Günümüz dünyasında katı olan her şey buharlaşıyor. Bu buharlaşmanın nedenini arayanlar, insanlığın erdemlerini yitirdiğinden tutun, komplo teorilerindeki “reptilianların” dünyayı işgal etme görevlerini başlatmalarına kadar farklı argümanlarla suyu bulandırmaya devam ediyor. Aslında olan şey, sömürge geçmişi olan ve emperyalist hiyerarşinin en altında kalan ülkelerdeki fiili durumun dünya geneline yayılmasıdır. Bu yayılmadır ki, pamuklara sarılan ve ideal olarak dayatılan Batı demokrasilerinin bile sessizce buharlaştığı, göstericilerle şakalaşan polislerin Filistin soykırımına isyan edenleri işkenceyle yerlerde sürüklediği ve ülkenin bütçesi gibi ülkenin yönetimine dair en önemli konularda bile kararların üç beş savaş çığırtkanının toplantı masasında alınabildiği yönetimlerin doğmasına yol açmıştır.
Türkiye dahil bütün dünyanın önünde duran kocaman bir kaya var: Sermayenin, kendi çıkarını herkesin çıkarı olarak gösterme zahmetine artık girmeden fiili olarak ve sınır tanımadan topluma dayatması sorunu! Türkiye’de iktidar ve muhalefet arasındaki savaş böyle bir forma bürünmedi; bürünmedikçe de sermaye kendi suretinde bir ülke yaratmaya son hızla devam ediyor. Bugün Türkiye’deki işçiler ve köylüler için yanıtlanması gereken en acil soru, sermayenin gücünün nasıl sınırlandırılacağına dair bir siyasal perspektifin ülke sathında inşa edilmesi sorunudur.
Sermayenin üç saldırı hattı
Emek gücünün değerinin düşürülmesi
Türkiye sermayesinin ortak çıkarı bugün üç konuda kendini ortaya koyuyor. Bu konuların kimisi kapitalizmin doğuşundan beri kavganın ana aksı olmuş saldırı hatları, kimisi de teknolojik gelişmelerle birlikte daha görünür hâle gelmiş olanlar. Bunlardan ilki, emek gücünün değerinin düşürülmesidir.
Türkiye’deki işçilerinin yarısından fazlası asgari ücrete çalışıyor ve asgari ücret, açlık sınırının altındadır. Dahası, asgari ücret bir ölçü birimi hâline gelmiştir. İzmir grevinde muhalefet kanadının da canhıraş kullandığı bu ölçü birimi genel toplumsal ücret hâline geldikçe, kendini “adilmiş” gibi gösterme kudretine erişiyor. Bütün ücretler, asgari ücretin düşüklüğünden bağımsız biçimde, onunla ölçülür hâle geliyor. Toplumsal muhalefetin takvimine defalarca kez alıp sonrasında unuttuğu bu mücadele hattı, Türkiye’de işçilere topyekûn saldırının merkez cephesi hâline gelmiş durumda.
Bu yılın temmuz ayında asgari ücret zammına karşı çarpıtılmış enflasyonist argümanlara bile başvurulmadı. Türkiye’nin siyasal gündeminin hızıyla gözlerden ıraklaşan bu cephede sermayenin kesin zaferi, işçilerin kaderini belirledi. Buradaki homurtuların politik mücadeleye tahvil edilememesi, her gün daha fazla çalışan, ancak daha çok aç kalan milyonlarca insanın varlığını kalıcılaştırıyor.
Emek gücünün değerini düşürmenin başka bir yolu da görünür biçimde devrede. Patronlar, işçilerin dinlenme hakkını gasp ederek çalışma sürelerini uzatmaya turizm sektöründen başladılar, inşaat sektöründe de benzer bir düzenlemenin yapılması gündemde. Burada zaten fiiliyatta her zaman uygulanmayan haftada bir günlük tatil hakkı, 10 günde bir kullanılabilir hâle getiriliyor. Patronlar böylece fazla mesai ücretinden ve ücretli izinden kurtulmayı hedefliyorlar. Asgari ücret nasıl norm ücret olduysa, bu nefessiz çalışma düzeni de norm hâline getirilmeye çalışılıyor. Haftada bir gün tatil bir hak iken, bunun bir istisna hâline gelmesinin yolu açılmış oldu.
Metalaştırma havuzunun genişletilmesi
İkinci konu ise sermayenin organize ettiği bilimsel üretimin yarattığı teknolojik gelişmelerin, yaşama dair her şeyi metalaştırma kudretindeki artış oldu. Bugün teknolojik gelişmelerin yarattığı zemin, zeytinlik gibi Türkiye’de bir zamanlar dokunulması imkânsız kılınmış alanların korunmasını yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarıyla doğrudan çelişen bir hâle getirmiştir. Dünya kapitalizminin yeni metalarla sürekli artırmaya çalıştığı kötürüm büyüme oranları için herhangi bir toprak parçasının dokunulmaz olmasına tahammülü yoktur. Bugün köylülerin Ankara’da büyütmeye çalıştıkları mücadelenin konusu budur.
Örneğin, Muğla ilinin yarısı, onu tahrip eden turizme feda edilirken, kalan yarısı da maden ocağına çevriliyor. Muğla’nın maden ocağına çevrilmesi arzusu, sermayenin öncelikli hedefi hâline gelmiş kâr alanlarındaki değişimin bir eseridir. Öncesinde küçük köylülükle beraber yürüyebilen birikim süreci -yeşilçam filmlerindeki zeytinyağı krallarını hatırlayın- bugün yürüyemez. Merkez ülkelerin sermaye birikim stratejisi enerjiden elektrikli arabalara uzanan, yapay zekâ gibi yarı mistik metalar üzerine inşa edilmişken, büyüme oranlarını artırma arzusu Milas’taki bir zeytinliğin ölüm fermanı oluyor. Türkiye’nin “vatansever” patronları, ülke topraklarını satışa çıkarmış emlakçılar gibi, iktidardan hevesle önlerindeki pürüzlerin ortadan kaldırılmasını bekliyor ve talep ediyorlar.
Göreli artık nüfusun genişletilmesi
Bu durum sadece metalar dünyasının genişleyen karakteriyle ilgili değil. Buradan, Türkiye kapitalizminin ortak çıkarını sağlayan üçüncü faktöre, yani iktidarın ilmek ilmek ördüğü işçileştirme sürecine geçiyoruz. Marx, ilksel birikim sürecine dair, “Onların mülksüzleştirilmelerinin tarihi, insanlık tarihinin tutanaklarına kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.” cümlesini nakşetmişti Kapital’e. Mülksüzleştirilenlerin akıbetini hepimiz biliyoruz. Hele Türkiye gibi bir ülkede yaşayanlar olarak çok yakın tarihimizden biliyoruz.
Türkiye tarihinde küçük köylülük, geçmişte toplumsal olarak baskın olagelmişti. Bu nedenledir ki Menderes, kendi iktidarını büyük toprak sahibi, ticaret burjuvazisi ve küçük köylü desteği üzerine bina edilebilmişti. Yakın geçmişte bütün meydanlarda tarım sübvansiyonları önemli bir seçim vaadi olarak kendine yer buluyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında uygulanan zorunlu işçilik gibi zorla çalıştırma pratikleri dahi bu toplumsal yapının bir tezahürüydü ve bu nedenledir ki Türkiye devleti, işçileştirme yöntemleri konusunda oldukça mahir hâle gelmiştir.
1990’lı yıllarda güvenlik kisvesi altında Kürt köylerinin yakılması sonucunda Kürtlerin batıya sürülmesinden tutun, Soma Katliamı’nın gerçekleştiği tarım havzasının madenle bitirilip, tarımsal üretimin geçim kaynağı olmaktan çıkmasına kadar birçok farklı yöntemle küçük köylülüğün altı oyuldu ve daha önce emek gücünü doğrudan pazarda satmak zorunda olmayan insanlar iş arar oldu. Bugün zeytinlikler üzerinden yürütülen maden kanununa dair tartışmanın bir ayağı kapitalizmin yüksek teknoloji yatırımlarının yarattığı enerji ve hammadde gereksinimiyse, diğer ayağı da bu hammaddeleri işleyecek olan emek gücünün “özgürleştirilmesidir”.
İşçileştirmenin diğer yolu da Türkiye’de sınıf mücadelesiyle elde edilen hakların işçilerin elinden sökülüp alınmasının yarattığı saldırıdır. Bunlardan birine çok yakın zamanda şahitlik ettik. Şimşek programı uygulanmaya başladığından beri ekonomi politikalarıyla ilgili şikâyetleriyle gündeme gelen MÜSİAD, ülkedeki çocuk işçilerin azlığından dem vurdu ve liselerdeki eğitimin çocukların işçileştirilmesi için yeniden düzenlenmesini, çocukların okuldan ziyade iş yerlerinde olmasını talep etti. Faiz indirimlerine karşı ayak direyen iktidar, bu talebi ikiletmeden emir telakki etti ve tartışmayı merkez siyasetin konusu kıldı.
Aslında görünen şudur; yoksul çocukların yaşadığı fiili durumun ve MESEM’le birlikte normalleşmiş bu hattın, iktidarda herhangi bir değişiklik olsa dahi kolay kolay geri döndürülememesi için yasal zeminin sağlanması amaçlanıyor. Sermaye nasıl dokunulmaz bir toprak parçasına tahammül edemiyorsa, emek gücünü satmak zorunda olmayan insan nüfusu olmasını da, bu nüfus yasal olarak çocuk olsa bile, içine sindiremiyor.
İşçilerin kazanılmış haklarının çalınmasıyla işçileştirme yönteminin diğer bir ayağını da emekli ücretleri oluşturuyor. Emeklilerin çalışmadan yaşayabilecekleri emekli maaşlarını tarihin tozlu sayfalarına gömen iktidar, hem buradan devşirdiği kaynağı sermayeye teşvik, ihale ya da vergi affı yollarıyla aktarıyor hem de bir anda emek gücü havuzuna milyonlarca işçi ekleyivermiş oluyor. Patronlar nasıl çocuk işçileri uysal oldukları ve şiddetle kolayca sindirebildikleri için seviyorlarsa, emeklilere de onları sigorta yapmadan ve en güvencesiz şartlarda istihdam edebildikleri için sıcak bakıyorlar.
Bütün bu işçileştirme çabaları, Türkiye’de işsizlik oranının yüzde 30’a dayandığı koşullarda yapılıyor ki zaten ancak bu koşullarda yapılabilirdi. Şunu da söylemeden geçmeyelim; emekliler ve çocuklar potansiyel emek gücü olduysa, TÜİK’in onları da işsizlik hesabına dahil etmesi gerekir!
Yeni Türkiye’nin üzerinde yükseleceği zemin
Türkiye’nin yaklaşık olarak son 25 senesini şekillendiren AKP ve Erdoğan iktidarı, asıl olarak sermayenin, dokunamadığı her şeye özgürce el uzatabildiği bir ülkenin inşa edilmesini sağladı. İzmir’i cayır cayır yakan özelleştirmelerle başlayan bu süreç, bugün tarımdan geçinebilme koşulları zaten ortadan kalkmış olan küçük köylülüğün, bireysel mülkiyet hakkının da ortadan kaldırılmasıyla devam ediyor.
Kentsel dönüşüm süreçlerinden ve deprem bölgelerinden aşina olduğumuz uygulamalar, yurdun her karış toprağına yayılıyor. Daha önce sermayenin, işçilerin örgütlü gücünün yarattığı denge sebebiyle el uzatamadığı nüfus kesimleri, her gün iş cinayetlerinde ölüyor. Üstelik bunların hepsi yasal bir şekilde gerçekleşiyor! Öyle ki, günümüz Türkiye’sinin iktisadi yaşamına, öldüğü duyurulan hukuk yön veriyor. Bütün el koymaların ve işçileştirme süreçlerinin yasaları ya zaten mevcut ya da hazırlanıyor. Var olan her şeyin üzerinde sadece sermayenin tasarrufunun olduğu bir ülke hayali, patronların gözlerini kamaştırıyor.
Sonuç olarak, bugün Türkiye’nin bağrından ya yeni bir siyasal iktidar doğacak ya da mevcut iktidar, sermaye ve devlet gücüyle kendini herkese dayatacak. Bunu belirleyecek olan kavga ise her gün başka biçimlerde yaşanıyor.
Peki, bugünün Türkiye’sinde sermayeyi sınırlandıracak, patronların dokunamayacağı alanlar yaratacak hukuki ve kurumsal bir düzen nasıl inşa edilecek? Demokrasi ya da hukuk gibi evrensel normlara havale edilen kavramların içini dolduran şey, egemenlere karşı çizilmiş sınırlardı. Neoliberalizmin yükselişinde ilk feda edilen şeyin hukuk devleti olması boşuna değil! Burjuva hukuk devletinin bile garantörü, işçi sınıfının politik gücüydü. Bu güç yitirildiği içindir ki artık sermayenin erişemediği toprak, değiştiremediği yasa ve sömüremediği insan nüfusu kalmadı.
Eğer emekçi halktan yana bir Türkiye kurulacaksa, bu yeni Türkiye’nin hamurunu mayalayacak olan, sermayenin politik gücünün sınırlandırılması olmalıdır. Aksi takdirde, mevcut yoksulluğun çaresi yoktur, ekolojik olarak yaşanabilir bir ülke imkânı ise çok kısa bir süre sonra yitirilecektir. Sermayenin bu şımarık saldırganlığını siyasetin ana konusu yapmak bugün bir tercih değil, zorunluluktur. Yeni Türkiye gerçekten yeni olacaksa ancak bu yolla olacaktır. “Hele bir CHP’yi iktidarın elinden kurtaralım”cılık, Türkiye’nin kaderinin yeniden bir oldubittiyle tayin edilmesi demektir. Kaldı ki sermayenin yasal olarak sınırlanamamasının politik alana tercümesi, iktidarın da siyasal hasımları karşısında hukuki olarak sınırlandırılamamasıdır.
İşçi sınıfının mevcut kavgaya kendi talepleri ve kendi sesiyle dahil olması gerekir. Aksi takdirde, muhalefetin kazanacağı bir iktidar mücadelesinde -ki bu kısmı oldukça şüphelidir- emekçilerin payına ne düşeceğine yine başkaları karar verecektir.










