Kılavuz Bülten; haftalık gelişmeleri, gözden kaçanları, emekçilerin gündemlerini yorumluyor ve sizlerle buluşturuyor.
Bu haftanın bülteninde geçtiğimiz haftanın işçi direnişlerinin yanı sıra Mahir Polat için verilen ev hapsi, İmralı heyetinin Erdoğan ile yaptığı görüşme, Yunanistan’da gerçekleşen genel grev, Kartalkaya yangınına dair dava dosyasına giren bilirkişi raporu konu ediliyor. Ayrıca Kılavuz’da bu hafta çıkan yazıları bültende bulabilirsiniz.
Yorum ve önerilerinizi de bizimle paylaşabilir, bültenin gelişimine katkıda bulunabilirsiniz.
Haftanın işçi direnişleri

İstanbul/Eyüpsultan – 5. Levent Korupark Torunlar GYO bünyesinde çalışan Yapı-Yol İş Sendikası üyesi inşaat işçileri yaşadıkları hak gaspları sebebiyle 16. katta iskele üstünde direnişe geçti. Hava şartları sebebiyle işçilerin sağlık durumlarının kötüye gittiği öğrenildi.
İstanbul/Tuzla – TKIS Blinds Perde’de, sendikaya üye oldukları için işten çıkarılan 10 işçinin başlattığı direniş, 170. gününde kararlılıkla sürüyor.
Ankara – Altındağ Belediyesi ile belediye işçilerinin bağlı bulunduğı Hak-İş sendikası arasında TİS görüşmeleri sırasında anlaşmazlıklar çıkmış, sendika üyesi 50 işçi işten atılmıştı. Atılan işçiler Hak-İş öncülüğünde belediye binası önünde direniş çadırı kurmuştu. Geçtiğimiz günlerde AKP’li Belediye Başkanı Veysel Tiryaki ve beraberindekiler direnişteki işçilere ve sendika üyelerine saldırdı. Altındağ Belediyesi geçtiğimiz sene de toplu köpek katliamıyla gündeme gelmişti.
İzmir – Sunel Tütün, Oryantal Tütün ve TTL Tütün fabrikalarında 1700 işçi greve çıkmıştı. Sunel Tütün ve TTL Tütün’de grevler devam ediyor, Oryantal Tütün’de ise patronla işçiler arasında anlaşma sağlandı.
İzmir/Kemalpaşa – Temel Conta işçilerinin onurlu direnişi 123. gününde…
İzmir – Gaziemir’de bulunan Alman menşeili Digel Tekstil’de işçiler düşük ücret zamlarına karşı TEKSİF Sendikası’na üye olmuşlardı. Üye olan 7 işçinin işten çıkarılması üzerine hem içerde hem de dışarda direniş başlamıştı. Direniş 85 gündür kararlılıkla devam ediyor.
Mahir Polat için ev hapsi kararına sevinmeli miyiz?

Mahir Polat, İstanbul’un kültürel mirasına özenli yaklaşımıyla yıllardır duyduğumuz bir isim. İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’na ve diğer belediye başkanları ile personeline yönelik iktidar tarafından başlatılan saldırı sonucunda tutuklananlardan birisi de o olmuştu. Tutuklanmadan iki hafta önce anjiyo olan Polat’ın, aynı zamanda tiroit kanseri geçirmiş olduğu için düzenli doktor kontrolü altında bulunması gerekiyor. Hipertansiyon ile bu rahatsızlıkları birleşince, Mahir Polat için hapishanede olmak her an ölümü beklemek demekti. Tutuklandığı günün üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen iki kez hastaneye sevk edilen ve anjiyo olan Polat, geniş bir toplumsal tepkinin ardından ev hapsine alınmak koşuluyla cezaevinden tahliye edildi.
İki önemli soruyu sormamız gerekiyor. Ev hapsine sevinmeli miyiz? Mahir Polat dışındaki hasta tutsakların durumu ne olacak?
Ev hapsi, elbette Mahir Polat’ın daha sağlıklı koşullarda tedavi görmesi adına sevindiricidir. Ancak bu hem iktidarın bir lütfu değil, toplumsallaşan bir tepkinin ürünü hem de zaten siyasi bir yargı operasyonu sonucunda tutuklanan Polat’ın şu an özgür olması gerekirdi. Dolayısıyla, koşulların iyileştirilmesi her ne kadar sevindirici olsa da asıl noktayı, yani yargıyı siyaseti kendi çıkarlarına göre düzenleme aracı olarak kullanan iktidar politikaları sonucunda binlerce siyasi tutuklunun özgürlüklerinden mahrum edildiğini gözden kaçırmamak şart.
Mahir Polat’ın tutukluluğunun yarattığı gündem, Türkiye’de hasta tutukluların durumuyla ilgili düşünmemize de vesile olmalı. Konca Kuriş’in katili de dahil olmak üzere, tutuklu Hizbullah üyeleri sağlık sorunları ve uzun tutukluluk süreleri gerekçe gösterilerek Cumhurbaşkanı Kararnamesi’yle serbest kalıyor. Buna karşın, binlerce devrimci ve Kürt siyasi hareketiyle ilişkili tutsak, infaz süreleri dolmasına rağmen cezaevi gözlem kurulları tarafından “iyi hâlli olmadığı” gerekçesiyle tahliye edilmiyor. Bu yalnızca bir çifte standart değil, siyasi bir seçicilik. İktidar ve ondan ayrı düşünülemeyecek olan devlet, devrimci tutsakları bir daha toplumun içine karışmamaları için onlar ölene kadar tutsak ediyor, hasta tutsakları ise koşullarını iyileştirmeyerek göz göre göre öldürüyor. Örneğin; İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) veriler sunarak Ekim 2024’te yayınladığı bir açıklamada yalnızca 2024 yılı başından açıklamanın yapıldığı tarihe kadar hayatını kaybeden 41 tutuklunun 23’ü hastalıktan vefat etmiş.
Birçoğu yalnızca sermaye iktidarına tehdit olarak görüldüğü için hapsedilen binlerce demokrat ve devrimci için de mücadele etmek, onların durumunu gündeme getirmek için Mahir Polat’ın açtığı gündem bir vesile olmalı. Türkiye’de, özellikle AKP döneminde, siyasi tutuklularla dolu cezaevi kapasitesi artık yetmiyor, yeni hapishaneler inşa ediliyor, adi suçlular afla serbest bırakılırken emekten ve demokrasiden yana bir düzen için mücadele edenler hapishanelerde öldürülmeye çalışılıyor. Bu yüzden, tüm siyasi tutsakların özgürlüğü için mücadele ederken aynı zamanda hasta tutsakların koşullarının iyileştirilmesi talebini de yükseltmek gerekiyor.
İmralı Heyeti Erdoğan’la görüştü

Hafta içi İmralı Heyeti, Saray’da AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan ve onun beraberindeki heyetle (İbrahim Kalın ve Efkan Ala) görüştü. Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’in görüşme sonrası yaptıkları açıklamada, görüşmenin “çok pozitif” olduğu belirtildi, “Çok çok verimli bir görüşme oldu. Süreç güzel ilerliyor” denildi. Görüşme sonrası DEM Parti tarafından yapılan açıklamada da aynı şekilde görüşmenin “geleceğe dair umut verici” olduğu vurgulandı. Ancak sürece dair diyalog artık doğrudan Erdoğan şahsında kurulmuş olsa da hâlâ somut bir ilerleme kaydedilebilmiş değil. DEM Parti de onun da içinde bulunduğu Kürt siyasi hareketi içinde de temkinli bir tutum devam ettiriliyor.
Bu görüşmenin, Ekrem İmamoğlu’na ve İstanbul’daki belediyelere yönelik faşist iktidar saldırısının gerçekleştiği ve gençlere, gazetecilere yönelik baskının arttığı bir dönemde gelmesi, muhalefetin Kürt hareketi dışında kalan kesimleri tarafından eleştiriyle karşılandı. Bu eleştiriler anlaşılabilir olmakla birlikte, hâlihazırda yürütülen diyaloğun yalnızca iç siyasetle sınırlı olmadığını ve aynı zamanda Kürt siyasetinin sürece tüm Türkiye’de demokratik siyasetin geliştirilmesi perspektifiyle yaklaştığını unutmamak gerekir. Yıllardır AKP karşıtı mücadelede toplumsal muhalefetin belki de en örgütlü ve en direngen kesimini oluşturan Kürt siyaseti, direnişinin karşılığında demokratik siyaset alanının genişlemesi anlamına gelecek kazanımlar elde etmeyi hedefliyor.
Sürecin Türkiye’nin dışına taşan kısmı ise bilindiği üzere Suriye. Şam’da iktidarı elinde bulunduran HTŞ ve Rojava bölgesini temsil eden Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında yapılan görüşmeler sonucunda karşılıklı belirli taahhütler verilmişti. Rojava, Şam’da kurulan geçiş dönemi hükümetini ve anayasa taslağını kabul etmiyor olsa da diyalog sürüyor. Diyalog sürerken, Türkiye Suriye’deki etki alanının genişlemesi için Rojava’nın tasfiyesini hedeflerken, Rojava’yı Türkiye’nin ilerlemesinin önünde bir engel olarak gören İsrail ise Kürtleri destekler bir pozisyon alıyor. Bölgeye yayılmacı emellerle yaklaşan Türkiye ve İsrail arasındaki gerginlikte bir taraf olmayan Kürt siyaseti, bölgenin yeniden yapılanma süreci içinde bir özne olarak diplomasinin ise içinde bulunuyor. Hafta içinde Türkiyeli ve İsrailli heyetlerin Azerbaycan’da bir ön görüşme gerçekleştirdiğinin doğrulanması ve Erdoğan’ın İmralı Heyeti’yle görüşmesi, bu bağlamda tesadüfen bir araya gelmiş gelişmeler gibi durmuyor.
Henüz ortada görüşmelerden ve temennilerden öteye geçen bir süreç de somut bir adım da yok. Taraflar temkinli yaklaşımlarını korurken Kürt siyaseti, somut adımlar atılmaksızın herhangi bir örgütlü gücünü dağıtmayı kabul etmiyor. İktidar ise sürece yalnızca kendisinin yayılmacı siyasetine engel teşkil eden güçlerin tasfiyesini şart koşarak yaklaşıyor. Bu uzlaşması zor karşıtlık devam ederken, var olup olmadığı şüpheli bir sürecin serpileceğini beklemek de pek mümkün görünmüyor.
Sürecin emekçiler ve ezilen halklar yararına işlemesini sağlamak için halkın örgütlülüğünü artırmak, demokrasi ve barış talebini toplumsallaşan bir mücadeleyle yükseltmek gerekiyor.
Yunanistan’da genel grev

Yunanistan’da hayat, 2025 yılı içinde ikinci kez gerçekleştirilen 24 saatlik genel grevle adeta durma noktasına geldi. Ülkenin iki büyük sendikal konfederasyonu Yunan İşçileri Genel Konfederasyonu (GSEE) ve Kamu Çalışanları Konfederasyonu (ADEDY) öncülüğünde ilan edilen grev, başta başkent Atina ve Selanik olmak üzere ülke çapında ulaşım, ticaret ve kamu hizmetlerini felce uğrattı. Greve PAME, yerel işçi merkezleri ve mücadeleci işçi örgütleri de destek verdi.
Grevin etkisiyle Yunanistan’da iç ve dış hatlar dahil tüm tarifeli uçuşlar iptal edildi; feribotlar limanlarda kaldı, şehirler arası tren seferleri durdu. Şehir içi toplu taşıma ise yalnızca gösterilere katılımı kolaylaştırmak amacıyla sınırlı saatlerde çalıştı. Hastanelerde yalnızca acil servisler hizmet verdi. Belediyelerde grev katılımı yüksek oldu. Eğlence mekanları, küçük esnaf, teknisyenler ve bazı marketler de greve destek verdi. Okullarda eğitim yapılmazken öğrenci örgütleri kitlesel biçimde protestolara katıldı.
Sendikalar, grevle birlikte hem ekonomik hem de siyasi taleplerini dile getirdi. Ekonomik talepler arasında ücret artışları, toplu sözleşme haklarının geliştirilmesi, kamu çalışanlarına yeniden tatil ikramiyesi ödenmesi, parasız eğitim ve sağlık hizmetleri ile iş güvenliği ilk sıralarda yer aldı.
Özellikle 2023’te Tembi bölgesinde meydana gelen ve 57 kişinin yaşamını yitirdiği tren kazasının ardından sorumluların hâlâ hesap vermemesi, grevin siyasi yönünü de belirledi. Demiryollarının özelleştirilmesi ve denetimsizlik nedeniyle hükümeti doğrudan sorumlu tutan sendikalar, “Hükümet istifa” çağrısında bulundu. Ayrıca kazaya karışan trenlerden birinde NATO malzemesi olan kimyasal madde taşındığı ve ölümlerin çoğunun bu nedenle gerçekleştiği yönündeki iddialar, NATO karşıtı tepkileri artırdı.
Yunanistan’da yaşam maliyetinin hızla artması ve ücretlerin bu artışı karşılayamaması işçilerin temel tepkilerinden biri oldu. Hükümetin asgari ücreti 880 avroya çıkarmasına rağmen gıda, enerji ve konut enflasyonunun çok daha yüksek olması birçok hane halkını geçim sıkıntısına sürükledi. Hükümetin 950 avro ve ileride 1.500 avroya çıkarma hedefi ise sendikalar tarafından yetersiz bulundu.
Sendikalar, ücret artışı yapılmazken devlet bütçesinden milyarlarca avronun NATO harcamalarına ve silahlanma programlarına ayrılmasına sert tepki gösterdi. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın yüzde 2’sinin NATO harcamalarına aktarılması, kitlesel gösterilerde “Savaşa ve sermayeye değil, işçi ve emekçiye bütçe” sloganlarıyla protesto edildi.
Grevin etkisi ülke geneline yayıldı. 80’e yakın kent, ilçe ve adada kitlesel yürüyüşler ve mitingler düzenlendi. Atina’da Klatmonos, Sintagma ve Propilya meydanlarında düzenlenen ayrı yürüyüşler birleşti. Öğrencilerden emeklilere, inşaat, metal, enerji ve sağlık işçilerine kadar geniş bir kitle sokaklara çıktı. Teselya Ovası’ndan gelen köylüler de protestolara katıldı.
Gösterilerde Erdoğan yönetiminin de baskıcı uygulamaları protesto edilirken, tutuklanan gençlerin serbest bırakılması istendi. “Sintagma’dan Saraçhane’ye selam” dövizleri dikkat çekti.
Grev sonucunda devlet ücret artışlarında değişikliğin gündeme alındığını duyurmak zorunda kaldı.
Bu gündem özelinde sanıyoruz uzun uzun tahlile ve analize hiç gerek yok. Tek bir cümleyle açıklanabilir: Direnenler kazanır!
Kartalkaya yangınında bilirkişi raporu

21 Ocak’ta Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel’de çıkan yangında 36’sı çocuk 78 kişi hayatını kaybetmişti. Bu büyük felaketin ardından sorumlular birbirine suç atarak sorumluluktan kaçtı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Bolu Belediyesi, Bolu İl Özel İdaresi ve otelde denetim yapan firmalar arasında sorumluluk paylaşımı konusunda büyük bir karmaşa yaşandığı ortaya çıktı.
Yangından iki ay sonra tamamlanan 189 sayfalık bilirkişi raporu, ihmallerin sistematik boyutunu ve nasıl göz göre göre bir facianın yaşandığını tüm açıklığıyla ortaya koydu. Rapora göre:
- Yangın başladıktan sonra otel personelinin kimliği belirsiz ayrıcalıklı misafirlere odaklandığı, bu özel kişilerin tahliyesi sırasında izdiham yaşanmaması için yangının diğer müşterilere duyurulmadığı iddia edildi. Otel yöneticilerine ve otelde bulunanlara haber verme açısından herkese eşit şekilde davranılmadığı, video kayıtlarında ve telefon HTS incelemelerinde önceliğin otel yöneticileri ile yakınlarına verildiğ, belirtildi.
- “11. katta yangın merdiveninin önünde asma kilitli demir kapı bulunduğu tespit edildi.”
- “Mutfak kısmına ait görüntüler incelendiğinde lavabonun altında bir yangın tüpü bulunduğu görülmektedir. Ancak personel herhangi bir yangın eğitimi almadığından dolayı bu tüpü kullanmayı yangın anında denememiştir. Hatta personel ifadelerinde bu tüpün yerini bile hatırlamadığını belirtmiştir” denildi.
- “Resepsiyon görevlisinin yangını haber almasından sonra 10 dakika zamanı vardır ve minimum standartları sağlayan (yangın uyarı sistemi, ikaz düzeneği ve yangın merdivenleri) bir otelden bile bu kadar sürede herkesin çıkması mümkündür. 8’inci kattan dahi otel merdivenlerini kullanarak dışarı çıkmayı başaran mağdurlar vardır. Otel içinde ana merdiven dışında yangın merdiveni olarak tanımlı olanlarda kesinlikle ortamdan ve ısıdan koruma önlemi alınmamıştır.”
Raporda dikkat çeken bir diğer nokta, yangın sırasında doğru davranan tek bir otel personelinin olmadığının tespit edilmesidir. Yangının, restorandaki ızgaradan başladığı, hızla yayılmasında ise LPG hortumlarının uygunsuz biçimde yerleştirilmesinin etkili olduğu vurgulandı.
Bilirkişi heyeti, yangının “öngörülebilir, basit önlemlerle engellenebilir ve sonuçları yok edilebilir bir yangın” olduğunu açıkça ifade etti.
Bu tablo, yalnızca bir otelin ihmalkârlığını değil, AKP hükümetinin insan hayatını ikinci plana atan neoliberal politikalarının doğrudan bir sonucudur. Denetimlerin özelleştirilmesi, kamu kurumlarının işlevsizleştirilmesi, yandaş sermayeye açılan alanlar ve kâr hırsının önüne hiçbir etik ya da kamusal ilkenin geçememesi, bu tür felaketleri “olağan” hâle getiriyor. Grand Kartal Otel yangını, AKP’nin sermayeyi önceleyen, denetimsizlikle örülmüş düzeninin kanlı bir yansımasıdır. Bu yalnızca bir kaza değil; Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depreminde, Çorlu tren kazasında, Soma madeninde olduğu gibi bir “bir ihmal cinayetidir”.
Kılavuz’da bu hafta

Birlikte direnmek: Kapsayıcı bir mücadelenin izinde – Nazlı Yalçındağ
Hareket, AKP karşıtı herkesi bir şekilde birleştirdi ve bir arada hareket etmelerini sağladı. Bunlar, dikkate alınması gereken önemli adımlardır. Ancak alanda hâkim kadın ve LGBTİ+ düşmanı ton, kadın hareketinin bu mücadeledeki yerini her zamankinden önemli kılmaktadır. Direnişin yarattığı bu ortaklaşma, toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretmemeli; bilakis, rejime karşı verilen mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak mücadele çerçevesine patriyarkayı da eklemelidir.

19 Mart ve Türkiye’de iktidar mücadeleleri – Ahmet Gire
Bugün iktidar, zor aygıtına yerli-yabancı sermaye dışında hiç kimseye güvence ve güzel bir gelecek vaat etmeden iktidarını koruyabilecek kadar hâkimdir. Tam da bu nedenle CHP’nin sermaye bloğunun bir kısmını parçalamaya dönük hamlelerinin bir karşılığı olmuyor. AKP’nin temsil ettiği sermaye fraksiyonlarının emek karşısındaki çıkar birliği, ancak toplumun sermaye sınıfı dışındaki kesimlerinin, sermayenin gücüne rağmen kazanacağı bir mücadele sonucunda dağılabilir. Yani sermaye sınıfının göreli birliğinin parçalanması bir neden değil sonuç olacaktır.

Mücadelenin içinden: Boykot – Mehmet Şakir Gök
Bizlere suni talepler yaratan ve çılgınca tüketim kültürü kazandıran sistem, bizleri günlük harcamalarımızda dahi olabildiğince sömürür ve özgürlüğümüzü ancak ekonomik sınırlar içerisine hapsederken, faşist saldırılarla aynı zamanda seçme ve seçilme, eylem düzenleme gibi en temel demokratik haklarımızı dahi hedef alıyor. Buna karşı girişilen boykot eylemi, yalnızca ekonomik değil, politik bir başkaldırıyı da ifade ediyor.