19 Mart günü Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali ile başlayan süreç, tutukluluğuyla devam etti. Buna tepki olarak tüm Türkiye’de sokakları saran bir isyan ve başkaldırı dalgası baş gösterdi. Milyonlarca kişinin sokağa çıktığı eylemler, yakın geçmişteki iktidar pratiklerinden daha kapsamlı bir saldırı ve operasyon süreciyle durdurulmaya çalışıldı. Binin üzerinde genç gözaltılarla, polis şiddetiyle karşılaştı; 300’ün üzerinde genç ise tutuklandı. Bu süreçten şimdilik bütünlüklü bir okuma yapmak için hâlâ erken olsa da birkaç başlıkta birtakım noktalara dikkat çekmekte de fayda var.
Rıza ve faşizm
İktidarın bugüne kadar toplumla arasında kurduğu ilişkide belirleyici olan rıza ve zor denklemi, diploma iptali ve sonrasında gelişen süreçte başka bir boyuta evrilmiştir. Erdoğan, siyasi rakibini halk tepkisinden korkmaksızın devlet gücü ile rekabetin dışına atmıştır. İktidarın, bugüne kadar “beka sorunu” ve “terör” gibi kavramlara dayanarak bir iç düşman olarak tanımladığı ve bunun yarattığı hamle imkânıyla rahat rahat kayyum atadığı, hapse attığı Kürt siyasi hareketiyle ilişkilendirdiği kesimlere uygulanan tarife artık daha batılı, daha devletli ana muhalefete ve onun siyasi alanına da uygulanmaya başlamıştır. Elbette iktidar solculara, devrimcilere her daim bunu yapmıştır fakat geniş kesimlerde rıza inşa etmeden böylesine popüler, merkez siyasete yakın bir kesimi ilk kez hedef almaktadır. AKP iktidarı sandıktan aldığı gücü artık çoğunluk olmadan, yani azınlık olarak da koruyabileceği inancındadır. Bu durumun bir sonucu olarak, azalan rıza inşasının yerini daha fazla zor aygıtı kullanımının alacağını öngörebiliriz. Bir başka sonuç da şudur; bundan sonra, Erdoğan’ın karşısına sandıkta iddialı bir rakibin çıkması durumunda seçimlerin adil ve güvenli bir şekilde gerçekleştirilemeyeceği açıktır.
Bu rejimin “faşizm” olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı da sol için önemli bir tartışma konusudur. “Faşizm” kavramının yarattığı çağrışım, insanlarda uyandırdığı etki ve tanımlama gücü, AKP iktidarının mevcut formasyonunu oldukça iyi bir şekilde yansıtmaktadır. Biz devrimcilerde de yaygın eğilim olan faşizmi devrimcilerin katledilmesi üzerinden tanımlamak, mevcut faşist iktidar için teknolojik ve hukuki imkânlar dahilinde bir gereklilik olmaktan çıkmıştır. Tutuklamalar, fişlemeler ve bir sürü benzer işlem, iktidarın faşist yöntemleri olarak hayli yeterlidir. Üstelik bu sayede Batı kamuoyundan da pek tepki almamakta, yapılacak ekonomik anlaşmalara zeval gelmemektedir. Burada elbette ki faşizmin iktisadi temeli ve bu temel üzerinden de çokça tartışma yapmak gereklidir. Sadece şimdiye kadar kullandığımız kavramların, düzeni tanımlamak için artık yeterli olmayacağını hatırlatalım ve “faşizm” tartışmasını başka yazılara bırakalım.
Kürt siyasi hareketi
Bahçeli’nin açıklamalarıyla başlayan ve Öcalan’ın PKK’ye yönelik çağrısıyla gelişkinlik kazanan süreç, incelenmeye ve tartışılmaya oldukça muhtaç olsa da bu yazının kapsamı dışında. Burada değinilecek kısım ise şudur: Bu sürecin de etkisiyle, Kürt siyasi hareketinin eylemlerde pek aktif olmadığı açık durumdadır. Kürt siyasi hareketinin temsilcilerinin destek açıklamaları olmakla beraber, belki de bu eylemleri bir başka noktaya taşıma etkisi gösterebilecek olan Kürt siyasi hareketinin sürece aktif dahli gerçekleşmemiştir.
Türkiye sosyalist hareketi, Gezi’den sonra önünde önemli bir görev olarak gördüğü Türk ve Kürt halklarının duygusal kopuşunu engelleme görevinde sınıfta kalmıştır. Elbette Bahçeli’nin Öcalan’a çağrısını İmamoğlu süreci üzerinden okumamalıyız ama bu süreçte bir etki gösterdiği de aşikârdır. İmamoğlu sürecinden önce HDK’ye ve daha öncesinde bir HDK bileşeni olan ESP’ye yönelik tutuklama ve gözaltı saldırıları da Kürt siyasi hareketinin süreçten uzak kalmasında bir ölçüde etkili olmuştur.
Önümüzdeki dönemde sosyalist hareket, Kürt sorunu kapsamında daha fazla sorumluluk almalı, kendini CHP’nin soluna yasladığı güvenli(!) alandan çıkıp halkların kardeşliğinin iktidarı devireceği bir örgütlenmeyi vurgulamalıdır. Bu görevin yakıcılığı Türkiye sosyalist hareketinin bölünmüşlüğünün de temel sebeplerinden biridir ve bu değiştirilmelidir.
Seküler milliyetçilik
İmamoğlu eylemlerinin en aktif gruplarından biri olarak seküler milliyetçi gençler öne çıktılar. Bu gruplar kimi zaman polisle çatıştı, kimi zaman eylem örgütledi eylemcilerin en direngen kesimlerinden birini oluşturdu. Türk-İslamcı kültür, eğitim sistemi ve konvansiyonel medya aracılığıyla pompalanırken mülteci düşmanlığı ve Orta Doğu siyasetinin Türkiye üzerindeki etkisi sosyal medyanın da aracılığıyla gençler üzerinde pek de öngörülmemiş bir hâkim ideoloji yaratmış gözükmektedir. Seküler milliyetçilik olarak adlandırabileceğimiz bu ideoloji sosyal medyada, içerik üreticilerinde, üniversitelerde oldukça yaygın bir çeşit yeni fenomendir. Burada sosyalist solun başarısızlığı da etkendir. Sol kendi kültürünü yaymakta, yeni medya araçlarını kullanmakta, gençler üzerinde etki kurmakta pek başarılı olamamaktadır. Bu durum gençleri örgütlemekte zorlanan bir örgütlenme ve seslenme biçimini kabullenmek, gençlerin siyasi özneliğini önemsizleştirmek gibi geri tutumlar olarak solda kendine yer bulmaktadır.
Seküler milliyetçilik geçmişte İyi Parti ile ilişkiliyken, bu dönemde ise siyasi bir örgütlenme olarak Zafer Partisi (ZP) ile bağlantı kurmaktadır. Elbette ZP’nin bu dalgayı nasıl yöneteceğini öngörmek zor, fakat bu kitlenin siyasi kodlarından biraz bahsetmek yerinde olacaktır. Bu gençlerin bir siyasi fenomen olarak önümüzdeki yıllarda da varlığını sürdüreceği aşikâr. Mevcut durumda, Zafer Partisi tarafından tamamen kapsanamayan ve belki de kapsanamayacak olan bu gençler, dünyada yükselen sağ popülist gençlik hareketleriyle de benzerlikler gösteriyor.
Sosyal medya üzerinden örgütlenen, bildiğimiz anlamda siyasi örgütlenme kavramına oldukça uzak, meclis ve temsilî demokrasiye ve Türkiye’deki karşılığı olan kurumlara güvenmeyen, geleceksizlik ve ekonomik kaygıların baskın olduğu, dinî örgütlenmelere tepkili bir gençlik dalgası şeklinde tanımlanabilir. Elbette eril, homofobik ve milliyetçi eğilimleri de görülmek şartı ile! Düzenin bu kadar sağa kayması ve toplumda oturmuş “demokrasi ve özgürlük getiren kapitalizm” algısının yıkılmaya başlaması ile solun güçsüzlüğü birleşince ortaya çıkan bu hareket, İmamoğlu eylemlerinde devrimcilerin eylem pratiklerini kullandı, slogan attı, çatıştı ve gözaltına alındı. Dolayısıyla bu hareketin düzen tarafından kapsanamadığı da aşikâr.
Sosyalist solun önümüzdeki dönemde bu dalganın ve onun örgütlerinin gerçekliği ile yüzleşmek zorunda kalacağı kesindir. Eylemlerde yer yer çıkan devrimci-ülkücü kavgaları önümüzdeki dönemde bu grupların daha sık karşı karşıya gelmesiyle artacaktır. Bu sefer 70’lerdeki devrimci-ülkücü geriliminden farklı olarak, bu grubun iktidarla da kavgalı, geleceksizlik ve kültürel saldırı altında bu hâle gelmiş ve hâlâ kazanılabilir bir grup olduğu da unutulmamalıdır. Sosyalist solun gençlikte yükselen düzen ve iktidar karşıtlığını örgütlemekteki başarısı, bu iktidarın gidişinde devrimcilerin rolünün de en önemli kıstası olacaktır. Ya devrimciler ya da bir tür yeni faşist dalga kazanacaktır.
Son olarak
Türkiye’de AKP iktidarı yeni bir seviyeye gelmiş, en saldırgan ve faşizan dönemine geçmiştir. Öte yandan özgürlük ve demokrasi mücadelesi yeni bir filiz vermiş ve halk bir kez daha iktidara boyun eğmeyeceğini göstermiştir. Artık söz bizdedir! Mücadeleyi büyütüp iktidarı devirerek özgür, adil ve eşit bir ülke kurmak ile bir diktatör tarafından kölelik düzeninde yönetilmeyi kabul ederek açlık, yoksulluk ve sefalete mahkûm yaşamak arasında yapılacak bir seçim var ve bu seçim tüm Türkiye halkları için, emeğiyle ve alın teriyle geçinenler için tüm yakıcılığı ile önümüzde durmaktadır. Egemenler kendi aralarında kavga ededursun, kararı verecek olan bizler olacağız.