“Devletin eli”: Çözüm mü, aldatmaca mı?

“Yumuşama” veya “normalleşme”, 31 Mart yerel seçimlerinden bu yana siyasi gündemi belirleyen önemli bir konu. Meclis’te yeni yasama döneminin başlamasıyla birlikte DEM Parti’ye uzatılan “Devlet eli” ile yine gündemde olacağı anlaşılan yeni bir “yumuşama” tartışmasıyla karşı karşıyayız. Bu sefer farklı olan ise yalnızca aktörler değil. Türkiye’nin bölgede etkisizleşme tehdidine karşı önlem almaya çalışırken, “çatışma alanlarının değil, uzlaşma alanlarının öne çıkması” için hem içeride muhalefeti ortak hedeflere ikna etmek hem de bölgede devletler arası diplomaside görev almak isteyen bir yönelim ortaya çıkıyor. Yani AKP-MHP iktidarı, yaşadığı sıkışıklığı aşmak için bir hamle denemesi yapıyor. Bölgesel bir savaşın eşiğindeki Orta Doğu’da ise olası her türlü sürprize karşı önce “iç cepheyi” asgari bir ortaklaşmaya ikna edebilmek, muhalefeti iktidarın çıkarlarına göre yeniden şekillendirmek gerekiyor.

Bölgeselleşen savaşın ilk sonuçları

Bilindiği üzere, İsrail bir yıldır Gazze’de bir soykırım savaşı yürütüyor. Son bir ayda ise savaşı Lübnan’a taşıyarak İran’ın bölgedeki müdahale araçlarını da etkisizleştirmeye çalışıyor. Öte yandan, savaşın Lübnan’a doğru genişletilmesi, aynı zamanda bölgesel güçler arasında doğrudan bir savaş tehlikesini de doğurdu. Nitekim İran, hukuk tanımayan İsrail saldırılarına karşı cevabı doğrudan bir balistik füze saldırısıyla verdi. Hem doğu hem de güney sınırından savaşı hisseden Türkiye’nin durumunu Erdoğan, “Antakya ile Gazze arası, Ankara ile Aydın arası kadardır” diyerek anlatıyor. Savaşın etkileri Türkiye’ye bu kadar yakınlaşmışken, AKP iktidarı da ortaya çıkan sonuçların işaret ettiği “yeni bölge düzeni” olasılıklarını dikkate alarak hareket etmek zorunda kalıyor.

İktidar cephesinin Türkiye’ye dönük olası bir İsrail saldırısına dair söyledikleri, elbette gerçeklikten uzak sayılabilir. Ancak bu noktada, egemenlerin taşıdıkları kimi kaygılar, iç siyasette belirleyici olacağı için de dikkatle tartışılmaya değer.

AKP iktidarının Türkiye kapitalizmine verdiği en önemli vaat olan bölgesel güç olma hedefi, zaten Suriye halklarının cihatçı saldırganlığa karşı direnişi ve Kürtlerin öncülüğünde kurulan Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’yle birlikte büyük darbe almıştı. Son iki yılda ise İsrail’in, çevresindeki Arap devletleriyle normalleşmesi anlamına gelen anlaşmalar ile bölgede tanınan ve hem politik hem de ticari merkez olacak bir ülkeye dönüşecek olması, dahası bu normalleşmeye İran’ın da dolaylı da olsa dahil olması, Türkiye’yi bölgede oluşan yeni dengeden dışlayan bir tabloyu görünür hâle getiriyordu. Son olarak, Türkiye’nin Irak Kürdistanı’nı da içine alan “Kalkınma Yolu Projesi” hamlesi ve İran’a karşı ileri karakol olma hedefi, HAMAS öncülüğünde gerçekleşen 7 Ekim saldırısı sonrası oluşan dengeler içinde önem kaybetti.

İsrail’in soykırım savaşı, açık bir şekilde ABD liderliğindeki emperyalizmin bölgeyi şekillendirmekte kullandığı bir araç. Savaşın şu anki seyrine bakıldığında, Lübnan’dan sonra Suriye’ye diz çöktürmek ve İran’ı kendi sınırları içine hapsetmek, sonraki adımlar olacak gibi anlaşılıyor. Böyle bir tabloda, Türkiye’nin bölgedeki varlığı da anlamını kaybediyor. İşte Türkiye’de iktidar, her şeyden önce bu güç kaybından korkuyor. Çünkü bölgede kapsamlı ticari anlaşmalardan dışlanan ve İran’a karşı sınırlayıcı kuvvet olma vasfını İsrail’e kaptıran bir Türkiye, kendisi oyun kuramayacak, ABD’nin çizdiği sınırlar içerisinde siyaset yürütmeye mahkûm kalacaktır.

İktidarı korkutan bir diğer unsur ise, bölgenin genelinde ve özellikle Suriye ile Irak’ta fiili dengeyi bozacak çapta bir savaştan, Kürtlerin kazançlı çıkma ihtimalidir. Türkiye’nin yukarıda bahsedilen bölge planları doğrultusunda yaptığı politik ve askerî açılımların sonucu, Kürt sorununun uluslararasılaşması ve Orta Doğu’nun taşıdığı tüm çelişkilerin Türkiye’nin iç siyasetine taşınması oldu. İşte bu durumda AKP-MHP iktidarı, savaşın genişlemesinin iç siyasette de mutlaka olumsuz sonuçları olacağını görüyor. Dahası, ticari ve siyasi işlevini yitirmiş bir Türkiye varken, Kürtlerin Orta Doğu’da oluşacak yeni dengede pay sahibi olmasından korkuyor.

İktidarın Kürt siyasetini tasarlama hevesi

Tarif edilen koşullarda, AKP-MHP iktidarı, hegemonya alanındaki daralmayı durdurmak için Kürt sorununda kendi koyduğu kurallarla ve kendi belirlediği sınırlarda bir “çözüm”ün yolunu arıyor olabilir. 31 Mart seçimlerinde ülke genelinde büyük bir şok yaşayan iktidar bloğu, Özgür Özel’in “normalleşme” turu sayesinde kendisini sarsan şoku atlatsa da düzenin tüm güçlerini iktidara eklemleyen bir plan ortaya koyamıyor. İktidar, dış politikada da kendisini gösteren bu sıkışmayı, Erdoğan’ın önce New York’ta, sonra Meclis açılış konuşmasında yaptığı “iç cephe” vurgusuyla belirttiği gibi, kendi kurallarıyla yönettiği bir “açılım” süreciyle aşmayı öngörüyor. Ancak tek aktör de tek “akıllı” da tabii ki kendisi değil.

Öncelikle, “tokalaşma” gündemini açan Devlet Bahçeli’nin, “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” sözleri; yazının ilk bölümünde tartışılmaya çalışıldığı gibi, iktidarın bölgede yeni bir döneme girildiğinin ve bu dönemde kritik değişimler olabileceğinin farkında olduğunu gösteriyor. Türkiye, kendi kontrolü dışında gerçekleşecek bir savaşa karşı devletler arası diplomaside görev de alabilecek bir ülke olmayı amaçlıyor. “Sağı solu belli olmayan” İsrail ile zaten etkisi kırılmaya çalışılan İran arasında tarafsız bir güç ve bölgede uzlaşının adresi olmak için önce kendi içindeki dağınıklığı toparlamak ve “ulusal çıkarlar” etrafında muhalefeti kendi projesine eklemlemek istiyor.

Diyebiliriz ki, AKP-MHP iktidarı, Kürtler ancak bölgesel bir aktör olmaktan vazgeçirilirse, Türkiye’de devletin belirlediği kurallarla yasal siyaset sınırları içinde var olabileceğini söylüyor. Bu ise olası bir çözüm süreci tartışmasını oldukça sınırlıyor. Bahçeli, uzattığı elin kıymetinin bilinmesi ve DEM Parti’nin “Türkiye partisi olması” gerektiğini belirtirken, bir yandan “örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin” diyerek Abdullah Öcalan’a sesleniyor. Erdoğan ise DEM Parti’nin 6-8 Ekim eylemlerini, Kobanê Kumpas Davası’nı unutmasını ima edip, “Sırtını dağa yaslayan terör siyasetine yer yok” derken, “Meseleleri terör dışı yöntemlerle ortadan kaldırmaya” hazır olduğunu belirtiyor. Ayrıca, Arnavutluk ve Sırbistan ziyareti dönüşünde konuşan Erdoğan, yine DEM Parti’nin “terörle” arasına mesafe koyması gerektiğini söyleyip, Rojava’nın “Amerika, İngiltere, Almanya’dan oluşan koalisyon güçleri”nin koruması altında olduğunu sözlerine ekledi. Görünen o ki, AKP-MHP iktidarı, söz konusu İsrail tehdidini, olası bir Suriye işgali ve desteklenen Rojava’nın Türkiye’ye dönük büyütülmesi ihtimalinde görüyor. Bu koşullarda, Kürt siyasetinin bütününe bölge çapında bir sınır çizilmeye, duvar örülmeye çalışılıyor. Bununla birlikte, Türkiye’deki Kürt hareketinin de diğer parçalardaki Kürt siyasi öznelerle ilişkisinin sınırlandığı bir müdahale çabasına giriliyor.

Buna karşın DEM Parti ise, “Türkiye partisi olma” söylemine, “biz zaten Türkiye partisiyiz” diye karşılık verdi ve yargı bağımsızlığının sağlanması gibi bir yol temizliğinin yapılması gerektiğini söyledi. Tuncer Bakırhan, Bahçeli’nin örgütün tasfiyesi çağrısına, Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması gerektiğini söyleyerek cevap verdi. Yani iktidar her ne kadar kendi koyduğu kurallarla oynamaya çalışıyor olsa da Kürt siyaseti, belirli bir bütünlük içerisinde hareket edip, kendi güvencesi olacak kuralları ortaya koyuyor. Bunların başında ise yargı bağımsızlığı ile Kobanê Kumpas Davası başta olmak üzere, binlerce tutsağın durumunun yeniden gözden geçirilmesi ve çözümün baş muhatabı olarak Öcalan’ın üzerindeki tecrit politikasının sona erdirilip, açık diyalog yolunun kurulması geliyor.

İç siyasette kuralları kim koyacak?

Başta belirttiğimiz gibi, “yumuşama” seçimlerle dolu iki yılın, 31 Mart yerel seçimleriyle geride bırakılmasının ardından gündeme gelmişti. Bu süreçte belirleyici olan bir etken, şüphesiz ki iktidar cephesinin aldığı seçim yenilgisinin aşılma çabasıyken; bir diğer etken, emek karşıtı yeni bir saldırı başlatılırken düzenin en geniş cepheyi oluşturma ihtiyacıydı. Ekim başından itibaren, bu sefer Kürt siyaseti odaklı yeni “yumuşama” hamlesi ise yine muhalefetin düzenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesi amacıyla yakından ilintilidir.

Bu amaçlardan birisi, anayasa gündemi. Erdoğan’ın Meclis açılış konuşmasında da belirttiği üzere, “sivil bir anayasa” yapmak iktidarın hedeflerinden biri. Bu anayasadan murat edilen, elbette ki demokratik bir dönüşüm değil, son yirmi yılda sermaye sınıfının emekçiler karşısında edindiği yeni mevzileri garanti altına alacak yasal düzenlemeleri yapmak. Mevcut iktidar ise hem sayısal hem de politik kapsama alanı olarak tek başına anayasayı değiştirebilecek durumda değil; çünkü böylesi bir anayasa değişikliği, düzenin tüm güçlerinin kısmen de olsa onayını gerektiriyor. Bu yüzden iktidar, olası bir iktidar devrinden önce düzen güçlerini ortak bir program etrafında birleştirerek anayasa değişikliğini yapıp tabiri caizse misyonunu tamamlamış olmak istiyor. 31 Mart seçimleri sonrası “yumuşama”, Mehmet Şimşek’in ekonomi programı uygulamaya konulurken karşıtlıkları törpülemişti. Bugün ise hem Kürt siyasetine -belirli koşullar koyarak- el uzatmak, hem de olası bir çözüm süreci gerçekleşirse CHP’nin, iktidarın kurduğu oyun içinde pozisyon almasını sağlamak, muhalefete dönük planın bir parçası gibi görünüyor.

Olası bir açılımın bir diğer boyutu ise son yıllarda seçimlerde Kürt siyasetiyle CHP arasında özellikle büyük kentlerde var olan zımni anlaşmanın bozulması hedefi. AKP-MHP iktidarının saldırılarına karşın iradesi kırılmayan Kürt halkı, özellikle seçimlerde iktidarı geriletme hedefine sadık kalarak iktidarın büyükşehirleri kaybetmesinde başrolü oynarken, Kürt siyasal hareketi de Kürt illerinde seçimlerden her seferinde güçlenerek çıktı. İktidar, CHP ikna edici bir çözüm perspektifine sahip olmasa da kendisine karşı birleşen cepheleri bölmek için tartışma eksenini iktidar karşıtlığından çıkartmak istiyor olabilir. Bu hesaba göre, olası bir çözüm sürecinde Kürt siyaseti doğrudan iktidarla diyalog içine girecek, ana muhalefet ise buna ya destek olarak iktidarın kurduğu oyunda “iç cephenin bütünlüğünü” sağlayacak ya da sürecin karşısında konumlanarak Kürtlerle kurduğu pragmatik bağı kaybedecek. Dolayısıyla iktidar hem Kürt siyasetinin kendisiyle ilişkisini hem de ana muhalefet partisinin siyasi tutumunu yöneterek, muhalefeti kendi istediği şekle getirmeye çalışıyor. Ancak hayatın gerçekliği, tek bir öznenin niyetlerinden bağımsız işleyecektir.

Henüz bir çözüm sürecinden değil, bunun olasılığından bahsediyoruz. İktidar kuralları belirlemeye çalışırken, konunun diğer muhatabı Kürt siyaseti ise olası bir sürecin müzakere edilebilmesi için karşılanması gereken koşulları sıralıyor. Cengiz Çandar, henüz bir çözüm sürecinden bahsedilemese de “bir şeylerin piştiğini” söylüyor. Söyleşide dikkat çeken bir başka unsur ise “Cumhuriyet Halk Partisi’nin de mutlaka sürecin içinde bulunması” gerektiği vurgusu. Benzeri bir vurgu, basın mensuplarıyla bir araya gelen DEM Parti eş başkanlarının açıklamalarında da “Cumhuriyet Halk Partisi olmadan bu iş olmaz” ifadesiyle kendine yer buldu. Yani Kürtler, devletten tecridin kaldırılması gibi bazı adımlar beklerken, çözüm masasında muhataplardan biri olarak CHP’nin bulunmasını da istiyor. Öte yandan, Özgür Özel, “bu parti konuşmak için ya da kendi milliyetçiliğini ispat için Devlet Beyden icazet almayacak, bu parti demokratik bir açılım yapmak için DEM’den de bir çağrı beklemeyecek” ifadeleriyle birlikte, 23 Ekim’den itibaren altı Kürt ilini gezeceğini belirtti, çözüm için elinden geleni yapacağını da sözlerine ekledi. Buna göre CHP, sorunun çözümünde muhatap olarak görev almaya talip.

DEM Parti’nin ve CHP’nin “tokalaşma” gündemine yaklaşımına bakılırsa, iktidarın kurmaya çalıştığı oyuna karşı sürecin kendi koydukları şartlarla tartışılmasını sağlayabilirler. Siyasi ve özellikle hasta tutsakların durumu, tecridin kaldırılması, yargı bağımsızlığının güvence altına alınması gibi konular iktidardan koparılacak tavizler olarak şart koşulurken, muhatap olarak CHP’nin devreye girmesi ise muhalefeti şekillendirme amacını boşa düşürerek iktidarın elini zayıflatan bir çözüm süreci tartışmasının yolunu açabilir.

Tüm bu sürece etkisinin ne kadar ve nasıl olacağı henüz yeterince tartışılmayan özne ise sosyalist hareket. Bu yazının yazıldığı ana kadar sosyalistlerden gelen az sayıda değerlendirme ve tepki, genellikle AKP ile bir çözümün olmayacağı yönündeydi. Sosyalist hareket, Türkiye’nin en yakıcı sorunlarından biri olan Kürt sorununda “barış” ihtimalini ve tartışmalarını elbette görmezden gelemez. Eğer, iktidar sözde de olsa bir açılımı gündeme getiriyorsa, sosyalistler kalıcı ve onurlu bir barışı sağlayacak bir çerçeveyi ortaya koymak ve olası çözüm süreci tartışmalarına buradan yaklaşmak zorundadır. Ancak bu şekilde barış, iktidar tarafından ve onun koyduğu kurallarla bahşedilen bir talep olmaktan çıkıp, gerçek bir devrimci mücadelenin konusu olabilir. Çünkü adına “müzakere” de dense, barış ancak güçlü bir halk hareketiyle gerçek anlamda kazanılabilir. Bu halk hareketi ise, barış sürecinin taraflarından biri olan Kürt siyasal hareketini ve barış arayışında olan Kürt halkını karşısına almamalıdır. Kürt hareketiyle eleştirel bir mesafe tayin edilse dahi, barış talebinin ve Kürt halkının diğer meşru taleplerinin savunucusu olunmalıdır. Bu çerçevede sosyalistler, olası bir barış sürecini karşısına almadan; ancak iktidarın çıkarlarını değil, halklar arası barışı sağlayacak demokratik bir dönüşüm hedefini ön plana çıkaracak bir bakışa sahip olmalıdır.

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki makale

Zihinsel emeğin ihmal edilen öyküsü: Ofiste devrimci bir örgütlenme mümkün mü?

Sonraki makale

Yeni işgücü rejimi ve ucuz göçmen emeği

İlgili Gönderiler