Kızıl siyaseti savunmak – II

Komünist hareketin bağımsız bir hat izlemesi gerektiği, hemen her koşulda vurgulanmaktadır; ancak bunun hangi temellerde gerçekleşeceği, referans noktalarının ne olacağı üzerine bir tartışma da yapmak gerekmektedir. Bir önceki yazımızda, ulusalcılık ekseninde yaratılan kirliliğe kısmen değinmiştik. Bu yazıda ise 2000’li yılların başından itibaren gündemimize giren, anayasa referandumu ile hız kazanan, gezi sürecinden sonra ise neredeyse tüm sola sirayet eden sinsi düşman liberalizm ve bunun sonuçlarından bahsedeceğiz.

Bu yazıların amacı, bir kuruluşun arifesinde proleter devrimciliğin bu coğrafyada örgütsel bağımsızlık temelinde tekrar hayat bulmasının yollarını aramaktır.

Öncelikle, tarihsel arka plana çok fazla eğilmeden, 2000 öncesine, yani ülkemizde neoliberalizmin geliştiği döneme kısaca değinmekte fayda var.

1970’li yıllarda dünyada ithalat yerine ihracatı önceleyen bir sermaye birikim modeline geçiş yapıldı. Sermayenin örgütlenme ve birikim modellerindeki bu değişim, Türkiye’ye 1980 yılında 24 Ocak kararlarıyla yansımaya başladı. Sınıf hareketi, toplumsal muhalefet ve komünist mücadelenin örgütlülüğü, bu kararların memlekette vücut bulmasını geciktirdi. Sınıf siyasetinin gücü nedeniyle sermaye orduyu göreve çağırdı ve 12 Eylül Darbesi gerçekleşti. Darbe, toplumdaki dönüşümün sermaye lehine gerçekleşmesi için, daha doğrusu 24 Ocak kararlarının uygulanması için komünist harekete, toplumsal muhalefete ve sınıf siyasetine karşı gerçekleştirildi. Neoliberal dönüşümün yalnızca ekonomiyle sınırlı kalmaması, bunun toplumsal kültüre de uzanması için Murat Belge, 1984 yılında Yeni Gündem isimli dergiyi çıkarmaya başladı. Tabii solun yeniden toparlanması, madenci direnişleri ve Bahar Eylemleri bu liberal dalganın solda etki bulmasının önüne geçti.

1990’lardan itibaren, Türkiye’de bazı sosyalist çevreler kapitalizmi yıkıp sosyalist iktidarı kurmayı hedeflemek yerine onunla uzlaşan bir tavır aldı. Bu süreçte, özelleştirmeleri ve piyasa ekonomisini karşısına almayan, ancak sosyal adalet ve devletin düzenleyici rolünü savunan yaklaşımlar öne çıktı. Cumhuriyet’in kurucusu olan burjuva aktör CHP, 1990’lardan itibaren sosyal demokrasi çizgisine daha fazla yakınlaştı. Deniz Baykal dönemiyle birlikte serbest piyasa ekonomisine politik olarak mesafeli olsa da onun mantığıyla yoğrulmuş bir politika benimsendi. 2001 sonrası dönemde, Kemal Derviş’in IMF destekli reformları, CHP içinde önemli destek gördü. CHP’nin serbest piyasacılığı ise yaklaşık 25 senedir kendi kitlesiyle gerilimli bir ilişki ortaya çıkarmıştır.

1996’da kurulan ÖDP, klasik Marksist devrimci çizgi yerine, “yenilenmiş sosyalizm” fikrine yöneldi. Avrupa solunun referanslarıyla hareket etmesi “küreselleşme” güzellemesi yapmasına, “Emeğin Avrupa’sı” gibi kavramların solda kendisine yer bulmasına yol açtı. Hepsinin de merkezinde devrim ve sosyalizm fikrinden kopuşun muazzam bir etkisi olduğu aşikârdır. ÖDP’nin yarattığı dönüşüm ve deformasyon, sonraki dönemde de devam etti. Liberalizm, artık sol içerisinde vücut bulmuştu. THKO geleneğinin takipçisi Evrensel gazetesi ve çevresi dahi, sosyalist bir yayın çizgisine sahip olmasına rağmen, zaman zaman devletçiliğin sorgulanması ve piyasa ekonomisinin kaçınılmazlığı konularında tartışmalar yürüttü.

Kuruçeşme Toplantıları, 1990-1991 yıllarında İstanbul Kuruçeşme’de düzenlenen ve Türkiye’de liberal dönüşümün güçlenmesinde önemli etkisi olan bir tartışma dizisiydi. Yeni Forum dergisi ve Liberal Düşünce Topluluğu öncülüğünde yapılan bu toplantılarda, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra sosyalizmin artık geçerli bir model olmadığı, kapitalizmin alternatifsizliği ve serbest piyasanın kaçınılmaz olduğu fikri öne çıktı. Türkiye’de solun eski devletçi reflekslerinden sıyrılması ve liberal demokrasiye yönelmesi gerektiği savunuldu. Demokrasi, bireysel özgürlükler gibi kavramlar kullanılarak sosyalizm karşıtı propaganda yapıldı, kapitalizm yüceltildi. Kuruçeşme’de parlatılan, sonraki süreçte de solu zehirleyen Murat Belge, Altan kardeşler, Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Halil Berktay gibi isimler ihtiyaca göre aparat olarak görevlerini yerine getirdiler, getiriyorlar.

12 Eylül’ün yarattığı tahribat, komünist hareketin de nispeten güç kaybetmesinin neticesinde, hızlı bir biçimde tüm topluma yayıldı. Sendikal mücadele de bundan nasibini aldı. İşçilerin ilk örgütü olan sendikaların büyük bir bölümü artık düzen siyasetine entegre olmuştu ve örgütlülüğü de buna bağlı olarak giderek azalmaktaydı. 28 Şubat sürecindeki gerilim noktaları, ekonomik kriz ve depremin etkilerinin yönetilememesi, Türkiye’de AKP iktidarının kurulduğu koşulların belirleyici unsurlarıydı.

Türkiye’nin AKP serüveni

AKP iktidarı, neoliberal dönüşümün ürünüdür. Sırtını da bu iktisadi-kültürel temellere dayamaktadır. AKP’nin kurulma, kurumsallaşma ve nihayet iktidar olma süreçlerinde liberaller, İslamcılarla beraber sahne almışlardır. Türkiye’de liberalizm, her dönem gericilikle iç içedir. AKP iktidarından yaklaşık 10 yıl önce Murat Belge, Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibi isimler; Tansu Çiller’i “siyasetteki erkek egemenliğine karşı oluşturulan kadın profili”, Avrupa Birliği ve gümrük birliği savunusu, en temelde de Amerikancılığı üzerinden parlatmaya çalışmışlardı. Aynı isimler, AKP’yi de, kuruluşunda olduğu gibi 2010 referandumu ve sonrasındaki süreçte de desteklemişlerdir. 2002 seçimlerinden hemen önce, seçime girecek bütün partilerin amblemlerini, bayraklarını maviye boyamalarının sebebi, yine aynı Avrupa Birliği yanlısı liberallerin “özgürlük” açılımlarıdır. AKP’nin kurumsallaştığı ve burjuva siyasetinde farklı burjuva klikleri etkisizleştirmeye başladığı 2010 referandumu süreci ve sonrasında, bu isimlere verilen roller çok daha önemli hâle gelmişti.

Sol, vicdandır. Yönelimleri ve tercihleri yıllar boyunca sağcı olsa bile, bir halkı etkilemenin en temel yolu, insanların vicdanlarına seslenmektir. Sağcı iktidarlar, hatta faşistler, temelde kimi sol değerleri propaganda ederek meşruluklarını sağlamıştır. Yeni anayasa süreciyle beraber “darbecilerin yargılanması”, “demokrasinin inşa edilmesi”, “bürokrasinin kırılması” gibi kimi talepler, bu temelde liberaller aracılığıyla halka pompalanmıştır. 2007 sonrasında Fethullahçılarla kol kola giren yaşlı liberaller, Taraf gazetesinde halk düşmanı rüştünü ispatlayan yeni liberalleri de yanlarına alarak, 2010 referandumuna ciddi bir şekilde hazırlandılar. AKP’nin otoriterleşmesinin önünü açan referandumda, “darbeye karşı 70 milyon adım”, “genç siviller” gibi devrim ve sosyalizm düşmanı yapılar oluşturulmuş ve liberaller, her dönem olduğu gibi görevlerini yerine getirmiştir. Otoriterliğe karşıtlık temelinde yan yana gelen İslamcılar ve liberaller, AKP’nin faşist yöntemleri giderek daha fazla kullandığı bir sürecin mimarlarıdır.

2010 sonrasında emek ve kadın düşmanı politikaları daha görünür hâle gelen AKP iktidarına karşı en büyük, en kitlesel başkaldırı Gezi isyanıdır.

Gezi süreci ve sonrası

Toplumda biriken öfke, 28 Mayıs 2013 tarihinde Gezi Parkı’ndan başlayarak ülkenin büyük bir bölümünde, Türkiye tarihinde benzeri yaşanmamış protestoların başlamasıyla açığa çıkmıştır. Gezi süreciyle ilgili çıkarılacak dersler, başka bir yazının konusu olsun; ancak Gezi, emekçi halk çocuklarının iktidarın polisi ve sivil faşistler tarafından katledildiği bir halk hareketidir. “Gündüz işte, gece direnişte” denilerek sınıftan ve onun üretimden gelen gücünden kaçılan, forumlara sıkıştırılmış bir tarzdan ziyade Gezi bizim için Okmeydanı, Gazi, Armutlu, 1 Mayıs Mahallesi’dir.

Gezi sonrasında ise sol içinde ciddi kafa karışıklıkları yaşandı. Gezi’de sokağa çıkan milyonlarca insanı mücadelenin bir parçasına dönüştürebilmek için kimi mücadele-eylem birlikleri kurulsa da bu birlikler, bir aşamadan sonra atıllıkları ve bileşenlerin kendi örgütsel çıkarlarını bu birlikteliklere dayatması sonucunda sona ermiştir. Sol siyaset kendi kitlesinden, yani emekçilerden her geçen gün uzaklaşmıştır.

Sınıf siyaseti ve toplumsal muhalefetin gerilediği her durumda, farklı arayışlar kendisini var eder. Mavinin herhangi bir tonunu içermeyen, beyazdan siyaha uzanan yaka rengi belirlemeleri; “daha rahat” örgütlenmek, birbirine benzeyen kültür ve gelir seviyesine ait insanlara yönelmek için kimi yapıların aracı hâline gelmiştir. Ulusalcılık, kimi yapıları bu anlamda belirleyen temel nokta olurken kimi yapılar da kimlikler üzerinden yürütülen siyasetin “tek gerçek yol” olacağı iddiasını merkezine koymuştur.

Sürekli olarak solun geriliği ve “Gezi’yi anlayamama” argümanının gündem hâline getirilmesi, sokakta var olanın sorgusuz kutsanmasına sebep olmuştur. Mahallelerden ve emekçilerden kopan sol, sokaktaki LGBTİ+ hareketini, dağlardaki çevre mücadelesini, 25 Kasım, 8 Mart gibi günlerde de kadınları daha fazla görmeye başlamıştır. Burada suçlu olan ne çevreciler, ne kadınlar ne de farklı cinsel yönelimleri olan ya da kent hakkı mücadelesi veren insanlardır. Solun sıkıntısı, yaşadığı daralmadan kendini kurtaracak nokta olarak, kendisi dışında görünür hâle gelen bu alanlarla dönüştürücü bir ilişki kuramamış olmasıdır.

2013 sonrasında sosyalizm yerine sivil toplum, emperyalizm yerine küreselleşme, sosyalist iktidar ve devrim yerine de demokratik dönüşüm terimleri hızlı bir şekilde hayatımıza girmiştir. Bu, sosyalist siyasete her alanda ciddi bir şekilde etki etmiştir. Artık AKP’nin siyaseti sıkıştırdığı alanda kadük bir AKP karşıtlığıyla iyice sesini çıkaramaz hâle gelen solun temel sorunu ise iktidar perspektifinin ve sosyalizm iddiasının silikleşmesidir. Bu kavramlara karşı sosyalist devrimci bir hegemonyanın kurulamamasının temel sebebi ise yukarıda bahsedilen kafa karışıklığıdır. “Gezi’yi anlayamayan sol”, sokakta gördüğü her şeyi mutlak doğru olarak kabul etmeye başlamıştır; çünkü çaresizdir, daralmıştır. Çıkışı da orada aramaktadır. Bundan ötürü “en feminist”, “en çevreci”, “en LGBTİ+ savunucusudur.” Yeter ki devrim ve sosyalizm olmasın!

Neoliberalizmin sonu ve yeni faşizm

Az evvel söylediğimiz gibi, burada problemi sokakta hak mücadelesi veren kişilerin pratiklerinde değil, kendi daralmışlığımızda aramak gerekmektedir. Sosyalist hareketin aktivistleri kapsaması ve devrim fikriyatında birleştirmesi gerekirken, aktivist hareketler solu kapsamakta ve yön belirlemektedir. Doğru bir şekilde örgütlenecek ve kurumsallaşacak olan, bir HES projesi ile kadınların erkek şiddetine karşı verdiği mücadeleyi devrim perspektifiyle birleştirebilen bir örgütsel mekanizmadır.

Liberalizm, net bir şekilde oportünizmin bir ifadesidir. Sol gibi görünse de sağcıdır. Komünistlerin siyaset yaparken bu sağ reflekslerle hareket etmesi de doğru değildir. Bununla beraber, mücadele dinamiktir ve değişimleri görebilen yapılar ancak mücadele içerisinde büyüyebilir. Siyaset salt “kitleselleşmek” üzerinden ele alındığında, toplumsal alandaki değişimlere bukalemun gibi adapte olmak, “büyüme” olarak görülebilir. Bu kalabalıklaşma ise sabun köpüğü gibi ilk rüzgârda dağılmaya mahkûmdur.

İşi ete kemiğe büründürmek gerekirse, pivot ayağını sınıf mücadelesine basmayan oportünist hareketler, liberalizme açık toplumsal mücadele başlıkları tarafından belirlenmeye başlar. Unutulmaması gereken en temel sorun, bu mücadele başlıklarını sınıf siyaseti ekseninde birleştirmektir; onları sınıf siyasetinin önüne, bir ihtimal yanına, “olduğu gibi” ekleme çabası değil!

15 Temmuz’un ardından sistem kendini yeniden var etme yollarını aramaya başladı. Öncesinde liberal İslamcı Fethullahçılarla kurulan ittifak, artık faşist MHP ile örgütlenmeye başladı. Sınıfın, kadınların, devrimcilerin, Kürtlerin çok daha fazla baskıya maruz kalmasına sebep olan bu faşist koalisyon, teknik olarak da bir devrin sonunun geldiğinin işaretiydi. Yeni iktidar bileşimiyle birlikte sermaye sınıfı, artık kendi ideolojisini temsil eden insanlardan oluşan bir yönetme erki yerine, patronların bakan olduğu, devleti doğrudan kendisinin yönetmeye başladığı bir sisteme kavuştu. Otel sahipleri turizm bakanı, hastane sahipleri sağlık bakanı, genelkurmay başkanı savunma bakanı, okul sahibi millî eğitim bakanı olmaya, devlet bir partinin kontrolüne daha fazla girmeye başladı. Bu durum, zaten var olan otoriterleşmenin daha da ilerlemesine yol açtı.

İşin özü şu, burjuva klikler arasındaki mücadele, bir bütün olarak işçi sınıfına fayda sağlar; ancak birbiriyle mücadele edebilecek farklı burjuva klikler değil, doğrudan tek bir büyük burjuvazi ülkeyi yönetir duruma gelmiştir. Neoliberal dönem, artık yerini daha otoriter bir kapitalizme bırakmıştır.

Neoliberal dönemin sona erdiği tespiti, solun manevra ve mücadele alanını netleştirebilmesi için kıymetlidir. Artık ülke, Gezi referanslarıyla açıklanamayacak şekilde dönüşmüştür. Kapitalizm adına yaşanan bu dönüşüm, daha sert bir dönemin kapısını aralamıştır. İktidar daha çok sağcılaştığı için sınıf mücadelesi, ulusal sorun, kadın mücadelesi gibi başlıklarda baskı daha da artmaktadır. Böyle bir dönemde ise referans noktamız hâlâ Gezi olursa, elbette hayatı da o noktadan kavramaya, mücadeleyi oradan kurmaya çalışırız.

Gezi referansının tarihsel olarak yanlışlığının dışında, iktidar mücadelesini muğlaklaştıran demokrasi kutsamaları, kimlik siyasetinin komünist mücadelenin önüne geçmesi ve amaçlaştırılması, bu bağlamda devrimciliğin değil aktivizmin yüceltilmesi, komünist hareketin yüzleşmesi gereken gerçeklerdir. Ulusal hareketin yıllardır sol ile kurduğu ilişki de, bir yönüyle, bu kimlikçiliğin sonucunda solun siyasetsiz hâle gelmesine ve eklektik bir tarza bürünmesine neden olmuştur. Ulusal hareketle omurgalı bir ilişkinin kurulamamasının sebebi, solun önceliklerini unutmasından kaynaklanmaktadır.

Bu yazıdan elbette kimlik mücadelelerini önemsizleştirme sonucu çıkmamalıdır. Ancak antikapitalist olmayan bir çevre hareketi, bir vadede sermaye ile mutlaka uzlaşır. Devrim iddiası olmayan, gözünü iktidara dikmeyen bir kadın veya LGBTİ+ mücadelesi, mutlaka bir yerde sistemle barışır hâle gelir. Örneğin, kız kardeşlik ilişkisinden ötürü Meral Akşener ile, AKP’li kadın vekillerle empati yapılır; bu da çok doğal ve normaldir. Düzen siyasetiyle uzlaşmaz bir proleter devrimci çizgi ise bu hareketleri amaçlaştırmak bir yana, onlara önderlik etmekle mükelleftir. Bu hareketlerin tamamı halk sınıfları olarak değerlendirilmeli ve siyaset buna göre şekillendirilmelidir.

Sol siyasetin Gezi’yi anlama, aktivizme omurgalı yaklaşma gibi bir problemi vardır, doğru, ama proleter devrimciliği ve sınıf siyasetini merkezine almayan bir siyasetin, “biz kimiz ki” diyecek noktaya gelmesi ne yazık ki kaçınılmazdır.

Kızıl siyaset, kirlenmekten korkmaz. Sabit ayağını sınıf mücadelesine basarken, hareketli ayağı da toplumsal mücadele alanlarının içindedir. Siyasetini korkusuzca üretir, komünist kimliğini açıklamaktan geri durmaz, sosyalist iktidar mücadelesinden taviz vermeden tüm bu toplumsal mücadele alanlarının içinde denizde balıklar gibi hareket eder.

Total
0
Shares
Önceki makale
Hasçelikler and the City

Sınıf turizmi ve işçi sınıfının kendini ifadesinin gaspı

Sonraki makale
İmamoğlu görseli

İmamoğlu, düzen ve sol: Türkiye siyasetinin iki yolu

İlgili Gönderiler