Kılavuz Bülten; haftalık gelişmeleri, gözden kaçanları, emekçilerin gündemlerini yorumluyor ve sizlerle buluşturuyor.
Bu haftanın bülteninde geçtiğimiz haftanın işçi direnişlerinin yanı sıra Erdoğan-Trump görüşmesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Filistin sorunu ve Rojin Kabaiş’in ölümünün birinci yıl dönümünde hâlâ aydınlatılmamış olan ölümü konu ediliyor. Ayrıca Kılavuz’da bu hafta çıkan yazıları bültende bulabilirsiniz.
Yorum ve önerilerinizi de bizimle paylaşabilir, bültenin gelişimine katkıda bulunabilirsiniz.
Haftanın işçi direnişleri

İstanbul – Başakşehir Aymakoop Ayakkabıcılar Sitesi’nde bulunan Cihan Deri’de patron ve onun akrabaları tarafından işkence edilen Moldovalı işçi Nicolai Palamarcıuc hayatını kaybetti. Göçmen Sendikası Girişimi tarafından düzenlenen eyleme Kızıl Parti de katıldı.
Ankara – İnsani çalışma koşulları talebiyle 24 gündür direnişte olan Tapetan Mensucat fabrikası işçileri, sendikal haklarına sahip çıkacaklarını beyan ettikleri bir basın açıklaması düzenlediler.
Sakarya – Sakarya Hendek OSB’de bulunan SAG Hidrolik’te Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin başlattığı direniş 47. gününde.
İzmir/Gaziemir – Sendikaya üye oldukları için işten çıkarılan Digel Tekstil işçilerinin haklı direnişi 254. gününde! İşçiler işten çıkarmaya, mobbinge ve kadın çalışanlara yönelik tacize karşı imza kampanyası başlattılar.
İzmir/Menemen – TPI fabrikalarının XCS Composites’e devredilmesinin ardından ücretleri hâlâ ödenmeyen işçilerin grevi durmadı! 2 bin 300 işçinin direnişi dört ayı aştı.
İzmir/Kemalpaşa – Temel Conta işçilerinin sendikal haklarını kazanmak için ortaya koydukları direniş 291 gündür devam ediyor.
Amasya/Merzifon – Kristal İş Sendikası’nda örgütlü GM Teknik Cam işçilerinin grevi 73. gününde tüm hukuksuz işçi alımlarına ve grev kırıcılığına rağmen kararlılıkla devam ediyor.
Van – Van’da kayyum tarafından işten çıkarılan 223 belediye işçisinin direnişi iki aydır devam ediyor.
Erdoğan’ın ABD onaylı meşruiyeti

Erdoğan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak için gittiği ABD’de, aynı zamanda Türkiye-ABD arasında diplomatik görüşmelerde de bulundu. Silah ticareti, Rahip Brunson vakasının ardından getirilen CAATSA yaptırımlarının kaldırılması, Türkiye-Rusya ilişkileri masadaki konulardandı. Erdoğan’ın altı yıl sonra Beyaz Saray’ı ziyaret ettiği görüşmeler, iki taraf tarafından da olumlu olarak nitelendi. BM Genel Kurulu’nun esas gündem olduğu haftada, ABD’nin Orta Doğu Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın, Trump’ın Erdoğan’a meşruiyet sağladığını sağladığı sözler akılda kalıcıydı.
Erdoğan, BM Genel Kurulu için gittiği ABD’de, Fox News’a bir röportaj verdi. Bu röportajda Erdoğan, Trump’ın Ukrayna’da ve Gazze’de savaşı bitireceğini söylediğini, ancak bitiremediğini belirtti ve ekledi: “Demek ki bu işin içine girdikten sonra bazı faturalar ödeniyor. Ve nitekim esir takası da kapandı.” Bu sözler ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’ya sorulduğunda, Rubio şöyle tepki verdi, “İnsanlar çıkıp söylemek istedikleri ne varsa söylüyorlar. Ancak, günün sonunda, bir şeyin yapılmasını istiyorlarsa, Beyaz Saray’a gelmek istiyorlar.”
Bu sözler tartışma konusu olurken, İletişim Başkanlığı Fox News röportajı için bir düzeltme yayınlayarak, çeviride anlam kaybı olduğunu iddia etse de Fox News, çevirinin arkasında durduğunu belirtti.
Aynı hafta içinde Tom Barrack, katıldığı Concordia Zirvesi’nde, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiye de değindi. Türkiye’yi NATO’nun en önemli müttefiki olarak gördüğünü belirtirtti. Barrack’ın aktardığına göre Trump, “demokratik ama biraz da otoriter” iktidara meşruiyet sağlayacak adımları atıyor. Meşruiyetini ABD’den alan Türkiye’den beklenti ise müttefiklik ilişkisinin korunması.
Beyaz Saray’da gerçekleşen Trump-Erdoğan görüşmesinde ortaya çıkan tablo, meşruiyetin karşılığında iktidarın vermeye hazır olduğu tavizleri de gösterdi. Görüşmeler sonucunda, Mercuria ile BOTAŞ arasında 20 yıl sürecek ve 70 milyar metreküp gazın alımını içeren sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) anlaşması imzalandı. ABD, Avrupa ve Orta Doğu’daki müttefiklerinin Rusya’dan gaz almasını engellemek istiyor. Bu anlaşmanın da Türkiye’nin Rusya’dan gelen gaza olan bağımlılığını azaltmak için yapıldığı söylenebilir. Ancak LNG, doğal gazdan daha maliyetli. Aynı zamanda, hem Türkiye hem de Avrupa’daki gaz ithalatçıları için geçerli olmak üzere, Rusya coğrafi olarak daha yakın. Bu anlaşma, enerji ihtiyacını karşılamaktan ziyade, Rusya’ya karşı ABD politikasının bir ayağı olarak kabul edilmiş oluyor.
Görüşmenin ardından gerçekleşen bir diğer önemli gelişme de Türk Hava Yolları’nın Boeing’den yeni uçak siparişleri oldu. THY, potansiyel olarak 75 adet Boeing 787 Dreamliner, 150 adet de 737 MAX model uçak almak üzere, yaklaşık 30 milyar dolar değerinde sipariş verdi. Bu siparişin, bir süre önce büyük bir grevle gündeme gelen Boeing için yaklaşık 123 bin istihdamı garanti altına alacağı iddia ediliyor. Dolayısıyla, THY’nin siparişi, Trump’ın ABD’yi yeniden sanayileştirme planıyla uyumlu, ABD’nin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik görünüyor.
Görüşmede F-16 ve F-35, ayrıca CAATSA yaptırımlarının kaldırılması konusunda bir söz verilmedi. Trump, gelecek dönemdeki anlaşmalar için Erdoğan “önce bizim için bir şey yapacak” diyerek, Türkiye’nin ne kadar sadık bir müttefik olduğunun test edileceğini de ima etmiş oldu. Erdoğan, iktidar yetkilileri ve onların yandaşı medya Erdoğan’dan her ne kadar bir dünya lideri çıkarmaya çalışsa da Türkiye, gerek Orta Doğu’da gerek iç siyasette attığı her adımda ABD’den alacağı icazete muhtaç.
Öte yandan, düzen muhalefetinin iddialarının aksine ABD, Türkiye’de otoriter siyasetin hâkim olmasına karşı ilkesel bir tutuma sahip değil. ABD’nin istekleriyle uyumlu bir çizgi takip edildiği sürece, AKP iktidarına gerekli meşruiyet sağlanacak; tekellerin “çarkları döndürüldüğü” sürece “demokrasi” kimsenin umrunda olmayacaktır. Bu sebeple, Erdoğan/AKP iktidarına karşı mücadele, ancak düzen karşıtı devrimci bir odağın varlığı ve aktif mücadelesiyle mümkün.
Birleşmiş Milletler ve Filistin sorunu

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu için New York’ta toplanan üye ülkelerin tartışmalarıyla yoğun bir hafta geçti. Genel Kurul tartışmalarında en önemli konu Filistin’in çeşitli Batılı devletler tarafından tanınması olurken, Trump’ın buna karşı tepkisi de gündemdeydi. Mahmud Abbas ise Gazze konusunda bilindik işbirlikçi tavrını tekrarladı.
Geçtiğimiz pazar gününden bu yana Birleşik Krallık, Avustralya, Portekiz, Lüksemburg, Belçika, Andora, Fransa, Malta, Monako ve San Marino Filistin’i bir devlet olarak tanıdı. Bu kararı, zaten daha önceden ilgili devlet yetkililerinin ilan etmişti. Özellikle Birleşik krallık ve Fransa’nın bu tutumu, ABD ve İsrail yönetimlerinden tepki çekse de bu sözlü tanıma, bir yaptırıma dönüşmüyor. Ayrıca, bu devletler savaştan hâlâ Hamas’ı sorumlu tutmaya devam ediyor.
Trump ise Filistin’i tanıma kararlarını “Hamas’ı ödüllendirmek” olarak niteledi. Bu tutumuyla Trump, İsrail’in yanında durmaya devam edeceğini deklare etmiş oldu. Avrupalı devletler, kendi halklarının Filistin’le dayanışmasının yarattığı baskıya karşı tavizler vermeye başlamışken; Filistin’e destek eylemlerinin oldukça kitlesel olduğu ABD’de ise Trump yönetimi, toplumsal baskıya karşı geri adım atmıyor. Trump, İsrail’in Batı Şeria’yı işgal etmesine müsaade etmeyeceğini söylese de ABD, İsrail’in fiili adımları ve savaşı tüm müttefiklerine dayatan tutumuna şimdiye kadar ayak uydurdu.
Genel Kurul’da Erdoğan’ın “barış” temalı konuşmasının bir bölümü de Gazze’ye ilişkindi. Erdoğan, Gazze’de yaşananları “700 günü aşkın bir süredir devam eden soykırım” olarak tanımlasa ve farklı ülkeleri soykırıma karşı harekete geçmeye davet etse de Türkiye’nin İsrail’e karşı atacağı somut adımlar muğlaktı. Bilindiği gibi, İsrail’e savaş sanayisinde de kullanılan hammaddeleri götüren gemiler Türkiye’nin limanlarını kullanıyor, Türkiye dolaylı yoldan İsrail ile ticareti sürdürüyor.
Ayrıca, Erdoğan’ın Trump’la yaptığı görüşmede masadaki en önemli konu silah ticareti, F-16 ve F-16 modernizasyon kiti satışı, özel olarak F-35 programına dönüştü. Bu uçaklar, İsrail ordusunun en önemli silah tedarikçilerinden Lockheed Martin tarafından üretiliyor. ABD’nin Orta Doğu Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın belirttiği üzere Türkiye, “Lockheed’in çarklarını döndürmeye devam ediyor.” Bu da Erdoğan’ın timsah gözyaşlarıyla gerçek politikalarının arasında nasıl bir çelişki olduğunu gösteriyor.
Batı Şeria’da yönetimde bulunan Filistin Yönetimi’nin başkanı Mahmud Abbas, bilindik işbirlikçi sözleri yineledi. Hamas’ın 7 Ekim operasyonunu kınarken, Hamas’ın Filistinlileri temsil etmediğini belirten Abbas, Gazze’de “Hamas’ın yönetimde bir rolü yok” diyerek emperyalistlere güvence vermeye çalıştı. Soykırımcı İsrail devletine tepkisi cılız kalan Abbas, Gazze ile Batı Şeria’nın birleştirildiği ve silahsız bir hükümet tarafından yönetildiği bir gelecek önerisinde bulundu. Filistin’de soykırımın son iki senenin değil, geride kalan yaklaşık 80 yıllık tarihin bir konusu olduğu düşünüldüğünde, Mahmud Abbas’ın sözleri, en fazla emperyalistlere şirin görünmek için sunulan bir gösteri olarak anlam kazanıyor.
BM Genel Kurulu’nda söz alan Netanyahu’nun konuşması sırasında onlarca yetkili salonu terk etti. Soykırımın komutanı Netanyahu, soykırımı Filistinlilerin yüzde doksanının “7 Ekim saldırısını sevinçle karşılamasını” gerekçe göstererek aklamaya çalıştı. Aynı zamanda İsrail’in bölge çapında arsız saldırılarından övgüyle bahsetti, ABD’nin düşmanlarına karşı savaştıklarını vurguladı. Netanyahu, “Sınırında bir terör devletine” müsaade etmeyeceklerini belirtti. Barışın ise ancak Hamas’a karşı kazanılacak kesin bir zaferle mümkün olacağını ifade etti.
ABD ve İsrail, soykırımı şiddetlendirerek devam ettirmeyi ve Orta Doğu’yu Filistinlilerden “arındırmayı” hedefliyor. Buna karşılık çeşitli Batılı devletler, hâlâ İsrail’in müttefiki olsalar da iki devletli çözümü ön plana çıkarıyorlar. İsrail ise aynı zamanda kendi sömürgeci varlığına karşı onlarca yıldır büyüyerek gelişen ve toplumsal kökleri güçlü olan direnişi, yalnızca Hamas’a karşı bir savaşla bitireceği öngörüsüne sahip. BM toplantısında söylenen sözler, yaptırım gücüne kavuşmadığı müddetçe soykırımı da savaşları da durduracak güce sahip değil.
Bir yıldır cevaplanmayan soru: Rojin Kabaiş’e ne oldu?

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencisi 21 yaşındaki Rojin Kabaiş, bir yıl önce kaybolmuş ve kaldığı öğrenci yurduna 24 kilometre uzaklıkta cansız bedeni bulunmuştu. Adli tıp raporunda ölüm nedeni “suda boğulma” olarak kaydedilmiş, intihar ettiği öne sürülmüştü. Ancak aradan geçen bir yıl içinde ortaya çıkan bulgular ve ailesinin ifadeleri, Rojin’in öldürülmüş olabileceğini gündeme getirdi. Ölümünün üzerinden bir yıl geçmesine rağmen, Rojin’in kesin ölüm saati, hangi suda boğulduğu, bedeninin 24 kilometre boyunca nasıl sürüklendiği, vücudundaki izlerin darp mı yoksa sürüklenmenin etkisi mi olduğu ve bedeninde tespit edilen iki erkek DNA’sının kime ait olduğu hâlâ açıklığa kavuşmuş değil.
Olayla ilgili ihmaller de kamuoyunun dikkatine yansıdı. Rojin’in kaybolmasının ardından ilk üç gün boyunca herhangi bir araştırma yapılmaması ve telefon sinyallerinin tespit edilmemesi bu ihmallerden sadece ikisi. 11 ilin barolarına bağlı Kadın Hakları Merkezleri (KHM), Rojin’in ölümünü aydınlatmak için işbirliği yürütüyor. Buna rağmen soruşturma sürecinde karşılaşılan ihmaller zinciri, kamuoyu baskısının önemini koruduğunu gösteriyor. Amed ve Van Baroları, soruşturmadaki ihmaller nedeniyle Adli Tıp Kurumu hakkında görevi kötüye kullanma ve delilleri gizleme iddiasıyla suç duyurusunda bulundu.
Üniversitenin ilk günlerinde, kaldığı yurda yakın ve üniversitenin sorumluluğunda olan plajda kaybolmasının ardından ölü bedeninin bulunması, genç kadınların ve üniversite öğrencilerinin yaşamlarının hiçe sayıldığını bir kez daha ortaya koymuştur. Kadınların ölümlerinin hızla “intihar” olarak nitelendirilmesi ve olası faillerin peşine düşülmemesi, kadın cinayetlerindeki cezasızlık politikasının açık bir yansımasıdır. Bu nedenle Rojin Kabaiş’in ölümü münferit bir olay değil; kısa süre önce katledilen Narin, Ayşenur ve İkbal’in ölümleri gibi, kadınların karşı karşıya kaldığı tarihsel eşitsizliğin en ağır göstergelerinden biridir.
Kadın cinayetlerine karşı Türkiye’de patriyarkal kapitalizmin siyasal İslam ile iç içe geçmiş yüzü, AKP hükümetinin politikalarında açıkça görülmektedir. Hükümetin bu cinayetleri önlemeye dönük herhangi bir iradesi olmadığı gibi, kadınları patriyarkanın baskısı altında tutma ısrarı da sürmektedir. Dün olduğu gibi bugün de kadın cinayetlerinin önlenmesi için hükümetlere baskı yapacak ve onları adım atmaya zorlayacak tek güç, kadınların örgütlü mücadelesidir.
Kılavuz‘da bu hafta

Filistin’in kaderi Filistinli çocukların elinde – Ahmet Gire
Birinci İntifada, aynı zamanda egemenler ve ezilenler arasındaki güç asimetrisinin alaşağı edilebileceğini gösterdi. İsrail devleti, insansız hava araçlarıyla olmasa bile, katil askerleriyle o gün de nokta atışı suikastlar düzenleyebiliyordu. İsrail’in elinde o gün de muazzam istihbarat gücü ve sonsuz ABD sermayesi vardı. Filistin halkıyla Siyonist İsrail devleti arasındaki bertaraf edilmiş güç asimetrisi, bütün ezilenlerin mücadeleye girişirken yüreklerinde buldukları umudun nedenlerinden biri oldu.
Oslo Anlaşması’nın, Filistin’de Siyonistlerin çıkarlarını koruyan bir oluşuma kısmi meşruluk kazandırması dışında bir anlamı olmadı. Bugünden bakıldığında görüleceği gibi, İsrail askerî varlığını çekmedi. Filistin’in ise kendi kara suları ve hava sahası hakkında herhangi bir karar hakkı olmadı ve Filistin, İsrail’in ambargosu ile İsrail yanlısı uluslararası kuruluşların yardımları arasında sıkıştı. Sokaklarda kazanılan direnişin coşkusu masa başında yitirildi. Ancak Filistin halkı, insanlık tarihinde, ezenler ne kadar güçlü olursa olsun onlarla mücadele edilebileceğini ve o ezenlerin dize getirilebileceğini gösterdi.

Nepal’de çürüyen devrim – Sinan Köksal
2024 sonrasında ise “solun” en sağında yer alan K. P. Oli liderliğinde bir fraksiyon, daha da sağda yer alan Kongre Partisi’yle merkez sağ bir hükümet kurdu. 1951 Devrimi ile başlayan, 1990 Jana Andolan ve 2006 Lktantra Andolan ile ilerleyen uzun devrim ve demokrasi mücadelesi, halkın komünist siyasete olan güvenini zedeleyecek noktaya geldi.
Kalıcı bir barış, güvenilir bir hesap verebilirlik gerektirir. Çatışma döneminin kurbanları için yıllarca süren gecikmeler, kitlelerin savaş suçlularını koruyan statükonun koruyucuları olarak gördükleri partilere, “Maoistler” de dahil, şüpheciliğini derinleştirdi.
Komünistlerin örgütlenme omurgasını oluşturması gereken nesil, artık yolsuzluk ve ayrıcalıklara karşı kendiliğinden, dijital ağlar üzerinden eylemler düzenliyor ve genellikle eski partilere karşı kayıtsız ya da düşmanca bir tutum sergiliyor. Eylül 2025 ayaklanması bu kopukluğu dramatik bir şekilde ortaya koymaktadır.