Tiflis manzarası önünde elinde dizüstü bilgisayar tutan bir insan

Berlin v3.1: Tiflis

Türkiyeli genç yaratıcı güruhun son zamanlardaki favori “kaçış şehri”, Gürcistan’ın başkenti Tiflis. Zaten Instagram kullanan biriyseniz, birkaç günlüğüne bu şehre giden ve şehrin büyüleyiciliğini öven yarı ünlülerin sayısında bir artış olduğunu çoktan fark etmişsinizdir. Suriye’de harladıkları savaş sonrasında, mültecilerin Türkiye’de kalmasını sağlamak için önce Türkiye’ye rüşvet veren, ancak bu “kara ve kaba” insanların, ülkelerine bu sefer de Türkiye üzerinden gelip çökmesinden korkan Avrupa ülkeleri, Türkiye’ye seyahat vizesi vermeyi bir süredir epey zorlaştırmıştı. Üzerine, yüksek enflasyon ve Türk lirasının değerinin neredeyse eksilere düşmesi de beyaz yakalıların ve yaratıcı kesimin “kafa dağıtmak için Avrupa’ya kaçma” alışkanlığını sarsan sebeplerdendi. Schengen vizesi almak eskiden daha kolayken, şimdi pek çok kişi için neredeyse imkânsız hâle geldi. Bu yüzden, bir zamanlar düzenli olarak Berlin veya Amsterdam gibi şehirlere gidenler, şimdi yönünü Tiflis’e çeviriyor.

Tiflis’e giden bu kişiler, genelde tasarımcı, yazar, yazılım uzmanı veya sanatçı gibi “yaratıcı” addedilen işlerde ve uzaktan çalışabilen insanlar. Bu insanlara Avrupa’nın kapıları hep açıktı çünkü iyi düzeyde maaşları, diplomaları ve nispeten dolu banka hesapları vardı. Velhasıl, gezmeden duramayan seküler beyaz yakalılar, vize engelini aşmak ve Instagram’da paylaşacak yeni yerler bulmak zorundaydı. Böylece birçok kişi aslında Batı medyası tarafından bir süredir uzaktan çalışan vatandaşlara “yeni bir sömürge şehri” olarak pohpohlanan Tiflis’i, geç de olsa, keşfetmek zorunda kaldı.

Bildiğiniz gibi, yaratıcı sektör çalışanları Türkiye’deki baskılara katlanabilmek, döndükleri zaman arkadaş grupları içinde “demokrasinin değerini” övmek, yasaklara isyan edebilecek enerjiyi kazanmak ve bol bol fotoğraf çekmek için arada bir içinde müze, yeşillik ve güzel bina olan medeniyetler görmek zorundadır. Son derece aşağılayıcı süreçleriyle vize uygulamasının insanlık dışı olduğuna şüphe yok. Fakat bu yaratıcı kitle, arkalarındaki iş, para ve network sayesinde eskiden bu süreci daha kolay atlatabiliyor, vize çok dert olmadığı için de en fazla yurt dışı harcına gelen zamlara isyan etmekle yetiniyordu.

Ancak, en fazla bar-müze-dar sokak üçgeninde çılgınlık, sanat ve kültürel miras deneyimini özetleyen Instagram photo dump’larıyla sonuçlanan bu gezilerin arkasında, daha rahatsız edici bir gerçek yatıyor: Tiflis’in (de) ayrıcalıklı bir profesyonel sınıf tarafından nesneleştirilerek mutenalaştırılması! Bu yazı, bu “kaçamak” alışkanlığının yalnızca bir eğlence veya keşif arayışı değil, aynı zamanda küresel eşitsizlikleri pekiştiren kültürel ve ekonomik bir gettolaşma biçimi olduğunu iddia ediyor.

Seyahat özgürlüğü: Evrensel bir hak mı, seçkin bir ayrıcalık mı?

Şehirli orta sınıf sekülerlerin zihnine işlemiş olan “seyahat etme hakkı” düşüncesi, genellikle kendini ifade etme hakkını da kapsayan demokrasi ve özgürlük gibi daha geniş ideolojilerin bir parçasıdır. Ancak hareket özgürlüğü, herkese bahşedilen bir hak değil; sınıf, uyruk ve kaynaklara erişim imkânları tarafından şekillendirilmiş bir ayrıcalıktır. Türkiyeli yaratıcılar için de seyahat etme imkânı, ister Avrupa’ya ister Gürcistan’a olsun, sosyal ve ekonomik statülerinin bir göstergesidir; bu kişiler, Türkiye’de yükselen baskılar ve ekonomik istikrarsızlıkla bizzat mücadele ediyor olsa bile! Avrupa, yükselen yabancı düşmanlığı ve aşırı sağ nedeniyle sınırlarını sıkılaştırırken, Türkiye vatandaşları, özellikle ekonomik imkânlara sahip olmayanlar, artık daha çok ve sık dışlanıyor. Ancak beyaz yakalı yaratıcı sınıf, kendini özel hissetmek için her zaman bir yol buluyor. Bu durum, küresel hareketliliği değerli gören fakat onu yalnızca ayrıcalıklı bir azınlığa bahşeden bir sistemin ikiyüzlülüğünü de ortaya koyuyor.

Bugün Türkiye’deki yaratıcı demografinin yoğunlaşan Tiflis kaçamaklarının gelecekteki etkisinin ne olacağını görmek için Berlin örneğine bakılabilir -ki bakmamak mümkün değil- zira bu güruhun imajının neredeyse ayrılmaz bir parçası olan Berlin, şimdilerde de yaşanacak yer olarak popülerliğini sürdürüyor. Ancak artık yaşamak ve Avrupalı olmak için Berlin’e taşınanlar, sanatçı vizesi alarak ve Orta Doğulu olduğunu kanıtlayıp travmalarına odaklandığı sürece tüm fonlardan faydalanarak orada kalabilmeye hak kazanan kişiler. İstanbul’dakiler ise, hafta sonu tatili uzunluğunda bir bohem ütopyası yaşamak için Tiflis gibi vizesiz yerlere yöneliyor. Bu fikir gökten zembille inmedi tabii. Uzun bir süre, vahşi, aykırı ve çekici bir imaj ile “içinde bulunma cesaretini gösterecek kadar özgün, yaratıcı ve muhalif” herkese arzu nesnesi olma garantisi sağlayan Berlin’in, deneyim ekonomisinin en büyük lokomotiflerinden biri olmasının nedeni, yine yaratıcı güruhu cezbeden çok önemli iki dinamikten kaynaklanıyordu.

Berlin’in mutenalaştırılma sürecinden önce, şehrin yerel müzik kültürü içinde, neredeyse “muhalif” gibi görünen, ancak aynı zamanda sermaye olmadan hiçbir adım atamayacak kadar ona bağımlı ve sermayenin dayattıklarını söylemeye son derece gönüllü bir kimlik inşa edilmesinde, kültür endüstrisinin payı oldukça büyüktü. Ne var ki, en az kültür endüstrisi kadar etkili ve ağırlıklı bir başka etken de büyük teknoloji şirketlerinin Berlin’e yönelen yaratıcı kitleyi iştahla kendine çekerek, şehrin bu sözde muhalif kimliğine yakışması oldu. Böylece, kültür endüstrisi ile teknoloji devleri arasında karşılıklı bir beslenme ilişkisi oluştu.

Yaratıcı ekipler Berlin’e geldikçe, daha önce bulundukları mekânlarda hissettikleri kısıtlamalardan nasıl özgürleştiklerini dile getiriyor ve bu şekilde başka yaratıcıları da benzer bir hayale sürüklüyor. Artık kimse mevcut konumunda hak ettiği değeri bulduğunu düşünmüyor; dolayısıyla Berlin’e taşınmak neredeyse kaçınılmaz bir seçenek hâline geliyor. Böylece sanat, bilim ya da akademi gibi disiplinlerde tutkuyla ve ilkelere bağlı kalarak üretim yapabilmenin yegâne yolu, sanki yer değiştirmekmiş gibi bir algı yaratılıyor.

Google ve gig ekonomisinin önde gelen diğer onlarca şirketinde işe girerek sonunda kendi hayallerini gerçekleştirme umuduyla yola koyulanlar, akın akın Berlin’e taşınıyor ve taşınmaya devam ediyorlar. Bu göç dalgası büyüdükçe, yaşanan en büyük etki de yerel yaşam maliyetlerine yansıyor; kiralar yükseliyor, ev bulmak giderek zorlaşıyor, sosyal medya hesaplarımız ardı ardına “Berlin’de acil oda arıyorum” ile doluyor.

Öte yandan, bugün Google, Amazon veya Meta gibi devlerin operasyonlarını Tiflis’e taşımasını gerektirecek bir sebep (henüz) bulunmuyor. Bununla birlikte, yaratıcı kitle, artık kentlerin mutenalaşma süreçlerinde öyle etkin ve proaktif bir rol üstleniyor ki, bu yeni rota seçimleri, neredeyse organize ve planlı bir hareketmiş izlenimi veriyor. Tiflis’e doğru yoğunlaşan hareket içinde oraya ilk gidenler, çoktan “nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiğine” dair söylemler geliştirmiş durumda. Yakında, Berlin’de DJ sayısının müzik dinleyicisini geçmesi misali, Tiflis’e “gidenlerin” sayısı “gitmeyenlerin” sayısını aşacak gibi görünüyor.

Küresel “yaratıcı” sınıfın ikiyüzlülüğü

Genellikle yaratıcı endüstrilerde çalışan profesyonellerden, sanatçılardan, girişimcilerden ve teknoloji alanında çalışanlardan oluşan küresel yaratıcı sınıfın kendi imajı; ilerlemecilik, yenilikçilik ve açık fikirlilik üzerine kuruludur. Ancak bu sınıf, genellikle sömürgeci kalıpları tekrarlayarak, hareketliliklerini daha az varlıklı bölgeleri sömürmek için kullanır. Bu durum, yaratıcı sınıfın kendini ilerici ve kapsayıcı olarak tanımlaması ile aslında eşitsizlikleri derinleştiren davranışları arasında çelişkili bir durumu ortaya koyuyor. Tiflis’e yönelen ilgileriyle Türkiyeli yaratıcılar da bu genel eğilimin bir istisnası değil.

Bu yaratıcı grubun, Instagram gibi sosyal medya mecralarını kullanarak gittikleri yerleri mistifiye etme ve havalı bir estetikle sunma pratiği, yalnızca yeni bir “zevklilik hâli” yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda bu mekânların egzotikleştirilmesine de katkıda bulunuyor. Bu süreç, genel vatandaşın gözünde bu yerleri birer rüya nesnesi hâline getirirken, yaratıcı sınıfın kültürel sermayesini de pekiştiriyor. Ancak bu paylaşımlar, aslında normatif bir kültüre katkıda bulunuyor; zira bahsi geçen grup, farkında olmadan da olsa kültür, insan hakları, eğitim gibi nitelikleri yücelterek kendilerini üstün bir konuma yerleştiriyorlar. Bu yüzden kendilerini geçici ziyaretçiler, hatta müttefikler olarak tanımlasalar da bu sınıfın hem Tiflis’teki hem de sosyal medyadaki varlığı temelde sömürücü bir karakter taşıyor. Zira şehrin kültürel mirasını ve uygun yaşam maliyetlerini tüketirken, Gürcistan’ın siyasi ve sosyal gerçekleriyle derinlemesine bir bağlantı kurmadıkları gibi, onu diğerlerinin gözünde nesneleştiriyorlar. Bu kopukluk, böyle “kaçışların” gerekli ve mümkün olmasını sağlayan yapısal eşitsizliklerle yüzleşme konusundaki daha geniş bir başarısızlığı da yansıtıyor. Küresel ekonominin marjinal alanların ve insanların sömürüsü üzerine kurulu olduğu gerçeği, Tiflis’i de yaratıcı sınıfın yeni bir sınır bölgesi olarak kolonileştireceği bir alan biçiminde kuruyor. Bu durum, yalnızca mekânsal bir dönüşümü değil, aynı zamanda kültürel ve sosyal bir tahakküm sürecini de beraberinde getiriyor.

Ancak Tiflis’in bir “kaçış” noktası olarak çerçevelenmesi, Gürcistan’ın kendi sosyopolitik gerçeklerini ve ekonomik zorluklarını göz ardı ediyor. Gürcistan, ekonomik eşitsizlik, siyasi istikrarsızlık ve Sovyet sonrası geçişin hâlâ süren etkileriyle boğuşan bir ülke. Bu durum, yerel halkın günlük yaşamını ve toplumsal yapısını derinden etkiliyor. Yabancı sermaye ve yabancıların akını, Tiflis’te kiraları ve yaşam maliyetlerini artırarak yerel sakinleri yerinden ediyor ve şehrin dokusunu değiştiriyor. Özellikle merkezî bölgelerde, geleneksel dükkânlar yerini lüks butiklere ve uluslararası markalara bırakıyor.

İstanbul’daki Arap turist yoğunluğundan şikâyetçi olup, kenti turistlerin keyfine göre yeniden kurgulayan neoliberal süreçleri göz ardı ederek “medeniyetsiz Arapları” bir tür günah keçisi ilan edenler, bugün aynı apolitik ve yüzeysel yaklaşımla başka şehirlere “gezmeye” giderek, o şehirlerde olacak benzer dönüşümleri bizzat tetikliyor. Bu ironik tutum, neoliberal dönüşümlerin sorumluluğunu üstlenmek yerine, ötekileştirmeyi tercih etmenin uzun vadede ne denli ikiyüzlü ve kırılgan bir pratik olduğunu kanıtlıyor.

Velhasıl, Türkiyeli yaratıcılar kendi ülkelerindeki ekonomik ve siyasi baskılardan kaçarken, Gürcistan’da benzer baskıların oluşmasına ya da gelişmesine katkıda bulunuyorlar. Yaratıcı profesyonellerin artan sayısı, Tiflis’in sosyal yapısında değişimlere yol açarken, kentin özgün karakterini tehdit ediyor. Ayrıca, yabancı yatırımcıların ve büyük şirketlerin şehre olan ilgisi, Tiflis’te hızlı bir kentsel dönüşüme neden oluyor. Bu durum hem ekonomik büyüme hem de toplumsal uyum açısından karmaşık sonuçlar doğuruyor. Varlıklı yabancıların gelişi, genellikle yerel kültürün metalaşmasına ve işçi sınıfı sakinlerinin yerinden edilmesine yol açıyor. “Kalifiye” turistlerin belirli bir şehri yeni kaçamak merkezi olarak belleyerek başlattığı bu akınlar kiraları yükseltiyor ve mahalleleri dönüştürüyor; şehri ayrıcalıklılar için bir oyun alanı hâline getiriyor.

Yıllar önce Tiflis’e gideceğini duyuran öncülerin övgü dolu ifadeleri geçerliliğini koruyor: “Şehir pek tanınmıyor, çiğ ve salaş bir havası var ama son derece sağlam bir ‘rave’ kültürüne sahip; mutlaka denemek gerek.” Bu sözler, adeta mutenalaştırma sürecinin “sloganı” niteliğinde. Tıpkı Berlin’in bir kültür ikonu hâline gelmeye başladığı dönemde, kapısında uzun kuyruklar oluşan ve “tok satıcı” edasıyla müşteri seçen gece kulüplerinin dilden dile dolaşması gibi…

Vaktiyle var olduğunu hatırladığımız Türkiye orta sınıfının “İnanılmaz salaş bir yer; usta, müşterilere tepeden bakarak köfte servisi yapıyor ama mekânın önündeki arabaları bir görsen!” şeklinde övünerek anlattığı ve böylece beslediği deneyim ekonomisinin bugün Tiflis’e neler yapabileceğini öngörmek zor değil. Benzer biçimde, Türkiye’den belirli bir kitlenin de kültürel emperyalizm çerçevesinde adeta “dönüştüren bir süper güç” olma hırsıyla Tiflis’teki bu dönüşüme katkı sunmayı sürdüreceği açıkça görülüyor.

Tiflis’e dönen rota, yalnızca bir eğlence veya fırsat arayışı değil, ayrıcalıklı olmanın çelişkilerini ortaya çıkaran bir gettolaşma biçimi olarak görülmeyi hak ediyor. Bu bireyler, kendilerini zorba bir vize rejiminin kurbanları olarak görseler de eylemleri başkalarının yerinden edilmesine ve sömürülmesine katkıda bulunuyor. Bu da küresel hareketliliği destekleyen eşitsizliklerle yüzleşme konusundaki iki yüzlülüğü yansıtıyor. Seyahat bir hak ise, bu hakkın bedelini gettolaşma ve yerinden edilmenin yükünü çeken topluluklar ödüyor. Sonuç olarak, yaratıcı sınıfın hareketliliği küresel eşitsizliklerin yeniden üretildiği bir süreç olarak ele alınmayı gerektiriyor.

Total
0
Shares
Önceki makale
6 Şubat Depremi, Vatan Hastanesi önünde, enkazın üzerinde duran insanlar.

Harita mühendisi Kenan Kantarcı: “Antakya’nın ışıkları tekrar yanacak!”

Sonraki makale
Eğitimde Yeni Dönem: Ülkü Ocakları ile Protokol

Eğitimde yeni dönem: Ülkü Ocakları ile protokol

İlgili Gönderiler