Yaz ortasında İzmir semalarına yükselen dumanlar, artık ne sıradan bir yaz sıcağının ne de doğanın öfkeli dilinin ürünü. Bu dumanlar, sermayenin pusulasıyla yön bulmuş bir talanın ve devletin el ele yürüdüğü bir yok edişin kokusunu taşıyor. Tıpkı bir hastalığın vücutta en zayıf yere yerleşmesi gibi, yangın da yalnızca kuru otları değil; siyasi iradenin en kırılgan, en fazla rant olanağı barındıran bölgelerini hedef alıyor. Seferihisar, Buca, Ödemiş… Her duman sarmalı, yalnızca ormanların değil belleğin, bir yaşam biçiminin, bir ortaklığın küllere karıştığını haykırıyor. Ve bu yangınlar artık tesadüf, ihmal ya da kader değil, sermayenin daha fazla kâr etme planlarının bir parçasıdır.
Türkiye’de orman yangınları mevsimsel bir doğa hadisesi olmaktan çıkalı çok oldu. Onlar artık planlı mekânsal dönüşümün bir parçası, yerinden etmenin örtülü biçimi, devlet-sermaye işbirliğinin alevli bir ifadesidir. 2024’te Bayraklı’da 375 hektarlık alanı etkileyen büyük yangınla başlayan bu süreç, 2025’in Haziran’ında yeniden sahne aldı. Ancak burada “sahne” kelimesi bir mecaz değildir çünkü bu felaketler çok önceden yazılmış bir senaryonun bölümleridir. Bayraklı’da haritalar çizilmiş, parseller ayrılmış, yönetmelikler hazır edilmişti. Geçtiğimiz haftalarda yaşanan yangınlarda da belki de sadece ateş eksikti; o da geldi.
Ve o ateş geldiğinde, yalnızca ağaçlar yanmadı. Yüzlerce sincap, kirpi, kaplumbağa, kuş… Hepsi doğanın suskun tanıklarıydı, suskunlukları çığlığa döndü ama onları duyacak bir devlet yoktu. Çünkü bu sistemde doğa bir “özne” değil, bir “engel”dir. Canlılar birer yatırım aracı olmadıkları için görünmezdir. Kuşun kanadı, kirpinin tüyü, sincapların yuvaya taşıdığı kuru dal, yatırım haritasının önünde bir ayrıntıdan ibarettir.
Yangınların ardından gelen açıklamalar da bu yangın rejiminin parçasıdır. Bakan, kaynak makinesini gösterir; vali elektrik hatlarını! Kurumlar birbirini yalanlar, her biri suçu görünmez kılmaya çalışırken, halk gözlerinin önünde yanan dağın gerisinde yatan gerçeği bilir: Bu yangınlar, kazara değildir! Neoliberal kapitalist düzen, doğayı bir yaşam alanı değil, hammadde olarak görür. Ormanlar ev değil arsa, su yaşam değil hizmet, canlılar yoldaş değil istatistiktir.
Bu yaklaşımın temelleri Marx’ın doğa üzerine yazdıklarında açıkça görülür. Doğanın metalaşması, yalnızca çevresel bir sorun değil; insanın kendine yabancılaşmasının bir biçimidir. Doğayı yok eden insan, kendi yaşam koşullarını da ortadan kaldırır. Ve doğanın yok oluşu, toplumsal ilişkileri de etkiler. Çünkü orman yalnızca ağaçlardan ibaret değildir; aynı zamanda yoksulun nefesidir, çocuğun oyun alanı, yaşlının serinliğidir. Yangınlar yalnızca tabiatı değil; sınıflar arası adaletsizliği, mekânsal dışlamayı, kent yoksullarının varlık zeminini de yakıp geçer.
Henri Lefebvre’in mekânın üretimi tezini bu bağlamda yeniden okumalıyız: Mekân kendiliğinden değil, egemenler tarafından üretilir. Yangınla silinen ormanlardan kalanlar, birkaç ay sonra bir TOKİ maketiyle yeniden belirir. Önce kül, sonra beton… Önce yabanın ölümü, sonra turizmin doğuşu… Önce doğanın insansızlaştırılması, sonra sömürge madenciliğinin karanlık kuyusu… Bu, sadece mekânsal bir değişim değil, ideolojik bir fetihtir de. Doğa üzerinde kurulan egemenlik, halk üzerinde kurulan tahakkümün genişlemesidir.
Devletin bu sürece dair politikası, müdahalesizliktir. AFAD’ın koordinasyonsuzluğu, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın çelişkili açıklamaları, yangına müdahale için ilk altı saatte yalnızca bir uçağın gönderilmesi ve Türk Hava Kurumu’nun (THK) uçaklarının yıllardır bakımsız bırakılması bir “zafiyet” değil, bir tercih meselesidir. Yangınla birlikte değil, yangından önce alınmış kararlardır bunlar.
THK’ye atanan kayyum yönetimi, elinde bulunan yangın söndürme uçaklarını önce hurda ilan etti, ardından satış listelerine koydu. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin kendi imkânlarıyla yangın söndürme uçağı satın alma girişimi ise Bakanlık tarafından engellendi. Merkezî hükümet, yerel inisiyatife bir kez daha ket vurmuş oldu. Çünkü yangının söndürülmesi istenmiyor, yönetilmesi isteniyor. Yangının bu yöntemle yönetilmesi ise halkın değil, sermayenin çıkarınadır.
Bu tercihin bedelini ise doğa, canlılar ve en çok da yoksullar ödüyor. Kentsel rantın kıyısında yaşayanlar, yangınla birlikte yalnızca evlerini değil; köklerini, komşuluklarını, yerleşik belleklerini kaybediyor. Bu yerinden edilme, tankla ya da polis copuyla değil, imar planlarıyla yürütülüyor. Mekânsal dönüşüm, ekolojik yıkımla el ele ilerliyor. Ve yangın, bu dönüşümün en sıcak aracı olarak tekrar tekrar devreye sokuluyor.
Yangınlarla birlikte yok olan, yalnızca ağaçlar değil. Bu, bir yaşam biçiminin kül oluşudur. Bunun karşısında devlet susar. Çünkü onun dilinde “orman”, yalnızca potansiyel bir rant alanıdır; içinde barınan canlıların, toprağın, suyun, rüzgârın, gölgenin hiçbir önemi yoktur. Bu sistemde yangın, karşısında önlem alınması gereken bir felaket değil, yeni rant alanları açacak bir imkândır!
Ancak tüm bu karanlık içinde bir umut da yeşerir. Çünkü halk yangına karşı yalnız değildir. Dayanışma, bu sistemin tanımadığı ama bizim yitirmediğimiz bir sözdür. Yangını söndürecek olan da hortumdan çıkan su değil, halkın örgütlü iradesidir. Bu irade yalnızca doğayı değil, onunla birlikte tüm yaşamı yeniden kurma gücüdür.
İzmir yangını, doğaya, canlılara ve insanlara karşı işlenmiş bir suçtur ve bu suçun faili alevler değil, o alevlerin bir felakete dönüşmesine göz yuman, müdahaleyi geciktiren, küllerin üstüne yatırım haritası çizen iktidar aklıdır. Bu nedenle yangın, yalnızca bir çevre sorunu değil; politik bir meseledir. Yanan sadece ormanlar değil; halkın ortak yaşam hakkı, kamusal alanı, belleği, geleceğidir.
Afetleri felakete dönüştüren düzene karşı çözüm, halkın örgütlü gücünü inşa etmektir. Yanan yalnızca doğa değilse, kurtulacak olan da yalnızca doğa değildir. Yaşamı birlikte yeniden kuracak, onu yeniden yeşerteceğiz. Bu topraklarda yaşamı yeşertecek olan yolun inşası, emeği olduğu gibi doğayı da kuşatan bu sömürü düzenine karşı geliştirilecek politik ekolojik direnişle mümkün olacaktır.










