Türkiye’de iktidarın sınırlı kapasitesi, çözüm süreci ve hukuksuzluk rejimi

Bundan yaklaşık üç hafta önce, Mümtaz’er Türköne’nin kamuoyunda geniş yankı uyandıran bir röportajı yayımlandı. Türköne, bu röportajında diyalog sürecinin ancak ve ancak devlet iktidarının hukukla sıkı sıkıya denetlendiği bir siyasal ortamda mümkün olabileceğini söylüyor. Suriye’deki yeni rejimde Kürtlerin güçlü konumu, İsrail’in Filistinlilere yönelik devam ettirdiği soykırım ve Suriye’de artan saldırganlığı, bunun yanı sıra İran’ın ABD emperyalizminin yeni yıkım hedefi olması gibi bölgede belirsizlik yaratan faktörler, Türkiye’yi de en yakıcı sorunu olan Kürt sorununu çözmek için diyalog süreci yürütmeye zorluyor. Türköne’ye göre bu durum, bir seçimden ziyade zorunluluk olsa da bu zorunluluğun gereklerinin yerine getirilmesi için hukukla keskin biçimde sınırlandırılmış bir iktidar gerek.

Türköne, Türkiye’de devletin herhangi bir metinle sınırlanmadığını kabul ediyor etmesine, fakat bunun sermayeye ormanları katlederek istediği gibi maden sahası arayabilmekten işçileri ölümüne çalıştırmaya kadar uzanan geniş bir hareket alanı açtığından elbette bahsetmiyor. Hukuk sorunu bir anda kurum sorununa dönüşüyor ve toplumsal muhalefet, siyaset arenasından siliniveriyor. Bu çerçevede, güç ilişkileri sınıfsal değil, o sınıflar üzerine yükselen devlet kurumları arasındaymış gibi görünüyor. Yani Marksizmin, doğumundan beri bertaraf etmeye çalıştığı, “şeylerin baş aşağı tutulması” biçimindeki ideoloji tekrardan vücut buluyor.

Böylece Devlet Bahçeli, Saraçhane önünde toplanmış milyonlarca kişiden daha etkili oluveriyor. Bu mantık, bizi toplumsal muhalefetin pasifize edilmesine götürür çünkü bu mantığa göre tüm siyaset, bunca protestoya rağmen elitler arası pazarlıklardan ibaretmiş ve kitleler yalnızca kullanılıp atılan piyonlarmış gibi algılanmaktadır. Analizin ideolojik ve politik çarpıtmasının, bugüne dair siyasal anlamı buradadır. Bu durum, İBB’ye ve CHP’ye kayyumu toplum değil de Bahçeli önlemiş gibi anlatmasından da bellidir.

Ancak başka açılardan Türköne’nin söylediklerinde haklılık payı var. İktidarı diyalog masasına oturtan silah gücüyse, bu silahlı güçler kendilerini tasfiye ettiğinde sürecin sağlıklı devam ettirilebilmesinin garantisini kim verecek? Dünyada benzer birçok diyalog sürecinde silahlı güçler masaya silahsız oturtulduklarında, süreç elinde silahla kalan tarafından bozuldu. Hele ki 7 Haziran seçimleri sonrasında Erdoğan’ın çözüm sürecini kendi iktidarının sürekliliğine tehdit olarak görmesinin ve anlaşma zeminini tek taraflı bozmasının (süreci bitiren Ceylanpınar’daki dava faili meçhul kalmıştır) da gösterdiği gibi, güçlü bir iktidarla anlaşma masasına oturmanın riskleri var.

Bu zeminin gerek koşullarından birisi, Türkiye’nin hareketlerinin kestirilebilir olmasının sağlanmasıdır. Türköne’nin hukuk devleti dediği, anlaşma zeminini kendi çıkarı için istediği gibi manipüle etme gücünden yoksun bir iktidardır. Cumhurbaşkanlığında temsil edilen bugünün iktidarının İmamoğlu’nu tutuklamasından da anlaşılacağı gibi, diyalog sürecinde masaya oturması beklenen iktidar, güvenlik ve yargı bürokrasisine hâkimdir.

Toplumsal muhalefetin yükselttiği mücadelenin yarattığı kimi çatlaklar yüzünden ağzında bir şeyler geveleyen üst yargı ve Devlet Bahçeli’nin sözlerinin bugüne kadar muhalefete olan somut baskı açısından bir sonucu olmamıştır. 26 Nisan 2025’te İBB’ye yapılan ikinci dalga operasyonun da gösterdiği gibi iktidar, yargı-kolluk gücünü sınırsızca kullanmaya devam ediyor ve kimin ne söylediğiyle pek de ilgilenmiyor.

Burada amaç, kadim hukuk devleti tartışmalarına dalmak değil. Bu yazıda tartışılmak istenen, bugün bir taraftan yürütüldüğü iddia edilen diyalog sürecine paralel olarak işleyen baskı rejiminin bir arada var olmasının nasıl mümkün olduğu.

Zorun sermaye için rolü

Erdoğan ve AKP iktidarını anlamak için şuradan başlayabiliriz. Bu iktidar, geçmişte bazen ayak diremeye çalıştıkları büyük sermayenin çıkarlarını, yerel seçimlerde önemli bütün belediyeleri kaybetme pahasına savunmaya girişmiştir. Şimşek programında kristalleşen bu çıkarlar, Erdoğan’ın geçmişte sıkça kullandığı sosyal politika, yardım vb. rıza üretme mekanizmalarının artık tamamen devre dışı kalmasına neden olmuştur. Bunun yarattığı rıza açığı, zorun gündelik hayatta daha aktif kullanılması suretiyle kapatılmaya çalışılıyor.

Bugün iktidar halkın mülkiyetine çökerken de doğayı öldürüp paraya çevirirken de çocuk, erkek, kadın, genç, yaşlı demeden işçileri öldürüp sermaye sahiplerini zenginleştirirken de elinde tuttuğu yargı ve kolluk gücünü kullanıyor. Bir yanda sınırsız bir yanda cezasızlık (iç organları çalınıp yakılarak öldürülen Afgan işçi Nourtani’nin katilleri beş yıl sekiz ay hapis cezası aldı), diğer yanda ise iktidara yönelik en ufak bir eleştirinin tutuklulukla cezalandırıldığı bir düzlem. Öyle ki, tüm hukuk ve yargı mekanizması, iktidar ve dolayısıyla sermayenin çıkarını korumak için gündelik yaşamın her alanına sirayet etmiş durumda.

Çözüm sürecinin bu koşullar altında tartışıldığı unutulmamalıdır. Bugünkü hukuk rejimi, sadece Kürtlerin baskılanması için kullanılmıyor. Sermayenin bir vampir gibi kanını emdiği tüm toplumsal kesimlerin de boyunduruk altına alınması için sıklıkla başvurulan, geçmişte ideolojik ambalajlarla sarılıp sarmalanmışken artık bu örtüye bile gereksinim duymayan bir aparat hâline gelmiş olan da mevcut hukuksuzluk rejimidir. Soru şu: Bugün çözüm süreci için, Türköne’nin bahsettiği gibi, devletin hukukla sınırlandırılmasının imkânı var mı?

Kürt sorunu, ülke sınırlarını aşan boyutlara sahiptir ve Türkiye sermayesinin bölgedeki çıkarlarının korunması, aynı zamanda Türkiye’nin güttüğü yayılmacı amaçlar için de çözülmesi gereken bir unsurdur. Ancak bu sorun, kapitalist Türkiye devletine dışsal değil içsel bir sorundur ve ülke sathında da radikal dönüşümler gerektirir. Buradaki açmaz şudur ki; Türkiye sermayesinin dışsal çıkarları için Kürtlerle işbirliğini sağlayacak bir barışa ihtiyaç duyulurken, içeride işçi sınıfına hukuki açıdan sınırlandırılmayan bir şiddetle boyun eğdirilmesi gerekiyor. Bu barış yalnızca dışarda sağlanabilseydi, Türkiye devleti ve sermayesi için her şey çok daha kolay olabilirdi. Ancak Kürt sorununun, Türkiye’yi de içine almakla birlikte, onu aşan boyutu bunu imkânsız kılıyor.

Bunun mevcut iktidar ve sermaye için yarattığı sıkıntılar, Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında bile anlaşılabilir. 12 Mart muhtırasının generallerinden Memduh Tağmaç şöyle demişti: “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı, önünü kesmek gerekir.” Türkiye’de kentli işçi sınıfı daha doğar doğmaz politik bir mevzi tutmaya başladı. Türkiye’nin 1960-80 arası deneyimi, TÜSİAD başta olmak üzere sermaye sınıfının tamamının hâlâ aklındadır.

Sermaye, emeğin karşısında kendi çıkarının iktidar tarafından hâlâ temsil ediliyor olmasından memnundur. İktidar değişikliği, emek karşısında inşa edilmiş zor gücünde teklemeye sebep olabilir. Toplumsal mobilizasyonun bu denli arttığı bir Türkiye’de baskı mekanizmasının zayıflaması, sermaye adına önemli bir risk yaratır. Kanal İstanbul’un inşa edilmesinin engellenmesine yönelen bir toplumsal mobilizasyon, Kaz Dağları’nın geri alınması için verilen mücadeleyi güçlendirebilir. İşini yaptığı için tutuklanan belediye personelinin maruz bırakıldığı hukuksuzluğa yönelmiş güçlü bir itiraz, sermayenin kârlılık için umursamadığı önlemlerden doğan iş cinayetlerine karşı işçiler tarafından yürütülen mücadelenin meşru zeminini kamuoyunda daha da geniş kesimlere yayabilir. Sermayenin ulaştığı çok yüksek kâr oranları, ancak ve ancak devlet zorunun aktif olarak kullanılması yoluyla korunabilir. Bugün Koç ve Sabancı ailelerinin boykot edilen kahve zinciri sahipleriyle ve iktidar ortaklarıyla verdikleri pozlara bu yüzden şaşırmaya gerek yok!

Mevcut iktidarın verdiği garantiler düşünüldüğünde, namzet CHP bile olsa, iktidar değişikliği sermayenin kabullenebileceği bir durum değil. Kaldı ki ABD emperyalizminin İran’da bir cephe açmayı gündemine aldığı, Suriye’nin yeniden inşasında Türkiye’nin sırtını sıvazladığı günümüzde, Türkiye’nin ve başka ülkelerin topraklarında gezen zor gücünün kışlalara ve karakollara geri sokulması, toplumsal muhalefetin doğrudan özne ve güç olmadığı durumlarda mümkün görünmüyor. İktidar içi çatlaklar, toplumsal muhalefetin gücü arttıkça görünür hâle gelse de bu çatlakların bir kopuşa neden olmasının önünde Türkiye sermaye sınıfının ve emperyalizmin çıkarları var. Muhalefet, adını açık açık meydanlarda koyamasa da bugün sermaye sınıfının dışında kalan toplumsal kesimler hem sermayeye hem de ABD emperyalizminin saldırganlığına karşı mücadele ediyor. Ya da şöyle diyelim: Mücadelenin ana hattı bu zemin olmadığı takdirde, geniş toplumsal kesimlerin elde edebileceği bir kazanım yoktur.

CHP’nin gücünün kaynağı, bugün her çağrısına eşlik eden yüz binlerce insan. Bu insanlar, maruz kaldıkları eşitsizlik ve adaletsizliklere isyan ediyor ve bu isyanlar devletin, sermayenin ve emperyal güçlerin (İmamoğlu’nun X hesabı dahi kapatıldı) birleşik müdahalelerine rağmen bastırılamıyor. Bu eşitsizliklerin kazanan tarafları göreli bir blok olarak hareket ettikçe, ezilenler de alanlarda birleşiyorlar. Bu eşitsizliklere karşı mücadele barış talebini de kapsayacak kadar genişlediği takdirde, hakiki bir barış olma olasılığının muazzam bir potansiyele ulaşacağını söyleyebiliriz.

İki karpuzu bir koltuğa sığdırma çabası

Barış için devlet iktidarının elindeki zor ve baskı aygıtlarının öngörülebilir yasalar aracılığıyla kullanılması zorunluluğu var. Erdoğan’ın geçmiş çözüm sürecindeki tavrı, bir yandan diyalog süreci işlerken, diğer yandan DEM Parti belediyelerine kayyum atamalarının devam etmesi gibi faktörler, barış masasından çıkacak anlaşmaya nasıl güvenilebileceği sorusunun henüz yanıtlanamamış olduğunu gösteriyor.

Erdoğan iktidarı, masayı her an yıkabilme kudretini elinde tutmak isteyecektir. Kendi iktidarının sürekliliği için ülke içinde ve dışında girdiği maceralar şöyle bir hatırlandığında -örneğin Rus taarruz uçağını düşürüp hiç kullanılmamak üzere 2 buçuk milyar dolara S-400 almak- kendisini sınırlayacak bir hukuk rejimini kabul etmeyeceğini söylemek için büyük bir öngörü yeteneği gerekmiyor. Mevcut hukuk rejimi, sadece Erdoğan’ın şahsi iktidarı için değil, sermayenin doruğa ulaşmış kazançlarının sürekliliği için de vazgeçilmezdir.

Görüldüğü gibi, madalyonun diğer yüzünde hızla yoksullaştırılmış ve kamu bütçesinin artan oranlarla sermayeye tahsil edilmesinden dolayı toplumsal güvencelerden de yoksun bırakılmış bir işçi sınıfının, demokratikleşen bir Türkiye’de zorla tıkanmış kanalları birer birer açma potansiyeli vardır.

Baskıyla ve zorla yüksek tutulan sömürü oranlarına karşı işçi sınıfının yükselteceği mücadelenin filizlenmeden kontrol altına alınabilmesi, doğal varlıkların sermayeye kaynak olarak transfer edilebilmesi, rezerv alan gibi bireysel mülklerin acele kamulaştırılabilmesi ve aynı zamanda iktidarın kamu bütçesini kendisine olan yakınlık derecesiyle orantılı olarak sermayeye dağıtmaya devam edebilmesi, toplumsal muhalefetin sıkı sıkıya denetim altına alınmasını gerektiriyor. İktidar, bir yandan işçi sınıfına zorla yoksulluğu dayatıp, işçilerin çocuklarını MESEM’lerde ve savaşlarda ölüme yollayıp, kadınların doğumlarından LGBTİ+ bireylerin aşklarına kadar her şeye karışıp bir yandan da hukuki zeminde bir diyalog süreci yürütebilir mi?

Bu soruların yanıtı, elbette iktidarın kendi zihninde çizdiği “barış” mefhumunun yerine, mücadelelerle gün geçtikçe daha görünür hâle gelen birçok farklı taleple hemhal kılınmış bir barış talebinin toplumsal özneler tarafından inşa edilmesiyle verilecektir. İktidara süreç içinde ikircikli davranma kabiliyetini veren, hem barışın kendisinin bir toplumsal talep olarak örgütlenememiş olması hem de “barış” kavramının sadece askerî anlamına indirgenerek toplumsal taleplerle bağının koparılmış olmasıdır. 3 Mayıs 2025 günü yitirdiğimiz, halkların Sırrı Abi’si Sırrı Süreyya Önder’in kastettiği barışın böyle bir barış olmadığını biliyoruz. Her olayı siyasal elitler arasındaki çatışma, her anlaşmayı da masa başında yapılabilecek bir prosedür olarak görenlerin karşısında, bütün ezilenler için ancak mücadeleyle elde edilebilecek olan onurlu bir barışı inşa etmek zorundayız.

Total
0
Shares
Önceki makale

Sosyalist solda üç eğilim ve birlik tartışması

Sonraki makale

PKK kongre topladığını duyurdu: Şimdi ne olacak?

İlgili Gönderiler