PKK, mevcut örgütsel ve askerî yapısını; ayrıntılarını önümüzdeki dönemde daha açık biçimde görebileceğimiz, muhtemel yeni bir siyasal ve örgütsel varoluş hedefi doğrultusunda ve “bir son değil, yeni başlangıç” olarak tanımlayacakları bir sürecin parçası olarak sonlandırdı. Böylece, -sosyalist siyaseti de kapsayacak şekilde-, Türkiye iç politikası çerçevesinde ele alınabilecek kamusal tartışma alanlarından dış politikaya; Türkiye’deki faşist ve milliyetçi hareketlerin tarihsel-siyasal güdülerinden toplumsal yapının çeşitli katmanlarında ortaya çıkan ötekileştirme süreçlerine; ekonomik sorunlardan işçi sınıfı hareketine ve hatta ekolojik mücadele alanlarına kadar uzanan pek çok başlığı yatay bir eksende kesen Kürt sorunu ve Kürt siyasallaşmasında yeni bir evreye girildi. PKK’nin örgütsel fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı, aynı zamanda Kürt sorununun ve Kürt siyasal hareketinin önümüzdeki dönemde ağırlık merkezinin değişeceği bir momentin de simgesel ilanı oldu.
Fesih kararının tarihsel arka planını, PKK’nin güncellenen paradigmasını, gelecek dönemin kimi politik göstergelerini ve olası kriz dinamiklerini daha anlaşılır kılmak amacıyla; giriş niteliğinde olan bu yazıda konuyu maddeler hâlinde, mümkün olduğunca kısa ve günlük siyasetin değişken doğasında hızla geçersizleşebilecek varsayımlara ya da “Silahlar nereye bırakılacak?”, “PKK kadrolarına ne olacak?”, “Öcalan özgür kalacak mı?” gibi popüler ama belirsiz tartışmalara da sıkışmadan ele almaya çalışacağız.
1.PKK, başlangıçtan itibaren silahlı mücadeleyi, silahlı propagandayı ve gerilla savaşını esas alan bir örgüt olarak, Kürt siyasallaşması üzerinde önemli etkiler yaratan en kritik paradigma değişimini 1991-1993 yılları arasında yaşadı. Yeni paradigmanın gerekçeleri ise PKK’nin iç dinamiklerinin ötesine geçen yerel ve uluslararası gelişmelerin de etkisiyle şekillenmişti:
- Sovyetler Birliği’nin dağılması ve işçi sınıfı hareketinin gerilemesiyle birlikte, bağımsızlıkçı ulusal kurtuluş hareketleri en önemli müttefiklerini kaybetmiş ve sonuç olarak bu hareketler, kapitalist sistemin sınırları içinde, yerel ve özgün koşullara uyum sağlayarak, mevcut üniter yapılara entegre olabilecek çözüm arayışlarına yönelmek zorunda kalmışlardır.
- 1990’lı yıllar, PKK’nin silahlı eylem yoluyla ulaşabileceği sınırların belirginleşmeye başladığı; buna paralel olarak, kentlerde serhildanların örgütlenmesi ve kadınların siyasal ve askerî alanlarda öne çıkmasıyla, Kürt halkının siyasetin aktif bir öznesi hâline geldiği ve legal siyaset zeminlerinin güçlendiği bir dönem olmuştur. Bu süreçte sivil siyaset ve barış mücadelesi, Kürt siyasallaşmasının tamamlayıcı ve stratejik önemdeki bir unsuru olarak sahneye çıkmıştır. “Ulusal kurtuluş” söyleminin yerini giderek “demokrasi” söyleminin alması; gerilla cenazelerine halkın sahip çıkmaya başlaması, yerel ve genel seçim süreçlerinin önem kazanması; Özgür Gündem, MED TV ve Sürgündeki Kürt Parlamentosu veya kültür merkezleri gibi araçların inşa edilmesi, sivil siyasetin mücadelenin merkezine yerleşen iki ana unsurdan biri olduğunu gösteren birkaç örnektir. Nihayet 1993 yılı, PKK açısından sivil siyasal alanın merkezî önem kazandığı ve paradigma değişimini somutlayan bir yıl olmuş, başarısız da olsa ilk ciddi çözüm girişimi bu dönemde yaşanmıştır.
- Ulusal mücadelelerin tarihsel süreçleri bağlamında değerlendirildiğinde; geç kalmış bir ulusal kurtuluş hareketi olarak PKK’nin, toplumsal bağları da kurulmuş gerçek bir siyasal partiye dönüştüğü 1990’ların ilk yarısı, neoliberal kapitalist sistemin kent merkezli silahlı devrimci mücadeleleri bastırdığı ve likidasyona uğrattığı bir döneme denk gelir. Bu doğrultuda, kırsal hareketlere dönüşen gerilla savaşları, iktidarı ele geçirmeyi değil, anayasal, ulusal ve kültürel hakların kazanılmasını öncelikli hedef olarak benimseyen yapılara da dönüşmüştür. Örnek olsun; Sri Lanka, Kolombiya, Hindistan ve Türkiye gibi sınırlı sayıda ülkede etkili olabilen ve “ikinci dalga kırsal hareketler” olarak adlandırılan gerilla hareketlerinin tümünün amacı, iktidarı almak ya da tam bağımsızlık değil; dikkate değer kazanımlar elde ederek süreci ve kendini sonlandırmaktır. Rojava’da elde edilen idari statü ve kültürel kazanımlar, ikinci dalga kırsal hareketlerin (ulusal hareketlerin) hedeflerini tanımlamak açısından somut bir örnek sayılabilir.
2. Birinci maddedeki ana fikri biraz daha görünür kılmaya ve güçlendirmeye çalışalım. PKK özelinde şu söylenebilir: PKK, 1991 yılında başladığını kabul edebileceğimiz, 1993 yılında ilk somutlama denemesi yapılan, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği 1999 sonrasında ise, ateşkes ilanları, parti ismi ve örgütsel model de değiştirmek gibi çeşitli biçimlerde tekrar eden bir çizgide, 34 yıldır Kürt halkı için anayasal eşitlik temelinde haklar elde ederek devletle barışmaya ve silahlı mücadeleyi sonlandırmaya açık bir politik yaklaşımı benimsemiştir. Bu yönüyle bakıldığında, PKK’nin bugünkü fesih kararı ile geçmişteki paradigma değişimi arasında belirli bir örüntü ve iç tutarlılıktan söz etmek de mümkündür. Bununla birlikte, -öznel gerekçeleri ve başarı şansı bir kenara bırakılarak düşünüldüğünde- özellikle 2000’li yılların başından itibaren Öcalan ve PKK’nin, iktidarı hedeflemeyen “ikinci dalga kırsal hareketler” modeline uygun biçimde söylem inşa ettiği ve politika belirlediği görülmektedir. Bu yeni yönelim, silahlı devrimci mücadeleyi merkeze alan geleneksel ulusal kurtuluş çizgisinden uzaklaşarak, kapitalist sistemin içinde eşitlikçi ve demokratik bir toplum düzeni kurma hedefini benimsemektedir. Öcalan ve PKK’nin özellikle Murray Bookchin’den esinle, “konfederalizm”, “cinsiyet özgürlükçülük”, “ekolojik sosyalizm” gibi kavram ve ilkelere öncelik vermesi; “radikal demokrasi” yöntemiyle güçlendirilmiş bir toplum ve siyaset modelini savunması; ulus-devlet arayışını reddedip öz yönetim pratiğini öne çıkarması, şüphesiz ki bir özeleştiri, liberalleşme ve Marksizmden kesin kopuş olmakla birlikte, aynı zamanda bir sürpriz değil, 1990’lı yıllarda başlayan paradigma değişiminin devamı olarak değerlendirilmelidir.
3. Bu saptama, şu açıdan da önemlidir: PKK ve Kürt siyasal hareketi, hâlâ birçok devrimci nitelik ve sosyalist ilkeyi bünyesinde barındırsa da hatırı sayılır bir süredir sosyalist devrimci, Marksist ya da kapitalizmi yıkma hedefi güden bir özne olarak hareket etmemektedir. Bu bağlamda, fesih ve silah bırakma kararının bazı devrimci öznelerde hayal kırıklığı yaratması ya da kimi çevrelerce Kürt siyasal hareketinin kapitalist bir iktidarla uzlaştığı gerekçesiyle suçlanması, benzer iki manipülatif uç noktadır. Bu tür değerlendirmeler ne tarihsel bir derinliğe ne de politik bir değere sahiptir.
4. Tarihsel bağlama dair bir not daha… 1993 yılındaki ateşkesten beş yıl önce, 1988’de Mehmet Ali Birand ile yaptığı ilk röportajda, Abdullah Öcalan’ın ifadelerini Birand manşete şöyle taşıyor: “PKK lideri silahla bir yere varılamayacağını, ateş kesmeye hazır olduğunu ve elinde esirler bulunduğunu, kendi adamlarıyla değiştirebileceğini söyledi.” (Milliyet, 16 Haziran 1988) O yıllarda filizlenmeye başlayan diyalog ve çözüm çabası, 1993 Mart ayında ciddi bir ilk girişim olarak somut karşılık bulmuştur. Gelgelelim, Öcalan ve PKK’nin bugün müphem bir saygıyla andığı Turgut Özal’ın, 1993 ateşkesini -hatta federasyonu bile düşünecek düzeyde- büyük bir heyecanla karşılamasının öncelikli nedeni elbette Kürtlerin özgürlüğü, hakkı ve hukuku değil, ABD ve NATO’nun Orta Doğu’daki savaş ve işgal pastasından pay alma arayışıdır. Turgut Özal, Birinci Körfez Savaşı sonrasında ABD’nin işgal ve enerji planlarında rol kapmaya çalışmış; PKK ise sosyalizmin çözüldüğü ve bölgesel güç dengelerinin yeniden şekillendiği bir dönemde Kürt halkının çıkarları doğrultusunda pragmatik bir siyasal pozisyon oluşturmayı hedeflemiş ve bu denklemde ilk ciddi çözüm girişimi ortaya çıkmıştır. 1993’ten sonra, 1999’da Öcalan’ın silahlı mücadeleye son verilmesini ve güçlerin Türkiye sınırlarının dışına çekilmesini içeren çağrısı ile 2013–2015 yıllarında, “Arap Baharı” gölgesinde gelişen “çözüm süreci”, benzer deneyimler olarak öne çıkar. Ancak bugün gündemde olan diyalog ve çözüm arayışlarının, biçim ve içerik bakımından benzetilebileceği örnek 1993 sürecidir. Yine de PKK’nin fesih kararıyla gelinen bu son aşama, geçmişteki tüm çözüm denemelerinin ötesine geçildiğini de göstermektedir.
5. Şimdi günümüzün politik gelişmelerine dönebiliriz.
İçinden geçtiğimiz süreçte, AKP-MHP ittifakının temsil ettiği devlet aygıtının Kürt sorununun çözümüne yönelik attığı ya da atması beklenen adımların, Özal dönemindeki girişimlerde olduğu gibi, Kürt halkının eşit yurttaşlık talebine yanıt vermek ya da baskı ve inkâr siyasetini sona erdirmek gibi bir öncelikli niyetten kaynaklandığını düşünmek, iyimser bir ifadeyle saflık, daha yerinde bir analizle ise ciddi bir siyasi körlük olurdu. Bugüne kadar yaşananlar arasında önemli sayılabilecek çözüm denemeleri, devletin Kürt sorununa dönük tarihsel yaklaşımının güvenlik merkezli olduğunu göstermiş, çözüm arayışları, ancak bölgesel güç dengelerinde ortaya çıkan fırsatlar ya da tehditler çerçevesinde gündeme gelmiştir.
Bu yazının okurlarının yakından takip ettiği üzere, son iki yılda, Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısı sonrasında İsrail’in bölgede yayılması ve Esad iktidarının devrilmesiyle birlikte Orta Doğu’da yeni bir siyasal sürecin içinden geçilmektedir. AKP-MHP iktidarının, -geç kalındığı dahi öne sürülebilecek- bir bölgesel hegemonya arayışına girmesi ve Kürtlerin Orta Doğu’nun önemli bir siyasi aktörüne dönüşmesi, çözüm arayışlarının temel gerekçesini oluşturmaktadır. Duran Kalkan bu durumu şöyle açıklıyor ve örgütün, yaşanan sürece dair gerçek parametrelerin farkında olduğunu da ifade etmiş oluyor: “Kürt karşıtı paradigmayı değiştirmeyen bir Türkiye’nin önünde iki seçenek var. Ya içinde yer aldığı sistemle savaşa girecek ya da teslim olacak. Bu sistemin İsrail egemenliğinde oluşturmak istediği yeni Orta Doğu hegemonyasına teslim olacak. Bunları yapmayacaksa o zaman tek yol kalıyor.”
Özetle, AKP-MHP iktidarının amacı, ABD’nin de talepleri doğrultusunda hareket ederek Kürt aktörleri Türkiye açısından bir tehdit olmaktan çıkarmak ve mümkünse bölgesel planlarda bir ittifak unsuruna dönüştürmektir. Türkiye’nin bölgesel hegemonya arayışı ya da “beka sorunu” olarak tanımlanan bu politik tablo, Kürt sorununun çözümünü yeniden dayatan önemli ve zorunlu bir duruma işaret etmektedir.
6. Bu noktada şunu eklemek gerekiyor: Sorunun çözümünü anti-emperyalist bir siyasal duruşla ve Türkiye’nin yeni savaşlara yol açabilecek bölgesel hegemonya arayışlarına karşı çıkan devrimci bir siyaset zeminiyle savunmak, Kürtlerin, Türklerin ve diğer bölge halklarının barış ve kardeşlik içinde, popüler ifadeyle söylersek “ortak vatan”da yaşayabilmesinin yegâne koşuludur. Bir ek daha: Erdoğan’ın iktidarını yeniden kazanmak ve bu amaçla Anayasa’yı değiştirmek amacıyla Kürtleri yanına çekmeye çalıştığı yönündeki değerlendirmeler, sürecin gelişimiyle doğrudan ilişkili olduğu için tümüyle reddedilemez. Ancak mevcut sürecin bütünselliği, gerekleri ve kapsamı göz önüne alındığında, açıklayıcılık bakımından yetersiz kalmakta ve tabloyu dar bir bakış açısına indirgemektedir.
7. Ne var ki, AKP açısından dönemsel bir açmazdan söz etmek de mümkündür. Kürt sorununun kalıcı biçimde çözümü, mevcut faşizan iktidar pratiklerinin geriye çekilmediği bir politik denklemde; ya da kimi ulusalcı çevrelerin dillendirdiği gibi, “Batıda faşizm, doğuda demokrasi” gibi gerçeklikten kopuk, yapay bir siyasal atmosferde mümkün değildir. “Türkiye’nin beka sorunu” söylemi ile “Erdoğan’ın yeniden iktidarı” hedefi, bu çerçevede birbiriyle örtüşmeyen, hatta çelişen iki ayrı siyasal yönelimi temsil etmektedir. Erdoğan, Kürt sorununu çözmek istiyorsa, hukukla ve yasalarla belirlenmiş, demokratik adımları kapsayan bir süreci belirli ölçülerde hayata geçirmek zorundadır. Ancak muhalefete daha fazla özgürlük ve siyaset hakkı tanımaya dönük adımlar attıkça, iktidarını kaybetme riskiyle de karşı karşıya kalacaktır. Şunu erken bir öngörü olarak söyleyebiliriz: İkiden çok aktörü olan son çözüm sürecinin olası kaybedeni ve bu nedenle süreci baltalama ihtimali en yüksek özne; subjektif çıkarlarını tüm toplumsal ve ülkesel çıkarların üzerine bindirme potansiyeli kanıtlanmış Erdoğan ve AKP’dir. Bu olasılık, güncel bağlamda “devletin bekasını” önceleyen MHP ile AKP arasındaki muhtemel bir kriz dinamiğine ve geçmişe kıyasla çok daha kaotik politik süreçlere de işaret etmektedir.
8. Bir diğer önemli politik gösterge de şudur;
Öcalan’ın 27 Şubat’ta yayınladığı mektup ile PKK’nin fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı, Kürt siyasal hareketinin hem politik hem de mekânsal odak noktasında bir farklılaşmaya işaret eden tarihsel bir kırılma ve paradigma değişikliğine yahut 1990’lardan bugüne uzanan paradigmanın güncellenmesine de yol açacaktır. Bu sürecin önemli sonuçlarından biri, Kürt sorununun ve Kürt siyasal hareketinin merkezinin Türkiye’den Rojava bölgesine kayması olacaktır. Geçtiğimiz on dört yıl içerisinde, Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalelerin de etkisiyle ortaya çıkan siyasal boşlukta kurulan ve zamanla kurumsallaşan Rojava deneyimi, yalnızca yerel ölçekte değil, uluslararası alanda da giderek artan bir meşruiyet kazanmıştır. ABD başta olmak üzere birçok uluslararası güç tarafından sahada bir aktör olarak tanınan bu yönetimi emperyalizmin bölgesel müdahalelerinin etkin bir aktörü olmayı amaçlayan Türkiye de fiilen kabul etmeye zorlanmaktadır. Kürt siyasal hareketi açısından alternatif bir gelecek tahayyülünün somut zeminine dönüşen ve Öcalan’ın düşünsel çerçevesi ile siyasal önermelerinin evrenselleşmesine hizmet etmesi beklenen Rojava’daki iktidar pratiği, Kürt hareketinin siyasal alanlarda yeniden yapılanması ve bölgesel ölçekte yeni ittifaklar kurması açısından da belirleyici ve meşru bir rol oynayacaktır.
9. Bu gelişmeler hem Kürt hareketinin gelecekteki politikaları hem de Türkiye’nin Kürt sorununa yaklaşımı açısından köklü sonuçlar ve güncel kriz dinamikleri doğurabilecek yeni bir dönemin başlangıcına da işaret etmektedir. Bu noktada şu tespiti yapabiliriz: Birden çok ülkede farklı örgütsel yapılarla temsil edilen Kürt siyasal hareketinin en devrimci unsuru sayılabilecek Kandil merkezli PKK çizgisinin tasfiye edilmesi ve bunun yerine Türkiye siyasetinde inisiyatif alması muhtemel görülen Öcalan-DEM Parti denkleminin belirleyici hâle gelmesi, hareketin yönünü önemli ölçüde değiştirecektir. Bu değişimin, Kürt siyasal hareketinin daha fazla düzen içi, sosyal demokrat ve Kürdistani bir politik hatta yerleşmesini ve sosyalist sol ile bugüne kadar çeşitli biçimlerde kurduğu ortak mücadele zeminini zayıflatmasını kuvvetli bir öngörü olarak değerlendirmek mümkündür.
10. Kimi başlıklara değinmediğimiz bu ilk yazıyı tamamlamamız gerekiyor. Başta söylenmesi gerekeni sonda dile getirelim: Türkiye’nin en temel sorunlarından biri olan Kürt sorununun mevcut koşullarda çözümü, yalnızca PKK’nin silah bırakmasıyla elde edilemeyecek bir hedeftir ve yine yalnızca Kürt halkının barış özleminin siyasal içeriğinden koparılarak romantize edilmesi değil; aynı zamanda anayasal eşit yurttaşlık hakkının tanınması, kültürel ve siyasal özgürlüklerin güvence altına alınması anlamına gelmelidir.
11. Bununla birlikte, bugüne dek milliyetçiliği, savaş rantiyeciliğini, çeteleşmeyi, işçi sınıfının bölünmesini ve toplumsal alanda ayrımcılığı meşrulaştırmak için iktidarlar tarafından bir paravan olarak da kullanılan Kürt sorununun çözülmesini savunmak, her şeyden önce halklar arasındaki düşmanlığı ortadan kaldıracak ve sınıf siyasetinin önünü de açacak devrimci bir sorumluluktur. Bu bağlamda, sosyalist sol içinde Kürtlere dönük baskılara ve Kürt halkının taleplerine gözünü ve kulağını kapatan; ancak eleştiri zamanı “mal bulmuş Mağribi” gibi öne atılan ulusalcı yaklaşımlar ve politik öznelerle ideolojik ve siyasal düzlemde mücadele yürütmek de devrimci siyasetin güncel görevlerinden biridir.
12. Gerçek bir barışın inşası ve sürecin halklar lehine ilerlemesi ise, çokça dile getirilse de doğruluğu tartışılmaz olan bir ilkeyle mümkündür: Barış sürecinin toplumsallaşması. Bu hedefin başarılması, barışın yalnızca siyasal elitler arasında müzakere edilen dar bir gündem olmaktan çıkarılarak, toplumsal bir sahiplenmeyle ve halkların doğrudan katılımıyla şekillenmesini gerektirir. Bu doğrultuda, sosyalist siyasetin rolü edilgen bir “barış kutsayıcılığıyla” ya da Kürt hareketinin her yönelimine kayıtsız şartsız bir “mağduriyet hakkı” çerçevesinde yaklaşmakla sınırlı olamaz. Sosyalistler, sürece kendi bağımsız siyasal hedef ve söylemleriyle ve devrimci bir perspektifle özne olarak dahil olmalı; bu müdahale, barış sürecinin iktidar karşıtı ve anti-emperyalist bir karakter kazanmasına katkı sunacak biçimde toplumu örgütlemeyi hedeflemeli, bu örgütlenme görünür ve belirleyici hâle getirilmelidir.
13. İşte bizim devrimci mesafemiz de tam bu noktada başlar: “Barış”, sistem içi uyumun değil; işçi sınıfının birliği, halkların eşitliği ve özgürlüğü temelinde ve anti-kapitalist bir toplumsal dönüşüm mücadelesinin kurucu unsuru olan bir perspektifle hayata geçirilemediği sürece, “ortak vatan” hedefi de kof bir söylem olarak kalmaya mahkûm olacaktır.