Miladi takvimle 7 Kasım 1917’de insanlık tarihinin en büyük sıçraması yaşandı. İşçi ve asker sovyetleri iktidarı ele aldı ve dünya üzerinde işçilerin yönettiği en büyük gücün doğum sancıları son buldu. Ayaklanma sanatının en büyük ustalarından Lenin’in önderliğinde sözde değil özde eşitlikçi bir toplum, yaşamın her alanında örgütlenmeye başladı. İşçiler, burjuva sınıfını ortadan kaldırmak için verdikleri politik-askerî mücadelede önemli bir zafere ulaştı. Böylelikle dünyanın bir kısmında yaşayan insanlar, sınıflı toplumlar içinde yaşamaya zorlandıkları zamanlardan itibaren ilk kez bu zincirin halkalarını paramparça edip, ezilenlerin iktidarda olduğu bir toplumda yaşamaya başladılar.
Peki Ekim Devrimi’nin destansı günlerinin ardından ne oldu? İşçiler ve köylüler, yeni kurulan Sovyetler Birliği’nde de Fransız Devrimi sonrası bir anda burjuvazinin yok saydığı devrimci işçi ve köylülerle aynı kaderi mi yaşadılar? Özgürlük, eşitlik, kardeşlik denilerek çıkılan yolda birileri daha mı eşit oldu? Yoksa devrim, mazide kalmış ve semavileşmiş bir kurucu mit olarak kalmadı da iktidarı ele alan devrimci güç, yaşamı kendi iradesiyle mi şekillendirdi? Sovyetler’in hikâyesine biraz daha yakından bakan birisi için manzara gayet nettir. İşçilerin en kutlu günü, asla lekelenmeyecek şekilde tarihe damgasını vurmuştur ve yaşamı baştan başa değiştirmiştir.
Devrimin hemen ardından gelen kazanımlar
İşçiler, daha devrimin haftası dolmadan kendileri için yeni bir dünya yaratmaya başladılar. 11 Kasım 1917’de iş günü sekiz saatle sınırlandırıldı. Henüz işçi askerlerin namluları soğumadan işçiler, burjuvazinin olmadığı bir ülkede yaşamdan paylarını almaya başlamışlardı. Bugün Türkiye’de günde sekiz saat çalışan bir işçi kendini şanslı saymaktadır. Hâlbuki Sovyetler Birliği’nde devrimin 10. yılında iş günü yedi saate düşürülmüştür. Hatta cıva sanayi gibi tehlikeli iş kollarında günlük çalışma süresi dört saate kadar düşebilmekte, işçilerin zorunlu emek sürecinden görecekleri zarar en aza indirilmekteydi.
Çalışma saatlerinin düşürülmesinin yanında, Sovyetler Birliği’nde iş sağlığı ve güvenliği yasaları da oldukça gelişkindi. İş güvenliğinin sağlanma zorunluluğu ihlal edildiğinde, üretim yerlerinin faaliyetlerine son verilebiliyordu. Ancak daha önemlisi, iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve denetlenmesinin sendikaların sorumluluğunda olmasıydı. Herkes bilir ki bugün Türkiye’de denetlenecek bir iş yerine önceden bakanlık müfettişlerinden bir telefon gelir, iş yeri makyajlanır, fabrikaya gelen müfettişlere yemek ısmarlanır ve birkaç ay sonra 301 işçi madene diri diri gömülür! İşçilerin güvenliği, sermayenin hükmü altında sağlanamaz.
İş sağlığı ve güvenliğinin yanı sıra, Sovyetler Birliği’nde üretim sürecine dahil olamayanlar için de koruyucu birçok uygulama vardı. Üretim sürecine dahil olamayacak herkes için sosyal güvenlik uygulamaları bulunuyordu. Yine devrimin ilk haftası dolmadan, 13 Kasım 1917’de Türkiye’de yayınlananlara hiç benzemeyen bir kararname yayınlandı ve böylece “Ücretli Emekçiler İçin Tam Sosyal Sigorta” getirildi. Bu sigortayla birlikte işçiler aşağıdaki haklara sahip oldular;
- İstisnasız bütün ücretli emekçiler ile köy ve kent yoksulları için sosyal sigorta,
- Sigorta, hastalık, yaralanma, yaşlılık, gebelik, dulluk, yetimlik ve işsizlik gibi engelliliğin bütün türlerini kapsar,
- Sigortanın bütün maliyeti işveren tarafından karşılanır,
- Engellilik veya işsizlik durumunda tam tazminat ödenir,
- Sigortalılar sigorta kurumları üzerinde tam bir kontrole sahiptir.1
Sovyetler Birliği’nin sağlık sisteminde “Yenidoğan çetesi” ortaya çıkabilir miydi?
100 yıl sonrasının Türkiye’sinde ortalama ücret, yoksulluk sınırının fersah fersah altında kalan asgari ücrete yakınsarken; en düşük emekli aylığı da açlık sınırına dahi yaklaşmayan bir noktada eşitlenmeye doğru gitmekte.
Türkiye’de bir günde sit alanı olmaktan çıkarılan alanlar turizm arazisine dönüştürülürken ya da bir gecede her nasılsa orman vasfını kaybeden topraklar madenlere açılırken, Sovyetler Birliği’nde bir yere üretim tesisi yapılırken işçilerin ve sağlık otoritelerinin onayı alınmak zorundaydı. Yasalar, işçilerin garantisi altında gündelik yaşamda gerçekten uygulanmaktaydı. Yani işçi sağlığını tehlikeye atmak, bugün Türkiye’de “fıtrat” kabul edilirken o gün Sovyetler Birliği’nde cezalandırılması gereken bir suçtu.
Türkiye’de özelleştirilmiş sağlık sisteminin bir nişanesi olarak bir suç örgütü, “Yenidoğan çetesi” ismini hak edebildi. Sağlık sisteminde bırakılmış boşluklardan kolaylıkla sızan çetenin kaç bebeği öldürdüğüne dair kimsenin elinde net bir sayı yok. Aynı zamanda bu sağlık sisteminin yüzü suyu hürmetine, yaklaşık 16 bin kişiye hiç gerek olmadığı hâlde lazer ameliyatı yapılmış. İhtiyaç olmadığı hâlde yapılan diğer ameliyatların, protezlerin veya satılan ilaçların sayılarını bakanlık dahil kimsenin bildiğini zannetmiyorum.
Sovyetler Birliği’nde “Yenidoğan çetesine” alan açan uygulamalar pek mümkün değildi. Sovyetler Birliği’nde sağlık sisteminin insan odaklı düzenlenmesi, insanlar çok ahlaklı ya da iyi, vicdanlı oldukları için değil, insan sağlığı ticaretin bir konusu olmadığı ve hastane sahipleri bakan olmadığı için mümkün oldu. Sovyetler Birliği’nde devrim sonrasında;
Yürütülen sağlık politikaları SSCB halklarının devrim sonrası yıllarında olumlu sonuçlarını vermiştir. 1913-1940 yılları arasında ölüm hızı %40, Çocuk Ölüm Hızı (ÇÖH) %50 oranında azalmıştır. 1913 yılında binde 268,6 olan ÇÖH 1960 yılına gelindiğinde binde 35,3’e gerilemiştir. Bebek Ölüm Hızı (BÖH) 1957 yılına gelindiğinde binde 45’e, Anne Ölüm Hızı (AÖH) 1954’te yüz binde 54’e kadar düşmüştür. 1928 yılına gelindiğinde difteri aşısı olmayan çocuk sayısı %14’tür. Sağlık sisteminin sonuçlarının en önemli göstergesi yaşam beklentisidir. 1913 yılında 32 yıl olan yaşam beklentisi, 1926-27 yıllarında erkeklerde 44 kadınlarda 47’ye, 1968-69 yıllarına gelindiğinde erkeklerde 70 kadınlarda 74’e yükselmiştir. 1927’den itibaren kolera gündemden çıkmış hiçbir vaka kaydedilmemiş, çiçek hastalığının görülme sıklığı 1912 yılında on bin hastada 5 iken 1929 da on bin hastada 0,37 vakaya düşmüştür. 1920-1921 yıllarındaki tifüs salgınında toplam 4 milyon vaka görülürken, 1925-29 arasında yıllık ortalama vaka sayısı kırk binin biraz üstündedir. Ancak o yıllarda ateşli tifo, kızıl ve difteri vakaları hala sorun olmaya devam etmiştir.2
Sovyetler Birliği’ndeki işçinin tatil hakkına Türkiye’deki bir işçi sahip mi?
Sovyetler Birliği’nde işçiler, kapitalist toplumlarda olduğu gibi toplumsal zorunlu üretime katılıyorlardı, ancak kapitalist toplumlardan farklı olarak bu üretimin nimetlerinden de kolaylıkla yararlanabiliyorlardı. Türkiye’de çalışan işçiler olarak, işe başladığımız ilk beş yıl boyunca 14 günlük bir yıllık izin hakkımız olur. Hatta cumartesi günleri çalışmayan işçiler, iş yasasında cumartesi iş günü olduğu için iş yerleri tarafından birleşik tatil kullanmaya zorlanırlar. Bunun nedeni basittir, o 14 günlük yıllık iznin bir gününü de cumartesiye yedirmek, o bir günü dahi işçiye bırakmamaktır. Ancak bundan onlarca yıl önce Sovyetler Birliği’nde tatil hakkı konusundaki durum oldukça farklıydı;
1936’da kabul edilen SSCB Anayasası’nda işçilerin tatil ve dinlenme hakkı güvence altına alınmıştı. Günlük 7 saat çalışma sınırıyla işbaşı yapan bir işçi için tanınan bu hakkın süresi yaptığı işin zorluğuna ve tehlikesine göre belirleniyordu. Emek Yasası’nda bir çalışma yılı (on bir ay) boyunca çalışan işçiler için net 28 ücretli yıllık izin günü hakkı tanınmaktaydı. Mesleklerin zorluk ve tehlikesine göre yapılan seviyelendirmeyle bu süreye 7 veya 3 gün ek izin hakkı ilave ediliyordu.3
Bu tatiller, işçinin sene boyunca bir haftalık tatilin taksitlerini ödeyip ödeyemeyeceğine göre yapabileceği bir fırsatlar pazarı değildi. İşçilerin ürettikleriyle inşa edilmiş kamusal imkânlar, o işçilere dinlenme ve güzel vakit geçirme olanağı olarak geri dönüyordu. Bugün ödediğimiz vergiler, bebekleri öldüren sağlık sisteminde patronlar daha fazla kâr etsin diye seferber edilmiş durumda.
Sovyetler Birliği’nde eğitim ve günümüz Türkiye’sinin MESEM gerçekliği
Türkiye’de işçilerin çocukları, MESEM gibi ölümüne çalıştırıldıkları ve eğitim haklarından mahrum bırakıldıkları bir sistemde ezilirken; Sovyetler Birliği’nde çocuklar, tamamen ücretsiz ve bilimsel bir yaklaşımla tasarlanmış bir eğitim sisteminde öğrenim görürlerdi. Hatta, bugün çalışsa bir aylık kreş ücreti kadar ancak maaş alabilecek ebeveynlerin çilesine karşı, Sovyetler Birliği’nde üç-dört yaşlarından itibaren çocuk bakımı toplumsallaştırılmıştı, çocuk bakımını gerçekleştiren kreşler ve anaokulları gibi birçok kamusal kurum mevcuttu. Kapitalist Türkiye bir okulun tuvalet temizliğini dahi yapamazken, Sovyetler Birliği’nde gelecekte kendisini bekleyen işsizlik gibi endişeleri olmayan gençler, kamusal kaynakların sağladığı eğitim imkânlarıyla kendilerini istedikleri gibi geliştirebiliyorlardı4. Bugün, gençlerin yaşadığı çaresizlik bir tarafa, Türkiye’de atanamayan öğretmen intiharları dahi gündelik hayatın sıradan bir unsuru hâline gelmiş durumda.
Sovyetler Birliği, sosyalist bir devlet olarak kapitalist blokla rekabet ederken ve kendini işgalci ABD emperyalizmine karşı müdafaa ederken; aynı zamanda II. Cihan Harbi’nde en fazla bedeli ödemiş, Nazileri inlerine kadar kovalayıp imha etmişti. Tüm bunlar olurken, ülkesindeki insanlara geleceğe güvenle bakabilme olanaklarını da sağlayabilmişti. Sovyet planlı ekonomisiyle dünyaya örnek olduğu üzere, toplumsal kaynaklar planlı ve organize bir şekilde kullanıldığında, zor yıllara rağmen tatil yapmak sadece patronların hakkı olmak zorunda değildir. Görüldüğü gibi, çocuklara okullarda bir öğün ücretsiz yemek verememenin 2024 yılında izahı yoktur!
İşçi sınıfı dünyayı güzelleştirir
Sovyetler Birliği, kazanacağımız dünyanın nasıl olabileceğine dair çok kudretli bir fragmandı. Günümüz Türkiye’sinde açlığa mahkûm edilmiş, itilen, horlanan, aşağılanan ve selam verilmeye dahi layık görülmeyen, sessiz sessiz bir köşede çalışıp ölmesi beklenen işçilerin, dünyayı kendileri ve bütün insanlık adına nasıl güzelleştirebileceklerinin önemli bir örneğiydi.
Sovyetler Birliği’nde işçilerin yaşam koşullarıyla tanıdık bir yeri, 2024 Türkiye’sini karşılaştırdık. Komünizmin kazananının kim olduğunu, soyut kavramların gündelik hayatta ne anlama geldiğini, bugün bize ütopya gibi görünen bir yaşamın Sovyetler Birliği’nde bir işçinin gündelik hayatı olduğunu gördük. “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.” derken ne kastettiğimizi somutladık. Kazanacağımız dünyanın neye benzeyeceğinin küçük bir kesitini göstermek istedik, kapitalizmin bize nasıl bir yaşam dayattığını ve bizi nelerden mahrum bıraktığını anlatmaya çalıştık.
İşçilerin devrimci mücadeleleri, öncelikle kendi yaşamlarını güzelleştirmek içindir. Devrimci mücadele, idealizmin soyut kavramlarında vücut bulmaz. Devrim, bir devlet okulunda beslenme zamanında çocuklara verilecek sağlıklı yemekten başlar.
Referanslar
- Arif Akalın, Sovyetler Birliği’nin İlk Yıllarında İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği, Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Türk Tabipleri Birliği ↩︎
- Doğan, Şükran. Sovyetler Birliği’nde Sağlık Hizmetleri, Teori ve Eylem, Sayı: 38/Ocak 2020, ↩︎
- Alpaslan, Kavel. Sovyetler Birliği tatili!, Gazete Duvar ↩︎
- Doğan, Alişan. Bambaşka Bir Eğitim Mümkün: Eğitimde SSCB Modeli, Evrensel ↩︎