler verip popülizme yaslanarak kütle artırabiliriz ancak bunun sürekliliğinin sağlanması bir sorundur. Sürekli ilerlemek; toplumun en ulaşılamayacak yerlerine ulaşabilme yeteneği, doğru siyaset, doğru araç ve doğru kadrolarla gerçekleşir. Siyaseti doğru araç ve kadrolarla yayarken, daha doğrusunu söylemek gerekirse, toplumsallaştırırken; insanların sözünü söylemekten çekinmediği, partiye geldiğinde “kendisini evinde hissedecek kadar rahat” hareket edebildiği, eleştirebildiği, hesap sorup hesap verebildiği bir mekanizma yaratılmalıdır.
Eğer bu halkı, sınıfımızı örgütlemek gibi bir konuyla ilgili kafa yoruyorsak, tartışıyorsak; önemli bir yola giriyoruz demektir. Halkımızı örgütlemenin yolu, sosyalist iktidar mücadelesinden bir adım geri atmadan, politikada esnek, insanların katkılarına, kitlelerin denetimine açık, yeni insandan, mücadelenin herhangi bir biçiminden korkmayan, oradan öğrenen ve oraya iktidar bilinci aşılayabilen bir parti, araç yaratmaktan geçmektedir.