Bir grevin anatomisi

Geçtiğimiz hafta İzmir Büyükşehir Belediyesi ile DİSK Genel-İş arasında yaklaşık 23 bin işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi (TİS) görüşmelerinde anlaşma sağlanamayınca başlayan grev, grevin yedinci gününde TİS’in imzalanmasıyla sona erdi. İzmir Büyükşehir Belediyesi, ilk altı ay için yüzde 30 zam, ikinci altı ay için yüzde 17 enflasyon farkı üzerine yüzde iki refah payını içeren anlaşma doğrultusunda Genel-İş ile anlaştı. 19 Mart sürecinden sonra daha dinamik hâle gelen toplumsal mücadelelerin bir ayağı olan İzmir grevi, grev esnasında yaşanan hadiseler ve genel mücadelenin seyri açısından özellikle incelenmeyi hak etmektedir. Greve çıkan işçilerin canavarlaştırıldığı, çok temel bir hak mücadelesinin nankörlükle suçlandığı bir sürecin CHP’nin kalesi sayılan bir belediyede gerçekleşmesi, halkımızın bir bölümünde “hayal kırıklıklarına” ve anlaşılmaz kafa karışıklıklarının da yoğun olduğu bir duruma yol açmıştır.

Bu yazıda, sendikal mücadelenin sınırlarını ve bu sınırları belirleyen siyasi atmosfer, düzen siyaseti ve komünist mücadeleyi hep beraber değerlendirecek ve sağlıklı bir perspektifin hangi şartlarda oluşabileceğini tartışacağız.

Düzen siyasetinin başat aktörleri

Bir siyasi mücadele her şeyden önce doğru bir siyasi tahlile dayanmalıdır. Bir parçası olarak siyaset yapacağımız toplumsal düzenin durumunu doğru tespit etmek için öncelikle bu toplumsal düzenin oluşumunda belirleyici olan sınıfları, bu sınıfların üretim ilişkileri içindeki rollerini ve bölüşüm ilişkilerini doğru kavramak gerekmektedir. Devrimcilerin metot farklılıkları, temelde bu soruna yaklaşım ve çıkarımların farklılaşmasına dayanmaktadır. Ülkemiz, kuruluşundan beri sermaye iktidarları tarafından yönetilmektedir. Sermayenin çıkarlarını esas alan kurucu ideoloji, kendisini yalnızca iktidarda değil, bu iktidara muhalefet eden unsurların içerisinde de var etmektedir. Sermayenin çıkarları, yalnızca iktidar partisi ve onun çevresindeki bürokratlar tarafından değil, düzen muhalefeti ve onun en büyük parçası olan sosyal demokrat ana muhalefet tarafından da savunulmaktadır.

2016 sonrasında kendisine “muhalefet eden” farklı burjuva kliklerini sindirdikten ya da devre dışı bıraktıktan sonra daha da otoriterleşen ve faşist MHP ile yaptığı ittifakla yoluna devam eden İslamcı-faşist koalisyon, düzen siyasetinin başat unsurlarını oluşturmaktadır. Bu başat kuvvetler, sermaye iktidarının çıkarlarını hem politik hem de pratik olarak en tutarlı şekilde savunan sermaye iktidarıdır. Türkiye’de iktidar olabilmenin esas yolu bu çıkarlara sunulan koşulsuz destektir. Sermayenin çıkarlarına verilen sınırsız desteğin izdüşümlerine ve tali aktörlerle kesişim noktalarına birazdan değineceğiz.

Düzen siyasetinin tali aktörleri

Düzen siyasetinin tali aktörleri, bugün muhalefette olup, esas olarak sermayenin farklı gruplarına destek olan farklı bileşenlerden oluşmaktadır. Yanlış anlaşılmasın, iktidar kliklerinden farklı burjuva aktörler yeşil sermaye, seküler sermaye gibi bir ayrım yaratmaz. Bu muhalefet unsurları, uluslararası ilişkilerde, kendilerinin de bir alternatif olduklarını gösterebilmek için can atarlar. Seçim öncesi İngiltere, Amerika gibi emperyalist güçlerin desteğini alabilmek için iktidarla kıyasıya bir yarışa girmektedirler. Kimin daha NATO’cu, kimin daha AB’ci olduğu ya da bölgesel olarak halkların kanını döken operasyonlara kimin daha fazla alan açacağı konusunda yaşanan yarış, onlarca yıldır bu ülkenin kaderini belirleyen temelleri oluşturmaktadır.

Düzenin tali aktörleri, iktidardaki başat güçler gibi yekpare değildir. Bazısı daha şoven, bazısı daha dincidir. Ortak noktaları ise sınıfsal olarak hepsinin kardeş olması ve büyük burjuvaziye sundukları şartsız destektir. Düzen siyasetinin tali unsurlarının hem iktidarla hem de muhalefetle kurdukları ilişkiler değerlendirildiğinde, konuya çeşitli sendikalar da dahil olmaktadır. Sendikal mücadelenin büyük bölümünün temel olarak işçi sınıfının kazanımlarını, çalışma ve yaşam standartlarının yükseltilmesini savunması gerekiyor. Ancak günümüzde, mevcut sendikalar, asgari ücretin belirlenme süreçlerinde iktidarla kurulan ilişkilerden veya sendikal bürokrasilerinin sürekliliğini ve üyelik aidatlarına dayalı büyük para akışını koruma kaygısından ötürü düzen muhalefetiyle kurdukları ilişkilerde düzen unsurlarının burjuvaziye desteğine teslim olmuş ve düzenin sınırlarına hapsolmuştur. Bu ilişkinin tarihsel sürekliliğine ilişkin yazdık, yazmaya, mücadele etmeye devam edeceğiz.

Düzen siyasetlerinin kesişim noktaları

İktidarıyla, muhalefetiyle düzen siyasetlerinin kesişim noktalarını kavrayabilmek için yukarıda bahsettiğimiz perspektif belirleyici olacaktır. Temel olarak büyük burjuvazinin farklı kesimlerinin çıkarları nerede kesişiyorsa, düzen siyasetleri de tam olarak orada kesişmekte, ortaklaşmaktadır. Burjuvazi içerisinde oluşabilecek bir siyasi ayrım ya da kırılma, bu siyasetlerin ayrım noktaları olacaktır. Şu anda böyle bir durumdan söz edebilmek hayalciliktir.

Cumhuriyet’in ulusal soruna yaklaşımı, işçi sınıfının örgütlenme ve politika üretme konusundaki tavrı veya kadınlara, gençlere yönelik politikaları, kurulduğundan beri oldukça nettir. Kendilerini bu ülkenin “yılmaz bekçileri” olarak gören küçük burjuva Kemalistlerle, yıllardır iktidarda olan siyasal İslamcı-faşist ittifakının kesişim noktaları da Cumhuriyet’in kurucu kodlarındaki yaklaşımlarda ortaklaşmaktadır. Çünkü bu kodlar, bir bütün olarak sermaye iktidarının çıkarlarını savunur. Ulusal sorunda inkârcı, sınıf mücadelesinde de sermaye yanlısıdır. Aralarındaki “ileri-geri” ayrımı ise yalnızca bir nüans olabilir, özleri aynıdır.

Günümüz

Belediye işçilerinin İzmir’de gerçekleştirdikleri grev de bu çerçevede değerlendirilmeli, buradan dersler çıkarılmalıdır. İşçilerin en temel talebi olan “eşit işe eşit ücret” talebi, CHP belediyesi tarafından marjinalleştirilmiş, küçük burjuva Kemalist tabanın, seçim öncesinde “telefonunu çıkar nankör” diye çemkiren ve “cahil halk” olarak adlandırılan insanlardan hiçbir farkı olmadığı gün yüzüne çıkmıştır. CHP’li belediye başkanı, doğrudan grev kırıcılığı yapmış, grevdeki işçileri “halk sağlığını tehdit ettikleri” gerekçesiyle halkla karşı karşıya getirmiştir. Propaganda aracı olarak ortaya atılan “Kürtler belediyeyi işgal etti” yaygarası, günlerce bu işçi düşmanı güruh tarafından pompalanmıştır. Doksanlı yıllarda yakılan, boşaltılan köylerden kaçan insanların şehrin çöpünü, kanalizasyonlarını temizlemeleri kendi istekleriymiş gibi bir de bu insanlara dönük ırkçı hezeyanlarını ifade etmek için varını yoğunu seferber etmiştir.

Son dönemde çokça işittiğimiz, “bir doktorla çöpçü aynı maaşı mı alacak” sorusu da küçük burjuva kibrini yansıtmaktadır. Bu kibir, bir kişilik bozukluğu değildir. Kendisini her şeyin üstünde gören, daha doğrusu kendi pozisyonu yerin dibinde dahi olsa kendisinin dışındaki herkesi, her şeyi kendinden aşağı görmek için çırpınan bir anlayışı yansıtan siyasi bir olgudur. Tamamen siyasidir, tamamen sınıfsaldır. Küçük burjuva reflekslerle gelişen, kendisi de ücretli çalışan, yani işçi olmasına rağmen işçi sınıfına karşı düşmanca bir yaklaşımı ortaya çıkaran bir durumdur. Sermaye severliktir. Doktorlar mücadele etmese de “iyi şartlarda” yaşamalıdır. Ancak işçilerin aynı “iyi şartlarda” yaşaması için direnmesine bile tahammül edemezler.

Bu grevde CHP, kendi sınıfsal kimliğinin gereğini yerine getirmiştir. Bu eylem sırasında yaratılan; “çok para istiyorlar, Kürtler belediyeyi işgal ettiler, bu parayı mühendisler, doktorlar alamıyor” türünden palavralar, bu sınıf kimliğinin doğrudan bir sonucudur. Şaşırılacak hiçbir şey yoktur!

2026 bütçesini bile yediği iddia edilen CHP’li Beşiktaş Belediyesi’nde de benzer bir süreç yaşanmış, onlarca işçi çalıştıkları şirketlerden atılmış, belediye ile bağları kesilmiştir. Sendika, Beşiktaş Belediyesi önünde yapılan eylemlere katılmak yerine işçilere “destek verip göze batmayın, siz de işinizden olursunuz” demiştir. İşçilerin haklarını savunması gereken sendika, başındaki “D” harfini atmış, patronun çıkarlarını işçilere dikte etmeye çalışmıştır.

İzmir Belediyesi’nde çalışan işçiler, örnek bir tavır göstererek direnişe geçmişlerdir. Birçok farklı grevde işçilerin arkasından iş çevirerek CHP’li belediyelerle uzlaşan sendikalarını bile harekete geçirerek grevi başlatmışlardır. Bu olumlu hamle, daha bir ay önce 1 Mayıs kürsüsünde belediye başkanı Cemil Tugay’a yer veren DİSK’in teslimiyetiyle yarı yolda kalmıştır.

Durumun bu hâle gelmesinin nedenleri de vardır elbette. Sendikalar bir günde bu hâle gelmemiştir. Sendikal mücadele toplumsal mücadele başlıklarının bir parçasıdır. Sınıf siyaseti, halk hareketi ne kadar örgütlüyse, sendikalar da o ölçüde kararlı bir politika üretebilir. Sosyalist hareketin gücü, herhangi bir grevin toplumsallaştırılmasının en temel dayanak noktasıdır. İzmir’de sosyalistlerin halkı grev için seferber edememesi, CHP’nin pervasızca karşı propaganda örgütleyebilmesine, sendikanın da CHP’nin çıkarı neredeyse orada durmasına yol açmıştır.

Çok uzağa gitmeye gerek yok! 2009 yılında Ankara ayazında 78 gün süren Tekel Direnişi’nin bütün ülkeye nasıl yayıldığına bakmak yeterlidir. Tüm Türkiye’den erzak kolilerinin, ilaçların gittiği; Dikmen, Sokullu, Mamak, Tuzluçayır’dan battaniyelerin geldiği, iş bırakma eyleminin ciddi anlamda toplumsallaştığı, 1980 sonrası en büyük işçi eylemlerinden birisidir Tekel Direnişi. Bu direnişin toplumsallaştırılma süreci, sosyalist hareketin bir bütün olarak halk içinde örgütlülüğüyle paralel bir şekilde ilerlemişti. Bu direnişten akıllarda kalan en önemli noktalardan biri, Bülent Arınç’ın direniş sırasında söyledikleridir: “Ben, toplumsal muhalefetin genişlemesinden, büyümesinden, bir cephe hâline gelip sokaklara çıkmasından memnun değilim. Bir siyasi iktidar bundan memnun olmaz. Parlamentonun içindeki siyasi partilerin eleştirisi veya bizi yıpratmasına biz gülüp geçiyoruz. Çünkü hiç etkili değiller ama karşımızdaki muhalefet sokağa çıkar da bunun içerisinde hanım kardeşlerimiz, gençler, onların yavruları çıkar ve bunlar üzerinden iktidar yıpratılmaya çalışılıyorsa ben bir siyasetçi olarak bundan çekinirim, endişe ederim.”

AKP’li bürokratların uykularını kaçıran; CHP’den milletvekili, belediye başkanı yahut meclis üyesi olmak için pozisyon işgal eden sendikacıların yolu değil, işçilerin sokakta hakkını araması; öğrencilerin, kadınların bu zorbalığa direnmesidir. 

Ülkemizdeki siyasetin ana ekseni doğru bir şekilde kavranabilir ve doğru noktalara temas edilebilirse, sağlıklı ve birleşik bir mücadeleci odak inşa edilebilir. Temel hedef sosyalist siyasetin büyümesi, kızıl siyasetin toplumsallaşmasıdır. Sosyalist hareketin büyüyeceği kulvar ise CHP mitinglerinde, CHP seçim otobüslerinin yanına koca koca yelken bayraklarla park etmekten değil, barikatları aşan gençliğin yanında, Taksim iradesini ortaya koyan birleşik hattın güçlendirilmesinden geçmektedir.

Total
0
Shares
Önceki makale

Gezi 12 yaşında!

Sonraki makale

İzmir grevi: Sosyal demokrat belediyelerde grev hakkı

İlgili Gönderiler