İsrail’in ateşi İran’ı yakmaya yeter mi?

Kılavuz Bülten; haftalık gelişmeleri, gözden kaçanları, emekçilerin gündemlerini yorumluyor ve sizlerle buluşturuyor.

Bu haftanın bülteninde geçtiğimiz haftanın işçi direnişlerinin yanı sıra İsrail’in İran’a saldırısı sonrası patlak veren savaş, Gazze’de bir soykırım politikası olarak İsrail tarafından üretilen kıtlığa karşı harekete geçen Madleen gemisi ve göçmen karşıtı uygulamalara karşı Los Angeles’taki isyan konu ediliyor. Ayrıca Kılavuz’da bu hafta çıkan yazıları bültende bulabilirsiniz.

Yorum ve önerilerinizi de bizimle paylaşabilir, bültenin gelişimine katkıda bulunabilirsiniz.

Haftanın işçi direnişleri

Eskişehir – Savunma sanayisinde çalışan Harb-İş üyesi yüzlerce işçi TİS sürecinde dayatılan düşük ücretlere ve kötüleşen koşullara karşı yürüyüş gerçekleştirdi.

İstanbul/Şişli – Şişli Belediyesi’nde kayyumunun işçilerin fazla mesai ücretlerini gasp etmesi üzerine DİSK Genel-İş üyesi işçiler basın açıklaması gerçekleştirdi.

İstanbul/Beşiktaş – Beşiktaş Belediyesi’nde işten çıkarılan işçiler “‘İşimizi geri istiyoruz’’ diyerek eylem gerçekleştirdi.

İstanbul/Tuzla – TKIS Blinds işçilerinin 230 günlük direnişleri sona erdi. Sendika, yaptığı açıklamada, bundan sonra hukuk mücadelesini öne çıkaracaklarını bildirdi.

İstanbul/Tuzla – Çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve TİS hakkının sağlanması adına direnişe başlayan Reckitt Benckiser işçilerinin grevi 20. gününde.

Kocaeli/Dilovası & İzmir/Çiğli OSB – DYO Boya işçilerinin direnişi 24 gündür devam ediyor.

Adana & Mersin – Mersin ve Adana’daki Toros Tarım fabrikalarında çalışan Petrol-İş Sendikası üyeleri, ücretler ve sosyal haklara ilişkin taleplerin karşılanmaması yüzünden başlattıkları direniş 25. gününde.

İzmir – 148 gündür direnen DIGEL Tekstil işçileri, sendikal haklarını tanımayan patrona karşı geri adım atmıyor.

İzmir/Menemen – 13 Mayıs’tan bu yana grevde olan TPI işçilerinin taleplerini konuşmak üzere 11 Haziran’da yapacakları görüşme gerçekleşmedi, işçilerin direnişi devam ediyor.

İzmir/Dikili – Birleşik Tarım Orman İşçileri Sendikası’na (BTO-SEN) üye Queen Tarım işçilerinin sendika yetki davasının ilk duruşması görüldü. İşçiler mücadelelerinden vazgeçmeyeceklerini açıkladı.

İzmir/Kemalpaşa – Temel Conta işçilerinin grev kırıcılığına dair açtığı davanın ikinci duruşması gerçekleşti. İşçiler, basın açıklaması gerçekleştirerek sendikal örgütlenme haklarından vazgeçmeyeceklerini söyledi.

Hatay – Yapıyol-İş üyesi, Yılkanur A.Ş. ve Kalhan Mekanik Tesisat şantiyesinde çalışan işçiler ödemelerin yapılmaması sebebiyle eylem gerçekleştirdi.

İsrail’in ateşi İran’ı yakmaya yeter mi?

Cuma günü İsrail, İran’a saldırdı. Saldırının hedefi nükleer tesisler başta olmak üzere İran’ın silah depoları ve askerî tesisleri oldu. İsrail, İran’ın nükleer silaha sahip olmak üzere olduğunu ve bunun engellenmesi gerektiğini söyleyerek 200’ün üzerinde tesisi hedef aldı. Normal koşullarda 15 Haziran Pazar günü ABD-İran arasında nükleer çalışmalarla ilgili konular görüşülecek ve İran’ın silah geliştirmesini engelleyecek ya da kısıtlayacak bir anlaşma ihtimali oluşacaktı. İsrail, İran’a saldırarak bu ihtimali de yok etmiş oldu. Saldırı sonucunda İran, görüşmelere katılmayaacağını belirtirken, İsrail’in saldırısını da “savaş ilanı” olarak niteledi.

Aynı günün akşamında İran, Tel Aviv başta olmak üzere İsrail’in tümüne yönelik balistik füze saldırılarıyla karşılık verdi. Geçtiğimiz yılın eylül ayında iki devlet karşılıklı salvolarla gerilim yaşamış, sıcak bir savaşın eşiğine gelmişti. Son yaşananlar, o eşiğin aşılıp şiddet dozunun savaş boyutuna ulaşmasıyla sonuçlandı. Geçtiğimiz yıldan farklı olarak, İran, “savaş ilanı” nitelemesinden de anlaşılacağı üzere, tüm kapasitesini devreye soktu. Bunun sonucunda, Hamas’ın gerçekleştirdiği Aksa Tufanı sonrasında zaten ağır yara alan geçilmez “Demir Kubbe” masalı, tamamen yerle bir oldu. Tel Aviv’de oluşan yıkım, İran’ın İsrail’in her yerini vurabileceğini gösterdi.

Dışişleri Bakanı Marco Rubio dahil olmak üzere ABD’li birçok yetkili, kendilerinin saldırıya dahil olmadıklarını, dolayısıyla gerilimin İsrail’in kendisini ilgilendirdiğini belirtti. Ancak Amerikan başkanı Donald Trump, saldırıyı “mükemmel” gördüğünü ifade etti ve İranlı yetkililerin nükleer anlaşmayı imzalamamış olmalarının bedelini ödediğini söyledi. İsrail’e destek olacağını belirten Trump, ABD’li yetkililerden ayrıksı bir pozisyon aldı. ABD’li birçok gazeteci ve politika yazarı, İsrail’in saldırısının tek taraflı olduğunu ve ABD’nin İran’la gireceği diplomatik görüşmeleri sabote ettiği gerekçesiyle ABD’yi küçük düşürdüğünü söyledi.

İran-İsrail arasında savaşa nasıl gelindi?

Bölgede bulunan bu iki güç, İran İslam Devrimi’nden beri zaten her zaman sürekli bir gerilim içindeydi. Fakat savaş durumuna giden yolda denklem, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın Aksa Tufanı adını verdiği saldırıyla değişti, Suriye’nin çöküşüyle devam etti. Aksa Tufanı’nın ardından Gazze’de büyük bir soykırım başlatan İsrail, aynı zamanda cepheyi Lübnan’a doğru da genişleterek hem Hizbullah liderliğini katlederek zayıflattı hem de Lübnan’a yönelik saldırılarına devam etti. Suriye’de Esad’ın devrilmesiyle birlikte Suriye’nin güneybatısındaki Golan Tepeleri’nde işgali ilerleterek, varlığını Şam kırsalına kadar genişletti; aynı zamanda Suriye’nin tüm askerî altyapısını yerle bir etti, Suriye’nin dişlerini söktü.

Bu süreçte, İsrail’in Gazze’de başlattığı soykırımın giderek İran’ın varlığını hedef alacağı, başka mecralarda da bizim yayınlarımızda da dile getirildi. Rusya-Ukrayna savaşının, Çin üzerindeki ABD kuşatmasının ve Suriye’nin çöküşünün de etkisiyle, artık vekil güçlerin değil devletlerin konuştuğu, dolayısıyla devletlerin karşı karşıya gelme ihtimalinin yükseldiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu durum, devletler arası bölgesel çapta savaşların tetiklenebileceği koşulları da oluşturdu. İran’ın vekil güçleri olarak görülen Hamas ve Hizbullah’a karşı verilen savaşın kaynağı olarak görülen İran devleti, doğrudan doğruya İsrail devleti tarafından hedef alınır hâle geldi. İsrail’in bölgede estirdiği terör uluslararası hukuk namına bir şey bırakmazken, geçtiğimiz eylül ayında İsrail’in İran topraklarına hava yoluyla saldırması, angajman kurallarını da değiştirerek kırmızı çizgiyi aştı.

Bunlar gösteriyor ki savaş, bir günde çıkmadı. Aşama aşama yükseldi. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan ve devletler arası savaşları, dünya savaşlarını engellemeye odaklanan uluslararası hukuk fiilen geçersizleşti. Otoriter siyasetlerin ve yeni tip milliyetçiliğin yükselişi, bir emperyalist açılım olan “küreselleşme” yerine, emperyalistlerin elinde bir başka aparat olan “ulusal çıkarları” koydu. Böylelikle, “ulusal çıkarları tehdit ettiği” gerekçesiyle İsrail’in İran’a saldırısı gibi yöntemler yeniden kullanılabilir oldu.

Gücü yetenin, doğrudan askerî güç gösterisiyle istediği yerde istediği dengeyi kurmaya çalıştığı bu yeni konjonktür, dünyayı yeniden büyük bir savaşın eşiğine getiriyor. Birkaç yıl önce yalnızca uzak bir olasılık olarak görülen, ihtimal verilmeyen bir bölgesel savaş, bu hafta itibarıyla karşısında konum belirlememiz gerek bir gerçeklik hâline gelmiş durumda.

Batı emperyalizminin iki yüzlülüğü

Sınırına dayanan NATO varlığına karşı diplomatik yolların tüketilmesinin ardından, Ukrayna’nın üzerine yürüyen Rusya, sportif turnuvalar dahil olmak üzere uluslararası kamuoyundan dışlanmış, uluslararası hukuku tanımadığı iddia edilen hamlesi, dünyayı Rusya’ya karşı tutum almaya zorlamıştı. Böylece Rusya, Ukrayna’yı işgale de yönelen hamlesinin karşılığında uluslararası yaptırımlarla karşılaşmıştı.

İsrail mevzubahis olduğunda ise tam bir iki yüzlülük söz konusu. Elbette, konu kapitalist emperyalist düzenin hareket kodları olunca, iki yüzlülük kavramı tek başına açıklayıcı değil. Emperyalist güçler, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu’daki sömürgelerinden çekilirken, egemenliklerini devam ettirmelerinin aracı olarak İsrail devletinin kurulmasına alan açtılar. İsrail’in bölgedeki misyonu, emperyalizmin karakolu ve “Batı değerlerinin taşıyıcısı” olmaktı. İsrail, basit bir müttefik olmanın ötesinde, kendilerinden bir parça. İsrail’in meşruiyetinin sorgulanması, onun varlığının tehlikeye girmesi, aynı zamanda bölgede emperyalistlerin varlığını da tehdit ediyor. İşte bu yüzden, İsrail’in soykırımı en fazla cılız kınamalarla karşılaşırken, azgın saldırganlığı ve bölgeye yayılan işgalci politikaları, “İran tehdidine karşı savunma” olarak adlandırılıyor ve mazur görülüyor.

Bu denge dolayısıyla, İsrail’in suçları karşısında, kınanmak şöyle dursun, İsrail’in sırtı sıvazlanıyor. Bu yüzden, İsrail’e karşı mücadele, halkların ortak mücadelesinin bir konusu olmak zorunda.

İran’da molla rejimi mi destekleniyor?

İran’da gençlere, kadınlara, aydınlara, Kürtlere ve diğer azınlıklara büyük bir baskı uygulayan, idama varan yöntemlerle şiddet uygulayan İslamcı rejim, ne seküler ne de demokratik bir karaktere sahip. Ancak İran’a yönelen saldırı, İran’ın teokratik bir rejim olmasından değil, İsrail’in çıkarlarına karşı bölgede bir direniş ekseni oluşturmasından kaynaklanıyor. İsrail ve ABD, bölgede gücü kırılmış, kendilerine biat eden bir İran istiyor. Bu bağlamda, İsrail’in savaş ilanının amacı, yalnızca nükleer tesislerin etkisizleştirilmesi değil, aynı zamanda İran’da bir rejim değişikliğini tetiklemek. Binyamin Netanyahu’nun İngilizce yaptığı sesleniş, İsrailli yetkililerin kamuoyuna yansıyan söylemleri, İran halkını rejime karşı ayaklanmaya, İsrail’in “özgürlüklerin” yanında olduğuna odaklanması da bunu destekliyor.

İkinci olarak, yalnızca halkların kendi ülkelerinin geleceği hakkında egemenlik hakları vardır ve ülkelerin iç işleri, dış müdahalelerin konusu olamaz. İran rejiminin baskıcı karakteri, İran emekçilerinin ve İran halklarının mücadelesinin konusudur. Özgürlük talebiyle gerçekleşen herhangi bir halk isyanı, savaş dahil olmak üzere hangi konjonktürde olursa olsun, desteklenmeye açıktır. Ancak İsrail’in Siyonist hedefleri doğrultusunda halkın isyana çağrılması da bu isyanı doğurması ümit edilen bir askerî müdahalenin gerçekleşmesi de mazur görülemez.

Yakın tarih, emperyalist müdahalelerle özgürlük gelmediğini defalarca kez gösterdi. ABD’nin yarattığı yıkım Irak’ta, Afganistan’da demokrasi veya özgürlük getirmedi, yalnızca daha büyük yıkımlara sebep oldu.

İran ile İsrail arasındaki karşıtlık, ülkelerin yönetimiyle değil, Siyonist İsrail’in yayılmacı hedefleriyle ilgilidir. Soykırımı bir terbiye aracı olarak kullanmaya çalışan İsrail saldırganlığına karşı durulmalıdır. Siyonist barbarlığın yenilmesi, bölge halklarının tümünün iyiliği için gereklidir.

İsrail, yardım gemisi Madleen’e saldırdı

İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Filistin’e yönelik artarak devam eden soykırım politikaları ve savaş suçlarına karşı, dünyanın dört bir yanından Filistin’in özgürlüğü için mücadele eden örgütlerin bir araya gelmesiyle kurulan Özgürlük Filosu Koalisyonu (Freedom Flotilla Coalition), Gazze’ye insani yardım ulaştırmayı amaçlayan sivil eylemler organize ediyor. Bu çerçevede yola çıkan Madleen gemisi, 9 Haziran günü İsrail askerlerinin saldırısına uğradı; gemide bulunan 12 kişi gözaltına alındı. Gemide 11 aktivist ve bir gazeteci bulunuyordu. Mürettebatta İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg, Fransız-Filistinli Avrupa Parlamentosu üyesi Rima Hassan, Almanya’dan Yasemin Acar, Brezilya’dan Thiago Avila, Türkiye’den Şuayb Ordu, İspanya’dan Sergio Toribio, Hollanda’dan Marco van Rennes, Fransa’dan Baptiste Andre, Reva Viard, Pascal Maurieras ve Yanis Mhamdi ile gazeteci Omar Faiad yer alıyordu. Tüm gönüllüler, şiddetsiz direniş eğitimi almış ve silahsız olduklarını açıkça beyan etmişti.

Koalisyonun önceki eylemlerinden biri olan “Conscience” (Vicdan) gemisi de benzer bir saldırıya maruz kalmıştı. 2 Mayıs gecesi Malta açıklarında insansız hava aracıyla düzenlenen saldırı sonucu gemide delik açılmış, yangın çıkmıştı.

Koalisyon, İsrail’in 17 yıldır Gazze’de sürdürdüğü ve milyonlarca Filistinliyi insanlık dışı yaşam koşullarına mahkûm eden ablukaya karşı mücadele veriyor. Bu mücadelenin temelinde, ablukanın sadece insani bir krize yol açmadığını, aynı zamanda sağlık, güvenlik ve hareket özgürlüğü gibi en temel hakları gasp ettiğini tüm dünyaya anlatmak yer alıyor. Kamuoyunu yanıltan söylemlere karşı gerçekleri görünür kılmayı ve ablukayı sürdürülebilir kılan diğer hükümetlerin ve küresel aktörlerin suç ortaklığını ifşa etmeyi kendilerine sorumluluk ediniyorlar.

Bu saldırının ardından uluslararası kamuoyunda tepkiler yükseldi. İsrail’in bu pervasızlığı, hukuk tanımazlığı ve uluslararası arenada hiçbir bedel ödemeden tekrar tekrar suç işleyebilmesi eleştirildi. Birleşmiş Milletler’in Filistin Özel Raportörü, uluslararası sularda seyreden Madleen gemisine yapılan saldırıyı kınadı. Ancak daha önceki savaş suçlarında olduğu gibi, bu ihlallerin de birkaç diplomatik kınamanın ötesine geçmeyeceği yönünde güçlü bir kanaat oluştu.

Tüm bu yaşananlar, uluslararası suların fiilen emperyalist güçlerin kontrolünde olduğunu ve bu güçlerin diledikleri zaman yasa dışı eylemleri meşrulaştırarak korsanlık yapabildiğini bir kez daha gözler önüne serdi.

Los Angeles’ta halk isyan etti

ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi (ICE) tarafından yönetilen baskınlarla çok sayıda göçmenin gözaltına alınmasını protesto etmek için sokağa çıkan Amerikalılar, Los Angeles’ta polisle karşı karşıya geldi. Eylemler, yaklaşık kırk şehre yayıldı. Protestolar karşısında 2 bin 700 ek kuvvet, şehre yönlendirildi. Savunma Bakanı Pete Hegseth, kolluk kuvvetinin 60 gün boyunca yönlendirildikleri yerlerde kalacağını söylerken, bunun maliyetinin 134 milyon dolar olacağını da ekledi.

İsyan karşısında geri adım atmayan Trump yönetimi, şiddetin dozunu artırarak isyancı bir dalgayı kırmaya çalıştı. Konunun bir diğer boyutu da, isyanların gerçekleştiği California eyaletinin, Trump’ın da dahil olduğu cumhuriyetçileri ve onların adaylarını değil Demokratları desteklemeleridir. İsyanları fırsat bilen Trump yönetimi, Türkiye’de Erdoğan iktidarından da aşina olduğumuz yöntemlerle muhalif bir bölgeye ders verme hedefi güttü. Sonuçta isyan geri çekiliyor olsa da iktidar karşıtı yaygın bir halk tepkisi, ABD’de yönetimden duyulan rahatsızlığı açığa çıkardı.

Los Angeles merkezli isyan, Amerikan halkının, Black Lives Matter eylemleriyle birlikte ortaya çıkan ırkçılık karşıtı dayanışmasının bir göstergesi olarak görülebilir. Aynı zamanda o eylemlerde öğrenilen yöntemler de sürdürülüyor. Özellikle Trump yönetiminin yükselttiği sağcı söylem ve politikalar ırkçılık, göçmen düşmanlığı, kadın ve LGBTİ+ karşıtlığı gibi gerici fikirlere yaygınlık kazandırıyor. Ancak karşılığında da bir halk tepkisi gelişiyor.

Otoriter yönetimler ve gerici siyasetler devlet yönetimlerinde daha hâkim hâle geliyor olsalar da halklar, emperyalist merkezlerde dahi isyan dinamiklerini ve potansiyelini barındırıyor. Düzen, yeni ve yaygın bir rıza üretecek yönetim mekanizmalarını da anlayışını da üretmekte zorlanıyor. Bu yüzden, bir tepki olarak halk isyanlarının dünyanın her yerinde gelişeceğini öngörmek gerekiyor. Bu tepkileri örgütlemek, ilerletmek ve bir irade hâline getirmek ise emekten yana, devrimci bir siyasetin konusu.

Kılavuz’da Bu Hafta

Gordion’un Düğümü Nerede? Asgari Ücret, Sermaye Fraksiyonları ve Bürokrasi – Ahmet Gire

İşçi sınıfının politik ve ekonomik çıkarlarını savunan örgütlerin güçsüzlüğü gerçek bir veri olsa da bugünkü politik kavgada kendi çıkarını muhalefetin iktidar programına karşı dayatabilecek gücü örgütlemesi zor değildir, çünkü bugün tarihin tekerinin dönme hızının arttığı bir konjonktürden geçiyoruz. AKP iktidarı, Şimşek programının borçlanma kanallarının yeniden açılmasına izin vereceği zamana kadar işçilerin alım gücünü düşürmeye devam edecek ve bugün yaşanılan kayıpların bir telafisi olmayacak. Her toplu iş sözleşmesi süreci, işçilerin mobilize olduğu bir atmosfer doğuruyor. Ancak, Saraçhane sürecinde de görüldüğü üzere, sendikaların ve sosyalist örgütlerin CHP’ye verdiği koşulsuz destek yüzünden işçiler, muhalefet için de çıkarları kriz karşısında ilk kurban edilecek kesim olarak cepte görülüyor.

Yarım Kalan Gezi, Süregelen Direniş – Metehan Akman

Devletin, toplumun ezici çoğunluğundan kendi varlığını olumlayacak bir desteği bulabildiği -ne kadar tırpanlanmış olurs olsun- anayasal bir düzende, biçimsel olarak reformculuğun sınırlarında dolaşan, ancak özünde devrimci bir ideolojik formasyonu üretip yaygınlaştıran bir siyaset tarzı, bugün hâlâ doldurulamamış bir boşluk. Gezi’nin ihtiyaç duyduğu, ancak yaratılamamış olan, budur. Hamasi geliyorsa; gençlik siyasetinden kadın mücadelesine, Kürt sorununun çözümünden sendikal örgütlenme önündeki engellerin kaldırılmasına kadar farklı mücadele başlıklarında sosyalistlerin, kendi perspektiflerini yansıtan, talepler içeren, mütevazı da olsa iddialı ve ikna edici bir hareketi örmeleri, mümkün değil midir? Artık ikinci Gezi’yi geçtik, “ikinci Saraçhane” gerçekleştiğinde, konu mankeni olarak değil, bu taleplerin taşıyıcısı ve talepleri taşıyan toplumsal kesimlerin temsilcisi olarak alanda bulunmaları mümkün değil midir?

Bu sorulara olumsuz cevap veriliyorsa, bir Gezi değil, bin Gezi de yaşansa herhalde buradan sosyalist siyaseti özgün varoluşuyla kitleselleştirecek bir yol çizilemeyecektir.

Total
0
Shares
Önceki makale

Yarım kalan Gezi, süregelen direniş

Sonraki makale
Zeytin savunucuları

Çorba yasa teklifi ne anlatıyor?

İlgili Gönderiler