Son günlerde sol-sosyalist kamuoyunu oldukça meşgul eden, “Ülkemizin Uçurumdan Yuvarlanmasına İzin Vermeyeceğiz” başlıklı imza kampanyası, solda ihtiyaç duyulan bir tartışmayı tetikledi. Bu imza kampanyasına Kürdistan’da görev yapmış kimi komutanların, “Aydınlık” eskilerinin imza atması; İYİ Parti, Zafer Partisi gibi sağcı partilere yakın isimlerin de desteklerini belirtmesi, kimi tartışmaların daha fazla gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır.
Bu insanların TKP bildirisine imzacı olmaları, elbette “papazın çelişkisi” olarak algılanamaz. Milliyetçi kesimin bu bildiride imzacı olmasının temel dayanak noktası, bildirinin siyasal içeriğiyle kendi fikirlerinin paralel olmasıdır. Ancak altını çizmek gerekir; Kürt düşmanlığına “cumhuriyetçi” kılıfı uydurulan isimler imzacı olmasalardı, yahut desteklerini açıktan dile getirmeselerdi; hatta bu imza kampanyası sadece bir basın açıklaması metni olsaydı da elle tutulur herhangi bir tarafı olmayacaktı. Birazdan bunun sebeplerini ve tarihsel arka planını inceleyeceğiz.
TKP’nin sosyal şovenizm ile tanımlanabilecek mevcut durumunun tahlilini yapacaksak, bu çizginin siyasal ve tarihsel arka planını anlamak gerekiyor. TKP’nin bu çizgiye savrulmasının aşamalarını ve sebeplerini belirlemek, yalnızca sosyal şoven çizginin değil diğer tüm başlıkların da daha net kavranmasını sağlayacaktır.
Bir sınıf uzlaşmacılığı pratiği olarak TKP
TKP’nin içinde bulunduğu kokuşmuş tablo, yalnızca kendisini bağlayan bir durum olmanın ötesinde, sosyalist harekete örgütlenecek gençler ve işçiler için akıl bulanıklığı yaratacak bir durumu önümüze koymaktadır. Gelenek hareketi, yola çıktığı ilk günden itibaren adım adım bu çizgiye kendini sokmaya çalışmaktadır. TKP, özellikle 2000’li yılların başından itibaren hızla kurucu egemen ideolojiye eklemlenmiş, Gezi sürecinden sonra ise kendi içindeki muhaliflerle yollarını ayırdıktan sonra bu angajman daha da hâkim hâle gelmiştir.
Kısaca örneklendirecek olursak; Gelenek dergisinin 87. sayısında yer alan “Yurtsever Cephe’nin Önünü Açmak” başlıklı yazıda, “İşçi sınıfının yerine genel olarak halkı veya ulusu, ya da alternatif küreselleşmenin öznelerini ikame ettiğinizde işçi sınıfı iktidarı da gündeme giremeyecek, çözüm kaçınılmaz olarak kapitalizm içi reform arayışına gömülecektir” denmektedir. Elbette işçi sınıfı yerine ikame edilecek başka bir kuvvet yoktur, ancak sınıf mücadelesi ve proleter enternasyonalizm, ulusal eşitlik gözetilmeden gelişemez. Buradaki “pürist” yaklaşım, söylemde oldukça “komünist” görünse de kategorik olarak işçi sınıfı mücadelesinden ayrı ele alınması ve bir ittifak unsuru olarak görülmesi gereken her şeyi hiçleştiren bir yönelimin ilk adımıdır.
TKP, bu temeller üzerinden ulusal inkâr siyasetini başlatmıştır. “Yurtsever Cephe” çıkışı, egemen ezen ulus milliyetçiliği üzerinden kurulan bir “cepheleşmedir.”
Marksist teoride ulusal sorun, ezilen ulusun ezen ulusla eşitliği sağlanmadan, ezen ulusun işçi sınıfının kurtuluşunun da sağlanamayacağı tezine dayanır. Lenin, “Finlandiya’ya özgürlüğü reddeden her Rus sosyalisti, şovendir”1 derken, ulusal eşitliği sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak tanımlamış olur.
Konunun daha net kavranılabilmesi için Marx’ın bu konuya yaklaşımına ve komünist önderlerin, empeyalizmin gelişmesiyle birlikte sorunu nasıl ele aldıklarına bakıldığında, durum tüm çıplaklığıyla açığa çıkacaktır. Marx, 1869 yılında Engels’e yazdığı bir mektupta şöyle diyor, “İngiliz işçi sınıfı, İrlanda’dan kurtulmadıkça hiçbir şey başaramaz.” Benzer şekilde Engels de aynı ifadeleri farklı süreçlerde kullanmıştır. Almanya Komünist Partisi’nin kurucularından Karl Liebknecht de Polonya ile ilgili benzer bir tavır almıştır. Bu durum, ezilen ulusun eşitlik mücadelesine doğrudan yapılan vurguyu göstermesi açısından kıymetlidir. Yani, egemen burjuva figürlere karşı verilen mücadele, egemen burjuva unsurların ezdiği/sömürdüğü ulusların eşitlik mücadelesi yok sayılarak verilemez.
Ulusal sorunda esas alınan çizginin dayandığı sınıfsal zemin, beraberinde birçok farklı çıktıya zemin hazırlamaktadır. Gericilik/ilericilik tartışması üzerinden “Cumhuriyet” güzellemesi yapmak, TKP’nin kapitalist devlet aygıtıyla esasen bir sorunu olmamasının bir sonucudur. Devlet, daha kurulduğu dönemde, Kürt isyanlarını, Kürt feodalleriyle uzlaşarak bastırmaya çalışmıştır. Osmanlı’dan kopuş bir ilerleme olarak görülebilecek olsa da Cumhuriyet’in Kürt halkına yönelik uyguladığı şiddetin hedefi feodalizm değil, Kürt halkının ulusal kimliğidir.
Bu baskı yalnızca Kürt halkına yönelik değildir. İşçi sınıfı ve sosyalistler de kendilerini ifade edecekleri hiçbir alana sahip olmamıştır. Yani, 1923’ün bu denli yüceltilmesi, egemen ideolojinin tarih okumasını olduğu gibi kabul etmek anlamına gelir. İşçi sınıfı için “ileri” sayılabilecek her türlü kazanım, 1923 referansından bağımsız gelişecek bir mücadeleyle elde edilecektir.
“Gelenek”sel inkârın tarihsel sonucu: “Yeni Aydınlık”
TKP’nin sosyal şovenizme yönelimi, süreç içerisinde giderek daha belirgin bir hâle gelmiştir. Sosyal şovenizm, sosyalizm kisvesine bürünen milliyetçiliktir ve oportünizmin doğrudan yansımasıdır. Oportünizm ile sosyal şovenizm arasında birbirini tamamlayan karşılıklı bir ilişki mevcuttur.
2000’li yılların ikinci yarısında yayımlanan “Felaketin Eşiğinde” başlıklı broşürde, bir yandan kurucu kadroların gericiliğin toplumsal rolüyle esaslı bir sorunu olmadığı ortaya konulurken, Kürt sorunu da Kemalist kadrolar tarafından “Kürt aşiret reisleriyle kurulan ittifak” ile açıklanmıştır, Cumhuriyet’in çelişkili karakteri ortaya konmuştur. “Ulusal egemenlik, bağımsızlık, aydınlanmacılık, devletçilik ve cumhuriyetçilik” gibi değerler, 12 Eylül sonrası dönemde sermaye sınıfıyla mücadelede değerli görülmüştür. Zaman içerisinde, Cumhuriyet’in çelişkili karakteri giderek görmezden gelinmiş, tüm günahların merkezine, ondan bağımsızmış gibi ele alınan bir “sermaye sınıfı” vurgusu yerleştirilmiş, Cumhuriyet’in gericiliğin toplumsal temeliyle hiçbir zaman hesaplaşmamış olduğu tespiti ise tümüyle devre dışı bırakılmıştır.
Gericiliğe karşı mücadele adına 1923’ün böylesi bir referans noktası olarak kabul edilmesi, onun sınıfsal karakteriyle komünistler arasında olan mesafeyi de silikleştirmektedir. Hâlbuki, laikliğin toplumsallaşamamasının birinci sebebi, Cumhuriyet’in, kapitalist egemenliği karşısında gelişecek yıkıcı bir muhalefetten korkmasıydı. Kamuculuk, sermayenin kârlı bulmadığı için yapmadığı yatırımların emekçilerin tümüne ait kaynaklarla gerçekleştirilmesini içeriyordu. Yüzeysel bir tarih okuması yapılsa dahi ülkeyi kuran önderlik, Anadolu halklarının işgale karşı direnişi dışında, emperyalizme karşı tutarlı bir yaklaşımı benimsememiş; aksine, işbirliğinin yollarını aramıştır. Sömürücü güçlerin isimleri ve metotları süreç içerisinde değişse dahi, bugün tam anlamıyla bir çürümenin sebebi olan sermaye egemenliği, 1923’ün yarattığı bir sonuçtur.
Oportünizm, işte tam olarak devletin sınıfsal karakterinin görünmezleştiği bu noktada devreye giriyor ve ulusalcılığa dümen kıran bir TKP karşımıza çıkıyor. Ergenekon/Balyoz operasyonlarıyla devlet içindeki gücünü kaybeden ulusalcı önderlik, Aydınlık hareketi eliyle uzun yıllar boyunca AKP karşıtı muhalif kesimlerin bir kısmını örgütleyebilmişti. Ancak sağcılaşan CHP’nin solunda belirli bir boşluk bulunmaktaydı. Bu boşluğa talip olan, teorisini o kesimi örgütleyebilmek için elden geçiren TKP, özellikle Gezi İsyanı’ndan sonra bütün tezlerini burayı örgütlemek üzere geliştirmiştir.
Gezi süreciyle beraber; yıllarca işçilerin, Kürtlerin sırtında sopa olarak kullanılan ulusal bayrağın temizlendiğini iddia eden TKP, sonrasındaki tüm eylemlerinde bayrak göstermek için çaba sarf etmiştir. Günümüze gelindiğinde ise büstlerin önünde diz çöken, ay yıldız logolu meclisler kuran TKP, geri dönüşü olmayacak şekilde güncel “Aydınlık” hâline gelmiştir. Burada tabii ki “Aydınlık” hareketinin yıllardır üzerinde tepindiği kitleyi AKP’ye satması ve düzen siyasetindeki ulusalcı boşluğun hacim kazanması da çok belirleyici bir etmendir. Ulusalcı solun bu ülkede temsilcisi kalmamıştır. TKP önderliği bu boşluğu net bir şekilde görmüş ve hamlelerinin tamamını bu kitleyi etkileyebilmek için gerçekleştirmiştir.
Bir komünistin emperyalizme karşı bağımsızlığı savunması ya da tarikatların yönettiği bir ülkede aydınlanmacılıktan yana saf tutması problemli midir? Elbette değildir. Ancak bir siyasi özne, emperyalizme karşı bağımsızlığı savunurken, proletarya enternasyonalizmini göz ardı ederse, gericiliğe karşı verilen mücadelede ulusal sorunu “feodal kalıntı” olarak tanımlamaya başlarsa, sosyal şovenizm o siyasi hareketin kılcal damarlarına kadar girmiş demektir.
2015’ten sonra, Aydınlık’ın iktidar bloğuna yanaşmasıyla beraber “sahipsiz” kalan bir kitlenin bütün histerileri kabul edilerek örgütlenmeye çalışılması, ulusal inkârın söylemde daha çok yer almasına neden olmuştur. “Benim de Kürt arkadaşlarım var” tadında yapılan TKP açıklamaları, kendi Kürt üyelerini bu çıkmazda bir vitrin malzemesi olarak göstermekten başka bir şeyi ifade etmemektedir. Ulusal eşitlik ve ulusal eşitliğe dayanan eşit yurttaşlık talebinin yerine, sembolik temsilin geçirilmesi sosyal şovenizmin tipik vitrinciliğidir.
TKP’nin ulusal inkâr siyasetine yedeklenmesi, ulusal sorun dahil olmak üzere birçok politik başlığa ezen ulusun perspektifinden yaklaşmasının doğrudan bir sonucudur. Kemalist olmadığını iddia eden ama büstlerin önünde diz çöken, göğüslerinde kurucu burjuva önderliğin sembolü Mustafa Kemal’in fotoğraflarını taşıyan TKP önderliğinin esas derdi, Kürt ulusal hareketinin AKP-MHP ile görüşmesi ya da bu hareketin uluslararası bağlantılarının teşhir edilmesi de değildir. Esas konu, ezen ulusun tarih anlatısına yaslandıkları için o anlatının asimilasyoncu ve inkârcı yönlerini rehber kabul etmeleridir.
Artık dönüşüm tamamlanmış olan TKP, günümüzde yeni bir “Aydınlık” olmuştur.
Bizzat kendi yöneticileri tarafından TKP’nin Kemalist olmadığı söylense de bu partinin tüm yönelimleri, tüm belirlenimleri, siyasetlerinin ana rotası; kurucu burjuva ideolojisi tarafından belirlenmektedir. Bir hareket aynı zamanda “komünist” olduğunu iddia ediyorsa, bunun adı tam olarak sosyal şovenizm olacaktır. Bu durum, partiyi işçi sınıfı mücadelesinde devrimci bir özne olmaktan çıkarıp düzen sınırlarına hapsetmiştir.
Devrimci yöntem nedir?
“Eleştiri” özgürlüğü, sosyalist harekette genel bir kültürdür. Bu yöntem doğru bir şekilde işletilebilirse yapıcı olabilir. Yöntemin doğru işlemesinin temeli ise militanların kendi bulundukları noktayı “mutlak doğru” olarak kabul etmemelerinden geçmektedir. Parti, parti yöneticileri, hatta sosyalist devletler kutsal değildir. TKP’nin Kemalist yönelimleri ya da Kürt sorununda fiilen inkârcı bir tavır alması eleştirildiğinde, bir siyasi tartışmaya girmek yerine karşı tarafı iktidarın ya da başka bir muhalif hareketin “kuyrukçusu” veya “işbirlikçisi” olarak yaftalamak, bu açıdan kabul edilemez.
Bu ülkede proleter devrimci siyaset tamamen sınıf siyasetine basarak yükselecektir ancak ulusal sorunun bu kadar belirleyici olduğu bir coğrafyada, “tam ulusal eşitlik” ilkesi görmezden gelinerek komünist siyaset üretilemez. Devletin, Kürt halkını kurulduğu günden beri tüm gücüyle ezdiği, işçi sınıfını bastırdığı bir atmosferde pirüpak bir sınıf siyaseti örülemez. Ulusal mücadeleyi belirleyen pek çok dinamiğin içinden bir kesite odaklanıp, mücadelenin tümünü “feodalizm” yaftasıyla kodlamak tam olarak 1923’ün kodlarına, Takrir-i Sükûn’a, belediyeler yasasına, tevkifatlara, kayyum siyasetine, yıllara yayılan asimilasyoncu tezlere teslim olmaktır!
Burjuva cumhuriyet güzellemesi yapmak, Mîsâk-ı Millî’yi savunmak bizim işimiz değildir. Dersim Tertelesi’ni “feodalizme karşı genç Cumhuriyet’in kendini koruma mücadelesi” olarak kodlayan akıl, bugün bu noktaya gelmiştir. Birçok parti yöneticisi, Cumhuriyet güzellemesi yapmak için isyan eden halkların arkasında ısrarla “dış güçler” aramaktadır.
Proleter devrimci siyaset, hem sınıf mücadelesini hem de ulusal eşitliği birlikte savunabilen, ezen ulusun tarihsel ayrıcalıklarına karşı ezilen ulusun haklarını koşulsuz tanıyan siyasettir. Bu hattı terk eden her hareket, kaçınılmaz olarak sosyal şovenizme savrulur.
Komünist siyaset tam ulusal eşitliği, ya da bugünkü güncel tartışmalar bağlamıyla benzer anlamda kullanılan eşit yurttaşlık savunur. Ancak “eşit yurttaşlık”; ulusal taleplerin üzerini örten, tüm halkları egemen bir ulus kimliği altında birleşmeye zorlayan ve bunun aksini “kimlikçilik” ile suçlayan bir kavram olarak kullanılmamalıdır.
Komünistler, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını sadece bir taktik olmaktan çıkarıp temel bir ulusal hak olarak sahiplenir. Bu, ayrılmayı savunmak anlamına gelmese de ayrılma hakkını en temel ulusal hak olarak benimsemek anlamına gelmektedir. Ulusal eşitlik, bu coğrafyada ancak sınıf mücadelesiyle birleştirilebildiği ölçüde gerçekleşecektir. Ulusların eşitlik mücadelesini emekçilerin sosyalist iktidar mücadelesiyle birleştirmek ise bizim işimizdir!
- Lenin, V. İ. Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, [1968] 1992, s. 182
↩︎










