19 Mart isyanı üzerinden bir hafta geçti. İsyanın bir haftalık seyri detaylı bir çözümleme yapmamıza olanak sağlamıyor ama genel bir çerçeve çizmemize izin veriyor.
AKP-MHP rejimi kendisine karşı ayağa kalkan kitlelerin isyanını, hedef tahtasına oturttuğu burjuva muhalefet, yani CHP üzerinden sınırlandırıyor. Faşist iktidar bloğu, kitlelerin isyanını CHP ile kontrol altında tutuyor. Siyasal pratiği esas olarak burjuva seçimlere girmek ve CHP’yi desteklemek olan reformist sosyalistler de bu kontrolde yardımcı rol oynuyor. AKP-MHP rejimi eylemlerin CHP’yi aşmasını istemiyor. Çünkü isyan CHP’nin, yani düzen siyasetinin kontrolünden çıktığı anda, “şahsının” da tespit ettiği üzere, devrimci komünist hareketlere/”marjinal sola” büyüme olanakları doğacaktır. Bu olanağın işletilmesi ise direnişin kalıcılaşmasına yol açacaktır. İçinden geçtiğimiz sürecin birinci olgusu budur.
“Demokratik İsyanda Kızıl Siyasetin Rolü Üzerine” başlıklı yazımda Gezi isyanı ile 19 Mart isyanı arasındaki farkları ortaya koymuştum. Bu farklara ek olarak, direniş yelpazesi içinde gibi poz kesen, örgütlü ve muhalif Türkçü-faşist çevreyi eklemek gerekiyor. Resmî görünümde Zafer Partisi ve İyi Parti’de vücut bulan bu siyasal akım, Türk burjuva devletinin direniş içindeki en gerici temsilcisidir.
Gezi’de de bozkurt işaretli bir kitle vardı ama örgütlü değillerdi. Gezi’den farklı olarak, 19 Mart isyanında Türkçü-“seküler” faşistlerin örgütlü olduğunu ve sosyal tabanlarının da azımsanmayacak bir düzeyde olduğunu belirlememiz gerekiyor.
Tabii, bu durumun bir nedeni de devrimci-komünist hareketlerin, Gezi isyanına kıyasla, 19 Mart ayaklanmasına daha zayıf girmeleri ve reformist sosyalistlerin de CHP’ye daha fazla eklemlenmeleri, düzen içi yanlarının daha da pekişmesidir. Diğer nedeni ise 2016 sonrası oluşan siyasal konjonktürde burjuva devletçi ve Türk milliyetçisi söylemin bütün bir burjuva siyasette egemen hâle gelmesidir.
Geçtiğimiz cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kürt hareketinin CHP’ye, sosyalistlerin de Emek ve Özgürlük İttifakı aracılığıyla Kürt hareketine eklemlenmesi, Sinan Oğan ve Ümit Özdağ gibi Türkçü-faşist siyasetçilerin önünü açtı. Bu isimler o dönem burjuva siyasetinin şekillenmesinde kilit roller üstlendiler ve siyaseten de büyüme ivmesi yakaladılar.
Türkçü-faşist siyasetin, direniş yelpazesi içindeki fiili pozları, direnişi içeriden yarmaktadır. Bu çevreler devletin kontra aparatları olarak, solu ve Kürt gençliğini meydanlardan uzak tutmak için vardır. Daha da önemlisi, bu devlet aparatlarının asıl görevi devrimci-komünistlere yönelecek kitleleri engellemek için muhtelif provokasyonlar yapmaktır. An itibariyle bu Türkçü-faşist çevreler sol ve Kürt düşmanlığı üzerinden kontra etkinliği yürütmektedirler. Bu da yaşadığımız sürecin ikinci olgusudur.
Ayaklanmaya zaten zayıf yakalanan devrimci-komünist hareketler, zayıf olmanın yanı sıra, aynı zamanda dağınık da bir görüntü vermektedir. Zayıf olmak hâlihazırda bir tercih değildir ama birleşik mücadele için asgari bir planda birleşememek bir tercihtir ve bu tercih de devrimci değildir. Ataletten ve uyuşukluktan devrimci bir şey çıkmaz, tutuculuk ve düzene teslim olmak çıkar.
Devrimci-komünist yapılar en çok kitlelerin ayaklandığı dönemlerde işlevseldir, hatta devrimci-komünist siyasetler ayaklanma sanatının icracılarıdırlar. İsyancı olmayan, isyanın büyümesi için zihnini yormayan, zayıf olanaklarına rağmen, birleşik ve imanlı bir güçle barikatın en önüne geçmeyi dert edinmeyen her siyasal çevre devrimci olma iddiasını yitirir.
Bu açıdan; hem direnişin büyümesinde hem direnişin düzen siyasetinin sınırlarını aşmasında hem devlet aparatı Türkçü-faşistleri devre dışı bırakmada hem de isyan eden kitlelerin yüzünü sola dönmesinde belirleyici olan, direniş yelpazesi içinde kızıl siyasetlerin öncüleşmesidir.
Öncü rolünü siyasal pratik olarak reddeden her çevre ya düzen içileşir ya da hiçleşir.
Devrimci-komünist çevreler, burjuva muhalefetten köklü bir biçimde koparak ve reformist sosyalistleri başlangıçta ayrı tutarak, eylemde birlik asgari programında bir araya gelmelidir. Özellikle yüzünü sola dönmüş, isyancı gençlik kitlelerinin şu an en fazla ihtiyaç duyduğu şey direngen bir odağın yaratılmasıdır. Gazete Patika için yazdığım yazıda ifade ettiğim ama somutlaştırmadığım devrimci platformu, burada daha açık hâle getirelim. Başta İstanbul olmak üzere, direnişin geliştiği bütün kentlerde devrimci direniş platformu kurulmalıdır.
Bu platformu kurmak hem basit hem zor bir iştir. Basittir, çünkü; teorik olarak buna hiçbir devrimci siyasetten itiraz gelmeyecektir. Zordur, çünkü; kitlelerin önüne birleşik bir disiplin olarak çıkmayı başarmak ince işçilik ve cesaret ister.
Devrimci direniş platformu, onu kuracak ve yaşama müdahale edecek siyasal öznelerini bekliyor. Bekliyor diyoruz, çünkü; devrimci-komünistler açısından bu birleşik-devrimci mücadele aracını yaşama geçirmek bir zorunluluk hâline gelmiştir. Hem ulusal hem de uluslararası düzlemde, emperyalist-kapitalizmin emekçi insanlığı; parlamentosuz, demokrasisiz yönetme ve sömürme eğiliminin güçlendiği bir tarihsellik içinden geçiyoruz.
Devrimci-komünistler bugün birleşik-devrimci bir yol açmazlarsa eğer, yarın bugünü arayacakları bir karanlık içinde kalacaklardır. Sosyal olaylar, doğa olayları gibi değildir. Doğa olaylarında etki-tepki doğrusaldır, ancak sosyal olaylarda tarihsel öncü rolünü oynamayı beceremezse, yani tepki örgütlenemezse yenilgi kuyusu dipsizdir.
Diyeceklerimizi bitirirken şunu da belirtelim: Her isyanın dayandığı bir devrimci gelenek vardır.
Yaşadığımız coğrafyanın tarihsel belleğinde, düzen siyasetiyle hiçbir biçimde uzlaşmayan ve egemenlere korku salan devrimci doruk 71 devrimciliğidir.
Yeni bir isyanı büyütürken geleneği kuşanmak; egemenlerin karşısına İbo, Mahir ve Deniz’le çıkmak, hem isyancı kitlelerin siyasal bilinç sıçraması hem de karşı devrimciliğe verilecek kararlılık mesajı açısından anlamlıdır. Bu hakikatin sağlaması, geçtiğimiz bir hafta içinde de yapılmıştır.
Şimdi hızlı ve cesur adımlarla birleşik-devrimci mücadeleyi kurma zamanıdır.










