Söz meclisten dışarı, mahalleden içeri

Türkiye’de devrimci örgütlerin en güçlü olduğu dönemlere göz attığımızda iki önemli olgu karşımıza çıkar. Bunlardan birisi yerel örgütlenmeler; diğeriyse bu örgütlerin halkın, emekçilerin sorunlarını kendi siyasi hattının merkezine oturtan siyasetleridir. Mahalleler; devrimci örgütlerin halkla organik ilişkiler kurduğu, halkın sorunlarına ortak olduğu ve emekçilerin sorunlarını siyasi hattının belirleyicisi hâline getirdiği bölgelerdi. Burada geçmiş zaman kullanmamızın sebebi, içinde bulunduğumuz örgütlerin bir dönem kurtarılmış alanlar olarak gördüğümüz mahallelerin artık neredeyse tamamen çetelerin eline geçmiş olmasıdır. Bu dönüşümde, milat olarak kabul etmemek gerekse de, en önemli kırılma noktalarından birisi Gezi Direnişi’ydi.

Gezi Direnişi, devrimci örgütler için önemli bir fırsattı. Milyonlarca insanın politize olduğu, hak mücadelesine girdiği ve otoriteye baş kaldırdığı bir dönemde büyük kitleleri siyasi özne hâline getirebilmek ve devrimci mücadeleyi büyütmek için eşi benzeri olmayan bir olanak yaratmıştı.  Sol/sosyalist örgütlerin kitleselleşme deneyiminden, bu denli büyük kitleleri idare edebilecek bir örgütsel yapıdan, bu kitleselleşmeyi gerçekleştirebilecek kadrolardan ve halkın dertlerine dokunacak ideolojik formasyondan yoksun olması gibi çeşitli sebepler, kitlelerin yavaş yavaş sokaktan geri çekilmelerine ve düzen partileri tarafından kapsanmalarına sebep oldu.

Gezi Direnişi sonrasında düzenlenen forumlar da örgütlerin kitlelere yaklaşımı konusunda önemli bir olguyu ortaya koydu. Forumlarda kendi etki alanını ve kafa sayısını artırmaya çalışan örgütler, örgütsel çıkarlarını halkın çıkarlarının önüne koyarak “az olsun, bizim olsun” düsturu ile hareket etti. Gezi öncesinde ve sonrasında gerçekleşen diğer toplumsal eylemlerde de benzer bir biçimde hareket eden örgütler, devrimci sorumluluklarını unutarak yalnızca örgütlerinin üye sayısını artırma gayesi ile kitlesel tepkileri politik bir mücadele hattıyla buluşturamadılar. Bu aynı zamanda devrimci iddialara sahip örgütlerin politik hedeflerden kopmasına da yol açtı.

Gezi deneyimi sonucunda ortaya çıkan bir başka önemli olguysa sosyalist çevredeki bazı örgütlerin mahalle örgütlenmesinden, yerelleşmeden tamamen uzaklaşması ve yüzünü sadece kent merkezlerinde yaşayan, “kent emekçisi” diye tanımlanan kitleye dönmesi oldu. Gezi Direnişi’ndeki kitlenin büyük bir bölümünü oluşturan kent emekçilerinin içinde örgütlenmeyi hedefleyen örgütler, genel olarak işçi sınıfının yoksul kesimlerinden ziyade kent merkezinde yaşayan ve görece yüksek gelirli bu kesime seslenmeye başladı. Bu durum, emekçilerin genelinden ve ihtiyaçlarından uzaklaşılmasına ve mahallelerde mevzilenerek kazanılan organik ilişkilerin de kaybedilmesine sebep oldu.

Solun boşalttığı alanı çeteler dolduruyor

İçinde örgütlendiği kesimin taleplerini tüm işçi sınıfının talepleri olarak kabul eden bu siyaset biçimi, halkın bütününden kopuk hâle geldi. Mahallelerde örgütlenmeye devam eden örgütlerse, özellikle Gezi sonrasında, devletin hem zor aygıtını hem de yargı sopasını geçmişe göre çok daha yoğun biçimde kullanmasıyla daha da fazla güç kaybetmeye başladı. Ayrıca devlet, devrimci örgütlere karşı paramiliter bir güç olarak özellikle yoksul mahallelerde çeteleri kullandığı bir savaş yürüttü ve yürütmeye devam ediyor. Tüm bunlarla birlikte yerinde dönüşüm yerine mahallelerin sosyal dokusunu da değiştirmeyi hedefleyen ve arka planında büyük bir rantı barındıran kentsel dönüşüm eliyle de mahallelere müdahale edildi.

Devrimci örgütlerin gücünü kaybetmesiyle birlikte devletin yarattığı cezasızlık kültüründen güç alarak mahallelerdeki boşlukları dolduran çeteler, bu mahallelerde yozlaşmanın da öncüsü oldu. Ekonomik sorunlar, geleceksizlik, kültürel alanların ve olanakların daraltılması gibi nedenlerle bir kolay para kazanma ve hızlı zenginleşme yöntemi olarak kumar ve uyuşturucu, mahallelerde hızla yaygınlaştı. Uyuşturucu, hem hayatı yoksullukla yoğrulmuş gençleri içinde bulundukları acımasız gerçeklikten uzaklaştırıyor hem de kötü koşullarda uzun süre çalışabilmeleri için gerekli enerjiyi temin etmelerini sağlıyor. Çeteler eliyle devrimcilerin öldürülmesi, yoksul mahallelerin çetelerin uyuşturucu dağıtım merkezi hâline gelmesi ve devletin hem kumar hem de uyuşturucu konusunda bu çetelerin önünü açması, bir zamanlar devrimcilerin kurtarılmış bölgeleri olan mahallelerin, çetelerin çatışma alanına dönüşmesine sebep oldu. Halkın ve mahalle esnafının can ve mal güvenliği de böylelikle ortadan kalktı.

Tam da bu sebeplerle; Türkiye sosyalist hareketinin etkisini yitirdiği mahallelerde güç kazanan gerici unsurları, bunların uygulamalarını ve bu durumun mahalleler üzerindeki etkilerini konuşmamız gerekiyor. Devrimci hareketin gücünün ülke çapında zayıflamasıyla birlikte halk nezdinde yarattığı karşılık da hâliyle geriledi. Oluşan yeni durumda, mahallelerde halk gerici unsurların etkisi altına girdi ve pek çok örnekte gördüğümüz gibi mahallelerdeki özellikle genç kesim, hatta bir dönem devrimci örgütlerde mücadele etmiş kişiler bu çetelerin parçası hâline geldi.

Kumarı ve uyuşturucuyu kullanarak devrimci kimliğiyle bilinen mahallelerde örgütlenen çeteler, devletin kendilerine arka çıkmasından ve yaratılan cezasızlık kültüründen güç almıştır. Bu cezasızlığın en önemli sebebi ise, Sinan Ateş davasında azmettirici sıfatıyla yargılanan Doğukan Çep’in ifadelerinde de ortaya çıktığı gibi, bu çetelerin devrimci örgütlere karşı paramiliter bir kuvvet olarak kullanılabilmesidir. Devrimcilere karşı bir aparat olarak kullanılan halk düşmanları, yıllarca lüks hayatlar yaşamış ve herhangi bir cezai yaptırımla karşı karşıya kalmamıştır. Hasan Ferit Gedik’in katili Doğukan Çep, bu cezasızlığın ve devrimcilere yönelik şiddete teşviğin vücut bulmuş hâllerinden yalnızca birisidir.

Bir uyuşturucu pazarı olarak yoksul mahalleler

Halk düşmanlığını ve çeteciliği destekleyen bu düzen içinde kolayca büyüyüp genişleme şansı bulan çeteler devasa büyüklükte maddi olanaklara sahip olmuş, paranın takibi de mümkün olmadığı için illegal bir rant kapısı oluşmuştur. Köklü ve büyük ailelerin de içinde bulunduğu bilinen bu ağ, aynı zamanda büyük bir istihdam alanı hâline gelmiştir. Bu duruma karşı gelişen bireysel ya da kolektif çabalara karşı ise çeteler, kendi zor aygıtlarını kullanmaktan ne geçmişte ne de günümüzde imtina etmektedir.

Belli mahalleler serbest alanlara dönüşmüş ve şehrin geri kalanına uyuşturucu temin edilen merkezler hâline gelmiştir. Günümüzün ekonomik problemleri, mahalle içinde sosyal ve kültürel etkinliklerin hem maddi hem de mekânsal yoksunluklardan dolayı yapılamaz hâle gelmesi, geleceksizlikle sınanmak gibi nedenlerle özellikle gençler arasında uyuşturucu bağımlılığı artmış ve bunun bir sonucu olarak mahallelinin güvenliği tehdit altına girmiş, bağımlı kişilerin suça sürüklenme oranları artmıştır. Uyuşturucu, yalnızca kullanan kişileri ve ailelerini değil, toplum sağlığını da etkileyen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bağımlı bireylerin gerçeklikten, gündelik sorunlardan ve bunun sonucunda güncel siyasetten kopmaları, dışarıda akıp giden hayattan izole bir yaşam sürdürmelerine yol açmaktadır. Yine bu yoksul mahallelerde çetelerin üye kazanmak için mahalle gençlerine yönelmesi de var olan hayat pahalılığı ve geleceksizlikten dolayı kolaylaşmıştır. Bu mahalleler, çeteler için bir iş gücü havuzu hâline dönüşmüştür.

Mahallelerde çetelerin gücüne güç kattığı, mahallelilerin mal ve can güvenliğinin kalmadığı, mahalle dayanışmasının imkânsız hâle geldiği, “her koyun kendi bacağından asılır” söyleminin herkese aşılandığı, insanlar için yalnızca mutsuzluk üreten bu sistemin çelişkilerinin görünmez kılındığı bir gerçeklik oluştur. Böyle bir tablonun sonucu ise devrimci kültürün iyiden iyiye etkisini yitirmesi oldu. Boş kalan bu alanlarda, madde bağımlısı gençlerin çeşitli tarikat ve cemaatlerce “tedavi” adı altında himaye altına alındığı ve bu yapılara mürit/tetikçi olması amacıyla yetiştirildiği trajik örnekler de yaşandı. Saptayabildiğimiz tüm bu sebeplerden dolayı, devrimcilerin nazarında uyuşturucu satıcılığı açıkça halka karşı işlenmiş bir suç olarak nitelendirilmeli ve yaratılabilecek en geniş halk örgütlenmesiyle birlikte mücadele edilerek mahkûm edilecek bir olgu hâline getirilmelidir.

Topyekûn saldırı: Kumar, bahis ve kentsel dönüşüm

Mahallelere hâkim olan bu çetelerin ve çete düzeninin kullandığı bir başka aygıt da dijital ve fiziksel olarak karşımıza çıkan kumardır. Özellikle yoksul mahallelerdeki sosyalleşme alanlarından birisi olan kahvehanelerin rüşvet yoluyla müsaade alınarak küçük çaplı kumarhanelere dönüştürülmesi, son yıllarda sıkça rastladığımız bir durum. Kapitalizmin yol açtığı hayat pahalılığı ve çoğu iş kolunda işçilerin insanca bir yaşam sürmelerini sağlamaktan uzak ücretler karşılığında çalışmaları gibi nedenler, halkımızın bir kolay para kazanma ve hızlı zenginleşme yöntemi olarak kumara yönelmesinin önünü açmakta. Bu tür kolay para kazanma yollarının bağımlılık hâline gelmesi, kişilerin giderek büyüyen bir kumar borcuna batmasına ve ellerindeki gayrimenkul, araba gibi malları da satarak mülksüzleşmelerine yol açmaktadır. Uyuşturucuya olduğu gibi kumara da bireysel değil toplumsal bir ölçekten bakmak, kişilerin karşılayamadığı borç yükünün yalnızca onları değil tüm sosyal çevrelerini etkilediğini görmek elzem. Kumar borcu nedeniyle çetelere katılan ya da yaşamına son veren onlarca kişi, yakın geçmişte görülmüştür.

Son yıllarda dijital kumarın yaygınlaşması ile birlikte yasa dışı bahis siteleri de gençlerin hayata bakışını ciddi anlamda etkilemiş ve kumar alışkanlığının genç kuşaklarda yaygınlaşmasının önünü açmıştır. Buna ek olarak, farklı sosyal kesimlerin omuz omuza olduğu, benzer duyguları paylaştığı ve Gezi’de gördüğümüz gibi çeşitli politik gündemlerde dayanışabildiği ve tepkilerini ortaya koyduğu tribünler de hem mafyatik yapılar hem de bahis kültürüyle ele geçirilmiş, özellikle futbola ve basketbola has tribün kültürü yavaş yavaş yok edilerek bu alanlar yoksul halka neredeyse tamamen kapatılmıştır.

Gezi’de de tribün kültürünün büyük kitleler arasındaki farklılıkları ortadan kaldırabildiğini gözlemlemiştik. Tribün grupları özellikle İstanbul’da süren eylemler boyunca kurulan barikatlarda yan yana gelmiş; Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarlarının siyasal iktidara karşı koyan dinamiği, “İstanbul United” adını alarak bir kent efsanesine dönüşmüştü. Bu isyanda, Beşiktaş’ın tüm sosyal olaylarda açmış olduğu pankartlar ve yaptığı eylemlerle dikkat çeken tribün grubu Çarşı, kalabalık yürüyüş gruplarıyla eylemlere dahil olarak Beşiktaş’ta süren çatışmalarda aktif bir rol üstlendi. Eylemlerdeki ağırlığı sebebiyle cezalandırılmak istenen Çarşı’nın liderleri de Gezi iddianamesine dahil edilerek darbe yapmak iddiası ile yargılandı. Tribün gruplarının Gezi’deki rolünün, Güney Amerikalı devrimcilerin hafızamızın bir köşesinde yer tutan “futbol, sadece futbol değildir” sözünü doğruladığını söyleyebiliriz. Çarşı’yı hedef alan ve tüm tribünlere gözdağı veren devlet, Passolig sistemiyle tribünleri kontrol altına almaya çalışmış ve tüm topluma uyguladığı baskı politikasını bu alanda da pekiştirmiştir.

Bu dönemde, mahallelerimizin yapısını etkileyen bir diğer önemli faktör de sözde “kentsel dönüşüm” uygulamaları olmuştur. Devlet tarafından arka çıkılan müteahhitler eliyle pek çok yerde halkın mülküne çeşitli yollarla el konulmuş, tehdit ve şiddet yeni normal hâline gelmiştir. Uygulanan kentsel dönüşüm modelinde konut, insanın temel ihtiyacı olan barınma hakkını karşılamak için değil; kâr edilmesi gereken bir meta olarak görülmüş ve zenginleşme aracı olarak kullanılmıştır.

Mahalle kültürünün ve dayanışmanın yok edilmeye çalışıldığı; mahallelerin dokusunun, sosyokültürel ve demografik yapılarının değiştirilmeye çalışıldığı son derece açıktır. Son dönemde değiştirilen Rezerv Alan Yasası ve kentsel dönüşüm alanlarındaki uygulamalar da halkı mülksüzleştirme çabasının açık göstergeleridir. Siyasi iktidar, yaşam alanlarını düzenlemek ve yoksulları zenginler için yeniden yarattığı mahallelerden kovmak amacıyla Osmanlı dönemi iskân politikalarına benzer uygulamalara başvuruyor. Devrimcilerin müdahale ettiği ya da desteğini gösterdiği mahallelerde hâlâ irili ufaklı direniş örnekleri görülse de önümüzdeki süreçte barınma sorununa yaklaşımımızı ve sermaye iktidarının sosyal mühendislik çabalarına karşı duruşumuzu daha güçlü biçimde göstermeliyiz.

Ne yapmalı?

Türkiye sosyalist hareketi, kapitalizmin ve emperyalizmin bu denli rakipsiz göründüğü, devletin her alanda halka ve devrimcilere saldırdığı bir zaman diliminde uzun süredir halktan ve birbirinden kopuk durumda. Yoldaşlık ve devrimci dayanışma kavramlarının içi boşaltılmış durumda ve kapitalizmin baskısı her gün artmakta. Devrimci sorumluluk ise var olanı yalnızca eleştirmeyi değil aynı zamanda çözüm önerisi getirmeyi de gerektirmektedir. Yazının bu bölümünde, olası çözüm önerilerini tartışmaya çalışacağız.

Türkiye sosyalist hareketi yerel örgütleriyle, ilişki içinde oldukları kurum ve kuruluşlarla birlikte tüm yerelliklerde halk meclisleri kurmalı ve halkla ilişkilerini güçlendirmeli. Bu meclislerin ya da kurulacak yapının adının önemi olmamakla birlikte, temel işlevi halkın siyasi bir özne hâline gelmesi halka kendi sorunlarını ancak kendi örgütlü gücüyle çözebileceğini göstermesi olmalı. Devrimci yapılar halkın çözüm için geldiği, talepleri doğrultusunda mücadele etmek için kullandığı ve bir parçası hâline geldiği araçlara dönüşmeli. Ayrıca halktan bağımsız, tek karar verici merciymiş gibi hareket etme huyundan vazgeçmeli.

Devrimci bireyler gibi devrimci örgütlerin de bulundukları alanları devrimcileştirme görevi vardır. Bu nedenle, örgütlü oldukları ya da örgütlenmeye çalıştıkları yerlerde halkı siyasi bir özne hâline getirmek, insanlara fikirlerini sunabileceği alanlar yaratmak ve dayanışma kültürünü yaratmak devrimci bir sorumluluk olarak ele alınmalıdır. Devrimci örgütler, grevlerde ya da toplumsal olaylarda işin içine sonradan dahil olan ve yalnızca var olan bir hareketi destekleyen konumundan çıkmak ve bu mücadeleleri örgütleyen aktörler olmak için çabalamak zorunda. Halktan kopuk, Gezi sonrasında olduğu gibi işçi sınıfının yalnızca bir bölümüne yüzünü dönmüş siyasetlerin aksine, halkın bütününü ilgilendiren talepleri örgütlemeyi de önüne hedef olarak koymalı.

Geçmiş örgütlenme deneyimlerinde devrimcilerin güçlü bir örgütlenmeye sahip oldukları yerlerde halkçılık temelli bir siyasi hat kurduğu pek çok örnek oldu, ancak bu halkçı hattın sınıfsal vurgusu zayıftı. Ana akım siyasette yok sayılan emekçi kitlelere yaşadıkları zorlukların sınıfsal sebeplerini yeterince aktaramayan yerel örgütlenme deneyimleri, halkın siyasi dönüşümünde etkili olamadı ve siyasi mücadele hattı genişleyemedi. Bunun bir sonucu olarak da mahalle halkı devrimci değerleri iş yerlerine, okullara ve içinde bulundukları diğer alanlara taşıyamadı; devrimcilerden kısmen ya da tamamen “arındırılan” mahallelerde ise bu boşluklar çeteler ve gerici unsurlar tarafından kolayca dolduruldu. Devrimcilerin önündeki en önemli görevlerden birisi, yerel örgütlenmeyi doğru bir siyasi hat üzerine kurmaları ve sınıf siyasetini mücadelenin her alanına aktarmaları olacaktır. Devrimci örgütlerin tartışması ve çözüm üretmesi gereken önemli konulardan bir diğeri de geçmişte devrimci örgütlerin bir parçası olmuş kişilerin şu an mahallelerde düzenin aparatı hâline gelmiş çetelerin her düzeyinde görev almalarıdır. Solda müdahale edilmesi ve değiştirilmesi gereken apolitizm, bu durumun temel sebeplerinden birisi olarak görülmeli.

Gezi sonrası forumlar sürecinde en çıplak örneklerini gördüğümüz, yalnızca üye sayısını artırmaya odaklanan örgütsel stratejiler acilen terk edilmeli. Gezi öncesinde ve sonrasında yaşanan tüm toplumsal eylemlerde görülen bu eğilim, dar örgüt çıkarlarının halkın çıkarlarının önüne konulmasından başka bir şey değildir. Devrimciler, devrimci siyasete örgütlenmelidir ve son kertede umursadıkları şey hangi örgütün daha fazla üyesi olduğu değil, bir bütün olarak devrimci mücadelenin etkisinin büyümesi olmalıdır.

Uzunca bir süredir Türkiye sosyalist hareketinin uzak kaldığı mahallelerde, halkla ve esnafla ilişki ağlarını yeniden kurmalı ve mahallelilerle samimi ilişkiler geliştirmeyi önümüze bir hedef olarak koymalıyız. Bu ilişkiler tabii ki politik olmalıdır ancak burada dışlayıcı tutumlardan kaçınmak, devrimci siyasetin dönüştürücü gücüne güvenmek gerekir. Kuracağımız yeni ilişki biçiminde devrimci dünya görüşünü, devrimci siyaset aracılığıyla halka en çıplak ve yalın hâli ile yansıtmalı ve örgütlendiğimiz yerde halkı, devrimci hareketin kalıcı tabanı hâline getirecek bağlar kurmalıyız. Bu ilişkileri kurduğumuz yerelliklerde örgütsel çıkarları bir kenara bırakarak emekçilerin taleplerini esas alan yeni bir siyasi hat çizmeliyiz.

Kentsel dönüşüm meselesine yaklaşımımızda insanların güvenli evlerde yaşamasının temel bir hak olduğunu; ancak uygulanan kentsel dönüşüm yönteminin rant elde etmek, kıymetli arazileri boşaltmak, dayanışma kültürünün olduğu mahallelerin sosyal dokusunu bozmak için kullanıldığını halkımıza açıkça göstermeliyiz. Devrimciler olarak konutun bir zenginleşme ve/veya yatırım aracı olarak kullanılamayacağını, barınma hakkının temel bir insan hakkı olduğunu her düzlemde savunmalı ve olağanüstü koşullar haricinde yerinde dönüşümü, insanların yaşamlarını aynı yerde yeniden kurabileceği bir kentsel dönüşüm anlayışını savunmalıyız.

Başta ekonomik koşullar olmak üzere devlet politikaları nedeniyle spor, kültür ve sanat etkinliklerine erişimin oldukça azaldığı günümüzde halkı spor faaliyetleri, tiyatro, resim atölyeleri gibi çeşitli faaliyetlerde buluşturmak ve özellikle gençleri bunlara dahil etmek uyuşturucu, kumar gibi alışkanlıklara karşı hem önleyici hem de hâlihazırda bu alışkanlıklara sahip olanlar için uzaklaştırıcı bir etki yaratacaktır. Aynı zamanda, bu faaliyetlerle mahalle halkı ve gençleri devrimci kültür ile tanışacak ve devrimciler ile sıkı bağlar kuracaktır.

Türkiye’de solun ciddi anlamda kan kaybettiği, dayanışma ruhundan ve halktan koptuğu bir dönemde bir yerden başlamak gerekiyor. Mahalleler bu başlangıcı yapabileceğimiz, geçmişte de gücümüzü gösterdiğimiz önemli alanlar olarak karşımıza çıkıyor. Hem Türkiye sosyalist hareketinde yeniden bir dayanışma ruhu oluşturmak hem de yoksul mahallelerde bir mücadele hattını örgütleyip halk desteğini arkamıza almalıyız. Mahallelerdeki devlet destekli çete ve mafya bozuntularını bir daha mahallelerimize sokmamak üzere defetmek ancak bu yolla mümkündür. Devrimci siyaset, artık yalnızca elindeki mevzileri savunmaya çalıştığı, ancak yavaş yavaş bunları da kaybettiği bir durumdan sıyrılmalı. Halkın çocukları, halkın yanında ve halk düşmanlarının karşısında dimdik ayakta durmak zorundadır.

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki makale

Gökkuşağının altında soykırım: İsrail, feminizm ve eşcinsel hakları

Sonraki makale

Zihinsel emeğin ihmal edilen öyküsü: Ofiste devrimci bir örgütlenme mümkün mü?

İlgili Gönderiler