Devrimin Öznesi Kadınlar

Devrimin öznesi kadınlar

Sosyalist devrimci mücadele ile kadın mücadelesinin ilişkisi ya da kesişimi, dönem dönem alevlenen ve üzerinde yeniden düşünülmesi gereken önemli bir tartışma başlığı olmaya devam ediyor. Günümüze değin bizim de savunduğumuz bir aradalığa ve kesişime yüzünü dönmüş kesimler olduğu gibi ataerkiyi ya da kapitalizmi tek yönlü ve birbirine değmeyen iki ayrı sistem gibi gören görüşler de epey yaygın. Bu yazıda ise geçmiş tartışmalardan izler de taşıyan, güncele de değen, devlet mefhumuna değinen ve devrimin öznesi olarak kadınları işaret eden bir yerden tartışmalara dahil olmak niyetimiz var.

“Devlet ‘yapısal olarak’ değil ‘tarihsel olarak’ erkek egemendir.”1

Kadınların ezilmişliğinin kaynağı olan ataerki, ne kapitalizmle başladı ne de kapitalist devlet yıkılınca buhar olup uçacak bir olgudur. İnsanlık tarihinin çok daha öncesine dayanan, mülkiyet ilişkilerinin ve kadınların üretim süreçlerinden uzaklaştırılmasının önemli rol oynadığı tarihsel bir eşitsiz ilişkiler bütünüdür. Bu bağlamda ataerki, dönem dönem derinleşen, bambaşka formlara dönüşen ancak belirli karakteristik özelliklerinden ödün vermeyen bir eşitsizlik biçimidir. Bu eşitsizlik, kadınların özel alana sıkıştırılması, politik olandan ve maddi hayattan soyutlanması, özneliğini yitirmesi ve sürekli edilgen olana dönüştürülmesiyle sonuçlanır. Bu nedenle kapitalist devletin esamesi okunmazken, kapitalist üretim ilişkilerinin henüz gündemde olmadığı bambaşka tarihsel kesitlerde de ataerkinin bu karakteristik özelliklerine şahit oluruz.

Kadınların politik olandan uzaklaştırılması süreci, bahsettiğimiz karakteristik özellikler arasında öne çıkan ve belirleyici olandır. Bu nedenle kapitalizm öncesine ait farklı üretim ilişkilerinin üzerinde yükselen devlet biçimlerinde de ataerki, kadınları devletin ve devletin ilgilendiği “maddi/fiziki” alanın dışına itmiştir.

“Kapitalizm ise boşlukta ortaya çıkmış bir üretim tarzı değil[dir]. Patriyarkanın toprağında geliş[ir].”2

Kapitalist devlet ve ataerki arasındaki ilişki açıklanacak olursa, bugün birinin diğerinden soyutlanmış bir hâlde var olduğunu iddia eden bir düşünceyi baştan reddetmek gerektiği ortadadır. Kapitalist devlet, kadınların varlık gösterdiği alanların maddi/fiziki alanlar olarak kabul edilmediği, dolayısıyla kadınların toplumsal alanın dışına itildiği bu düzeni kendi çıkarına göre yeniden organize edecek biçimde ataerkiyle ilişki kurmuş oldu. Ne kapitalizm ataerkiye temas etmeden, onu içerip araçsallaştırmadan yoktan var oldu demek doğru, ne de ataerkinin bugünün kapitalist dünyasında, kendisini tüm güç ilişkilerinden ve sömürü biçimlerinden azade, kapalı bir sistem olarak var ettiğini söylemek mümkün. İkisi arasında gelişen ilişki ise ne kadın mücadelesini dışlayan bir sosyalist birikimin, ne de sınıfı görmeyen bir kadın mücadelesinin açıklayabileceği bir şeydir.

Sınıf kuramına, aile içindeki karşılıksız emek sürecini ve bu sürecin toplumsal alanda sömürüyle sonuçlanan ücretli emek sürecine katkısını açıklayarak mevcut ilişkiler ağını gün yüzüne çıkarmak, tam da bahsettiğimiz gibi, kapitalizm ve ataerki arasındaki ilişkinin zeminine oturur. Aynı şekilde, kadınların en çok ezildiği yer olan ailenin içinin de kapitalist üretim ilişkileri için motor görevi gördüğü söylenebilir. İkisi de birbirlerinden beslenip ortak çıkarlara sahip olduğu gibi her birinin kendi özgül çelişkilerinin de var olduğunu görmek gerekir.

Marksizm, felsefedeki “varlık” sorusuna insanların “şey”lerle kuruduğu ilişki üzerinden cevap verir. Üretimin kendisi, insanı diğer canlılardan ayırır ve üretim ilişkileri tüm ilişki biçimleri arasında belirleyici olandır. Bu bağlamda, kadının toplumsal alandan uzaklaştırılması, üretim süreçlerinden uzaklaşmasına temelden bağlıdır ve bu sebeple kadın artık tarihin bir öznesi olamaz, varlığını yaratamaz duruma gelmiştir. Şimdi, tekrar kapitalist devlete dönmeden önce, toplumsal alan-devlet ikiliğinden biraz bahsetmek gerekecek.

Toplumsal alan, diğer adıyla kamusal alan, toplumun her bireyinin diğerleriyle sosyal ya da fiziksel ilişki kurduğu alan veya topluma ait alan olarak tariflenir. Toplumsal alan iş, okul, kafe ya da pazar gibi mekânlar olduğu gibi, aynı zamanda bu mekânlarda kurulan her türden ilişki biçimini de içinde barındırır. Toplumsal alanın hem kendisi hem de belirleyeni olarak siyaset ise belki de kadınların izinin en az olduğu yer olagelmiştir. Bununla da kalmayıp, her taşın altından çıktığını bildiğimiz ataerkinin “aileden” sonra kendini en fazla kanıtladığı yer olmuştur.

Evdeki iktidar gibi siyasetteki iktidar olan devlet de eşitsizliği, toplumsal rollerin dayatılmasını, kadının çıkarlarının karşısında öncelikli görülen ataerkil düzenin çıkarlarını korumakla görevli bir kuruma dönüşmüştür. Ezcümle, bir sınıfsal iktidar aygıtı olarak devlet, devlet olalı “erkek” olmuştur. Bu nedenle, kadının kelimenin tam anlamıyla eşit olduğu bir gelecek, ataerkil ve kapitalist olan devleti alaşağı ettiği bir senaryoya muhtaçtır. Kapitalist sömürü düzeninin devleti ile karşı karşıya gelmeyen bir kadın hakları savunusu, bu nedenle dalgasız sularda yüzmek anlamına gelir.

Günümüzün neoliberal devletine yakından bakacak olursak

Neoliberal devletin bugün bambaşka bir boyut açtığını yadsımak imkânsız. Devletin tüm varlığının sermayeye peşkeş çekildiği, kapitalizmin “devletin sönümlenmesi” talebiyle çıktığı yolda onu yalnızca kendisi için işleyen bir makineye dönüştürdüğü bir sürecin sonunda, neoliberalizmin yıkıcılığından kadınlar da nasibini aldı. Geçmişten bu yana çoğunlukla güvencesiz ve düşük ücretler karşılığında çalışan kadınlar ve çocuklar, neoliberalizmin dayattığı bu ağır rekabetçi ortamda sermayenin ağzını sulandırır oldu. Aynı şekilde, işçilerin sendikal ve yasal haklarının rafa kalktığı bu süreçte, yine en çok hak gaspına uğrayanlar kadınlar oldu.

Üretim alanı gibi evin içi de bir biçimde dizayn edilmek zorundaydı. Neoliberal devlet için diğer her şey gibi evin içi de piyasanın hayrına çalışmalıydı. Azalan genç nüfusun ve dolayısıyla azalan işçi sayısının kurtarıcısı “annelerdi.” Bu nedenle aile, artık hiç olmadığı kadar “kutsal” sayıldı. Hatta aile ve annelik, en çok da sermayenin adeta çıkarma yaptığı, her yere fabrikalar kurduğu ve ucuz iş gücünün yoğun olduğu az gelişmiş ülkelerde kutsal oldu. Böylece, Türkiye gibi ucuz iş gücü yoğun, derin kriz dönemini yaşayan ülkeler için ataerkil aileyi korumakla ve doğurganlığı artırmakla görevli “nüfus politikaları kurulları” ve “aile enstitüleri” eskisinden çok daha önemli hâle geldi.

Peki sosyalizm bize yeter mi?

Sovyetler Birliği, şüphesiz sosyalist bir devrimin tarihteki en önemli örneği ve deney sahası sayılabilir. Kadınların sosyalist devrimci mücadeledeki varlığını ve sorunlarının çözümünü tahlil etmede de önemli bir örnek olacaktır. Sovyetler Birliği’ne, eksiğiyle yanlışıyla, tüm sosyalizm deneyimlerinde olduğu gibi eleştirel yaklaşabiliriz. Başta bu hak yasal olarak tanınmış olsa da nüfus sorununun tek çözümünün kadınların kürtaj haklarını ellerinden almak olarak görülmesi, siyasette ve bazı iş kollarında kadın temsiliyetinin hedeflenen oranda artırılamaması; evlilik ve çocuk yetiştirme konusunda, yasalarca korunmasına karşın, bazı özgürlüklerin kadınların hanesine yine eksi yazılmış olması ya da çok sayıda uzak köye uzunca bir süre devrimin taşınamamış olması bunlardan birkaçı. Dedik ve geçtik…

Tüm bu eleştirilere karşın, çağının çok ötesinde, kadınlara dönük tarihsel-toplumsal bir eşitsizliği tespit edip, cinsler arası gerçek eşitliği ve kadınların toplumsal alana yeniden dahlini önceliklendiren bir büyük devrimci güçtür Sovyetler. Kadınların bin yıllık edilgenliğine bakıp, onu yine bir nesne olarak görmek yerine gözünü kadının özne oluşuna, bu edilgenliğin mutlak olmadığına ve tarihin bundan sonra akacak nehrinde kadının üzerindeki kalın kabuğu sökecek yöntemlerin arayışına girişmişlerdi.

Bir devrim oluşunda değildi keramet. Burjuva devrimlerinde olduğu gibi, özel mülkiyetin kutsallığı üzerine inşa edilen bir devrimci süreç için geçmişin yok sayılanı kadın emeği ve kadın bedeni, burjuva devrimlerinden sonra ise bir özel mülk olarak erkeğe bağımlılığını korumuş, sermayenin çıkarlarına uyacak şekilde yeniden organize edilmiştir. Kadınlar, kapitalizmin ilk döneminde çitleme hareketiyle evin içine hapsedilirken, günümüzde bu hapis; makyaj, estetik ve ev işlerindeki bitmeyen tüketim alışkanlıklarıyla yeni düzenin “özgürlük” anlayışına dönüştü. Evin içindeki emek yok sayılmaya devam ederken; bu karşılıksız emek, ücretli olan emek sürecinde kadınların daha fazla sömürülmesi için bir sebep olarak kullanıldı. Ev işleri kadınlar tarafından yapılmaya devam ederken, “evdeki işlerinin aksamaması için” kadınların esnek çalışma koşullarında ucuz işçi olarak çalışması uygun görüldü.

Gözünü geleceğe dikmek

İki mücadele başlığına değindik, karşımıza koyduğumuz iki sömürü başlığının kendi özgül durumları kadar ortak çıkarları olduğunu göstermeye çalıştık. Sanırım bundan sonraki adım bütünlüklü bir mücadeleyi örmeye başlamak olacaktır. Geçmişte çok sayıda örnek var elbette. Örneğin, devleti çeşitli görev ve sorumlulukları yerine getirmeye zorlayan İstanbul Sözleşmesi’nin, 6284 sayılı kanunun, medeni kanunun ve kürtaj yasasının korunması ve bu yasaların uygulanması için verilen mücadeleler, kadınların devrimden sonra da hangi hakların denetleyicisi olacağını gösteriyor. Aynı şekilde, kadınların toplumsal alanda karşılaştıkları farklı ezilme biçimleriyle mücadele etmek ve sendikal haklarını kazanmak için verdikleri mücadeleler, onların hem toplumsal alanda hem de üretim süreçlerinde var olmalarını sağlıyor.

Kadınların emek sürecine katılırken yaşadıkları eşitsizlikler ve bu sürecin dışında bırakılmış olmak kadar “özel olanın politik olduğu” o önemli noktaya da eşit şekilde temas edebilen bir bütünlüklü politika bu bahsettiğimiz. Biri diğerinden daha önde değil, önemli olanın kadınların politik olanla dönüştürücü bir ilişki kurabilen, öncülük edebilen ve gözünü çok daha ileride bir geleceğe diken bir stratejisinin olması.

Son söz olarak belki de şu söylenebilir: Kadınların içinde yer almadığı, onların sorunlarını çözemeyen bir sosyalist devrim hayal edilemez. Aynı şekilde, sosyalizmsiz bir gelecekte kadınların bağımsızlıklarını kazanacağı ve gerçek anlamda eşit bir geleceğin kurulacağı inancı da gerçek dışıdır.

Şüphesiz devrim, kadınların ellerinde yeşerecektir.


  1. Pektaş, Ebru. Devlet, devrim ve kadınlar, İleri Haber, 2020 ↩︎
  2. Acar Savran, Gülnur & Yaman, Melda. Kapitalizm ile Ataerkinin Kesişiminde Kadın Emeği, Praksis 52, sayfa 9-34, 2020 ↩︎
Total
0
Shares
Önceki makale

Enerji Çalışanları Sendikası Genel Başkanı Muzaffer Kurtuluş: "Sarı sendikaların düzenini bozacağız!"

Sonraki makale

Yelkenci Tekstil Direnişi’nde işçiler: "İşçilerin çocukları sıkış tepiş kreşlerde ve tekstil makinelerinin arasında büyüyor!"

İlgili Gönderiler