Ankara-İstanbul arasında DİSK'in devletli sendikacılık serüveni

Ankara-İstanbul arasında DİSK’in devletli sendikacılık serüveni

“Bir sendika ya sınıfın savaş örgütüdür ya da burjuvazinin emniyet supabı.”

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Merkezi’nin Ankara’ya taşınması tekrar memleketin gündemine girdi. Tekrar diyoruz çünkü bu süreç, daha önceden de tartışılmış, muhalif basıncın etkisi ile rafa kalkmıştı. Bu tartışmayla beraber belirtilen adres değişikliğinin mahiyeti sol kamuoyunda da tartışılmaya başlandı. Bu kararı olumlayan çok fazla içerik olmamasına rağmen mevcut sendikal yapılar, sendikaların sınıf siyasetinde kapladığı alan, toplumsal muhalefetteki sendikal bürokrasinin “ağırlığı” gibi kavramlar ve tüm bunlarla beraber sendikal bürokrasiye karşı mücadele ettiğini iddia eden birçok sol/sosyalist öznenin bizzat o bürokrasinin merkezine oturması da tartışmaların boyutunu daha farklı bir şekilde ele almamızı zorunlu kılmaktadır.

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim sonrasında konuyu nasıl ele aldığımızı ifade etmeye çalışalım; DİSK’in genel merkezini Ankara’ya taşıma kararı, yalnızca bir adres değişikliği değildir; bu, sınıf mücadelesinde bir mevzinin terk edilmesidir. Çünkü Ankara, devleti simgeler; devletin bürokrasisini, ideolojisini, denetimini… DİSK’in 1967’de doğduğu şehir olan İstanbul ise işçi sınıfının nabzının attığı, grevlerin, fabrika işgallerinin, sokak eylemlerinin merkezidir. Bu nedenle Ankara/İstanbul kıyaslaması, bir mekân tartışmasından ziyade, “devletleşme” tartışmasının da özünü ortaya çıkarmaktadır.

Bu taşınma, bir “merkezileşme” değil, bir devletleşme hareketidir. Yani artık DİSK’in kalbi, işçinin yaşadığı yerde değil; burjuva iktidarının merkezileştiği yerdedir. Bu, sadece mekânsal değil, ideolojik bir taşınmadır, sınıfın safından devletin tarafına geçiştir.

Ancak bu yönelim bir günde ortaya çıkmadı. DİSK, uzun süredir bu hatta yürüyordu. Bugün Ankara’ya taşınan yalnızca bir bina değil, devrimci sınıf sendikacılığının kalıntılarıdır.

Kuruluş ve devrimci kökler: 15-16 Haziran’ın ruhu

DİSK, 1967’de Türk-İş’in devletçi-uzlaşmacı çizgisine karşı doğdu. Kemal Türkler, Rıza Kuas, Mehmet Alpdündar gibi devrimci sendikacılar, “işçinin kendi sınıfsal mücadele örgütünü” kurmak için yola çıktılar. O dönemde DİSK, iş yerinde patrona, sokakta da devlete kafa tutan bir sendikaydı.

1970’teki 15–16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, yalnızca DİSK’in değil, Türkiye proletaryasının tarihindeki en parlak sayfadır. İşçiler yasaları değil, sokakları işaret etti; burjuva parlamenter sistemin sınırlarını fiilen yıktı. DİSK, o günlerde bir sınıf sendikasıydı; yalnızca üyelerinin değil, tüm işçi sınıfının çıkarlarını savunuyordu.

1970’ler boyunca DİSK; Maden-İş, Lastik-İş, Gıda-İş gibi sendikalar üzerinden fabrika komitelerini, grevleri, dayanışma ağlarını örgütledi. Bu dönemin sendikacılığı, Lenin’in tanımladığı biçimiyle, ekonomik mücadeleyi siyasal mücadeleye dönüştürme potansiyeli taşıyordu.

Fakat burjuvazi, bu hattı fazla tehlikeli buldu. 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte sermaye diktatörlüğü, DİSK ve tüm devrimci sendikal hareketi silindir gibi ezdi.

12 Eylül yalnızca işkenceleriyle, yasaklarıyla değil, ideolojik yönüyle de büyük bir tahribat yarattı. DİSK kapatıldı, yöneticileri yıllarca hapis yattı, on binlerce işçi fişlendi. Ancak en ağır darbe, proleter bilince indirildi: “Sendika, devlete rağmen değil, devletle birlikte var olur” düşüncesi, sınıf mücadelesine sızdırıldı.

1992’de DİSK yeniden açıldığında dünya değişmişti. Sovyetler Birliği dağılmış, neoliberal kapitalizm, işçi sınıfının sosyalizmden kalan tüm kazanımlarını törpülemeye, dünyada somut bir “sosyalist iktidar bloğu” olmadığı için pervasızca at koşturmaya başlamıştı. DİSK, bu yeni dünyaya geçmişinin devrimci birikimini taşıyamadı. Yasallığın cazibesi, burjuva meşruiyetinin zehri onu yavaş yavaş teslim aldı.

O andan itibaren DİSK, kendini artık “işçi sınıfının mücadele örgütü” olarak değil, “demokratik bir sosyal aktör” olarak tanımlamaya başladı. Yani devrimci sınıf siyasetinin yerine, Avrupa sosyal demokrasisinin sınıf uzlaşmacı hattını benimsedi.

Bu, devrimci sendikacılığın ölümüydü. DİSK artık mücadele eden değil, “müzakere eden” bir sendikaydı.

AB bayraklarıyla yapılan etkinlikler, sosyal diyalog ve sınıfsız sendikacılık

2000’lerle birlikte DİSK’in dilinde yeni kavramlar türedi: “Katılımcı yönetişim”, “sosyal diyalog”, “sürdürülebilir kalkınma”, “toplumsal cinsiyet eşitliği projeleri”… Hepsi kulağa ilerici geliyor olsa da hemen hepsi sınıf siyasetinin olmadığı tüm mücadele başlıklarında olduğu gibi, bir vadede düzen siyasetine eklemlenmeye başlamıştır. Sonuç olarak sınıf siyasetinden bağımsız düzenlenen tüm projeler, kendisini yalnızca yerli sermayeye değil, yabancı sermayenin de birer aparatına dönüştürmede hız kazanmıştır.

Toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi LGBTİ+’ların çalışma hakkı mücadelesiyle, kadınların eşit işe eşit ücret talebiyle, kreş hakkı talepleriyle, eril üretim ilişkilerinin bu dezavantajlı kesimleri dışlamasına karşı mücadeleyle birleştirilmediği müddetçe düzenin tam göbeğine çekilir, emekçilere ait olması gereken bu mücadele başlığı sermayenin vitrininde sergilenmeye, reklam filmlerini süslemeye başlar.

AB fonlarıyla yürütülen projeler, sendikayı bir STK’ya dönüştürmüştür. DİSK’in esas gündemi artık işçi grevleri değil proje açılış kokteyli; sınıf dayanışması değil “farkındalık atölyesi” olarak şekillenmişti.

Bu dönüşümün ideolojik özü ise oldukça açıktır: Kapitalizmin işçi düşmanı politikalarının sorgulanması ve işçi sınıfının bulunduğu alanlarda komiteleşmesi, sermayeden hesap sorabilir hâle gelmesi değil, “sermaye diktatörlüğü olan kapitalizmin daha insani hâle getirilmeye” çalışılması esas gündem hâline gelmiştir. Oysa Marksizm’in öğretisi çok açıktır: Kapitalizm, reforme edilerek değil, devrilerek aşılır!

AB bayraklarının himayesinde yapılan etkinlikler vasıtasıyla sendika ayakta tutulabilir ama sınıf bilinci, kan emici emperyalist boyunduruğa karşı mücadele etmeden elde edilemez. DİSK’in bugünkü mali yapısına bakıldığında, uzlaşmacı çizginin sendikal mücadeleyi nasıl biçimlendirdiği açıkça görülmektedir. Konuyla ilgili yüzlerce örnek olmasına rağmen, 2024 yılında yayımlanan “sendikalar ve adil geçiş raporu”, küresel sermayeyle beraber yürütülen uzlaşmacı çizginin en somut örneklerinden birini oluşturmaktadır.

Taşınmanın anlamı: Devletli sendikacılığın coğrafyası

Yukarıda belirtilen tarihsel kesit, memleketimizde sınıf mücadelesinin baş aktörlerinden olan DİSK’in düzen içine yerleşme ve sınıftan kopuk bürokratik sendikacılığa evrilme sürecidir. Bu bağlamda DİSK’in Ankara’ya taşınması, tarihsel bir dönüm noktasıdır. Çünkü mekân, politik bir çıktıdır.

Yukarıda belirtilen tarihsel süreçten bağımsız olarak, bir sendikanın gözünü dikmesi gereken en temel alan işçi havzalarıdır. Bu havzaların bulunduğu yerler Kocaeli, Gaziantep, Bursa, Adana ve ağırlıklı olarak da sınıf mücadelesinin kalbinin attığı İstanbul’dur.

İstanbul, bütün üretim ve hizmet sektörlerini içinde barındıran, milyonlarca emekçinin yaşadığı bir işçi havzasıdır. Hemen her gün iş cinayetlerinin yaşandığı, yüzlerce emekçinin işinden edildiği bir memlekette bir işçi sendikaları konfederasyonunun merkezini Ankara’ya taşımak; bakanlıklar, komisyonlar, fonlar, protokoller arasında kendi bürokrat burjuva sendika ağalarına daha büyük ayrıcalıklar aramak anlamına gelmektedir.

Dolayısıyla taşınma, sınıfın merkezinden devletin merkezine bir politik göçtür. DİSK artık işçiye değil, bürokratlara daha yakındır. Artık grev kararlarını değil, yuvarlak masa toplantılarını önemser.

Bu tercih, yalnızca bugün değil, geçmişte de defalarca kez gündeme geldi. 1980 sonrası yeniden yapılanma süreçlerinde de “merkez Ankara olmalı” tartışmaları yapılmış, her seferinde sınıfın tabanı buna direnmişti. Fakat artık böyle bir direnç kalmadı. Çünkü sınıf bilinci erozyona uğratıldı.

Bugün DİSK, Ankara’da bakanlıkların gölgesinde yer bulduysa, bu yalnızca yöneticilerin tercihiyle değil; sınıfın örgütsüzlüğüyle de ilgilidir. Hayat boşluk tanımaz. Boşalan yeri sermaye devleti doldurur.

Solun arka bahçeleri: Profesyonellerin egemenliği

Bugün DİSK içinde, taşınma kararına karşı çıkanlar da var elbette. Ancak oluşturulan muhalefetin büyük kısmı da sınıf eksenli değil, hizip eksenlidir.

Solun farklı örgütleri, sendikalardaki birkaç profesyonel kadro, bir iki makam aracı, bir temsilcilik uğruna sendikaları kendi örgütlerinin arka bahçesine çevirmiştir. Sosyalist hareketin sendikal mücadelenin önünü açması ya da tam tersi olacak şekilde sendikal mücadelenin toplumsal muhalefetteki etkisinin büyütülmesi beklenirken, uzun yıllardır dar örgütsel çıkarlar için “işçilerin evi” olarak kodlanan sendikalar, parti kadrolarının işçi maaşları üzerinden geçinmesinin aracı olmuş, kendilerine toplantılarda “temsilci, şube başkanı” vb. denilmesiyle yaratılan konfor alanının kişisel egolarını besledikleri yerlere dönüşmüştür.

Bu durum, 1990’lardan itibaren kronikleşmiştir. Maden-İş’in yerini alan Birleşik Metal-İş’te, Genel-İş’te, Gıda-İş’te yıllardır aynı profesyoneller koltuklarda oturmaktadır. Bu profesyoneller, hiç emek sarf etmeden aldıkları ve emekçilerin yevmiyelerinden verdikleri aidatlardan oluşan aylıklarıyla işçi sınıfının değil, örgüt içi dengenin temsilcileri hâline gelmişlerdir.

Lenin, “sendika bürokrasisi proletaryanın burjuvalaşmış kesimidir” derken tam da bunu anlatıyordu. İşçinin alın terinden maaş alan ama artık işçiye değil, kendi konforuna hizmet eden bir kast oluşmuştur.

Dolayısıyla taşınma kararına itiraz edenlerin bu bölümü, aslında devletli sendikal yapıya değil, kendi etki alanlarının daralmasına tepki gösteriyor. Gerçek sınıf muhalefeti değil, koltuk muhalefeti devreye giriyor.

Devletli sendikacılığın anatomisi

“Sarı sendika” terimi artık yetersizdir çünkü sarı sendika uzlaşmacı da olsa en azından ekonomik konularda sendikal kimliği taşıyabilir. Bugün sendikal bürokrasi, sermaye ile bile değil; doğrudan devletle bütünleşmiştir. Bu yeni biçim “devletli sendikacılık”tır.

DİSK, artık devlet politikalarının “danışma ortağı”dır. Çalışma Bakanlığı komisyonlarına katılır, hükümetle “ortak çalışma grupları” kurar. Bu durum, bağımsız sendikacılığı imkânsız kılmaktadır.

Artık meşruiyet tabandan yani işçi sınıfından değil, devletten gelir. DİSK’in 1 Mayıs’ı Taksim yerine izinli alanlarda kutlama ısrarı bunun göstergesidir. Bu anlayış, asgari ücret görüşmelerinde devletin belirlediği ücrete dair en ufak bir ses çıkaramaz çünkü doğrudan sınıfa değil sermaye düzeni içindeki çelişkilere dayanır, oradan beslenir.

Sendikal söylemde “işçi” yerine “emekçi vatandaş” ifadesinin öne çıkması da tesadüfi bir söylem değişikliği değildir. Bu ifade biçimi temel olarak sınıf antagonizmasını ortadan kaldırır, “ortak çıkar” yanılsaması yaratılır.

DİSK artık medyada görünür olmayı, sınıfta örgütlenmeye tercih etmektedir. Gerçek grev yerine basın açıklaması, fabrika işgali yerine tweet atmak uzlaşmacı çizginin doğrudan yansımasıdır.

Devletli sendikacılık, burjuvazinin “yeni faşist” dönem için bulduğu bir sigortadır çünkü devletin doğrudan baskısı yetmediğinde, devletin içinden konuşan bir “muhalefet” gereklidir. DİSK bu rolü üstlenmiştir. Beşiktaş, Çiğli belediyelerinde ve sayısız birçok örnekte, hatta burjuva muhalefetin kalesi olan İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde sermaye muhalefetinin, sermaye iktidarıyla olan sınıfsal ortaklığı, muhalif belediyelerdeki sendikaların da tüm tutumlarını belirlemiştir. Onlarca kişi “terör şüphesiyle” kod verilerek işlerinden edilmiş, sendika ise “sakın ses çıkarmayın yoksa siz de işinizden olursunuz” tehdidiyle işçi sınıfını susturmaya çalışmıştır.

Komünist perspektiften bir çıkış yolu

Komünist bir perspektif, sendikayı “sınıfın okulu” olarak görür. Marx, 1866 tarihli Birinci Enternasyonal Genel Konsey Raporu’nda, “Sendikalar, kendileri farkında olmasalar da işçi sınıfı örgütlenmesinin kurucu merkezlerdir. […] Sendikalar emek ile sermaye arasındaki gerilla savaşı için gerekli olsa da ücretli emek ve kapitalist egemenlik sisteminin aşılması için örgütlü özneler olarak daha fazla öneme sahiptir.” ifadelerini kullanmıştır. Bugün bu mücadele biçimi, bürokratik bir kabuğa hapsolmuştur.

Çıkış yolu, sınıf sendikacılığını yeniden ayağa kaldırmak için yeni bir devrimci hattı örmekten geçer. Bu hat, üç temel sacayağına dayanmalıdır:

1. Fiili-meşru mücadele

Yasaların sınırına değil, işçinin gücüne dayanmak. Grev yasağını değil, fiili grevi esas almak. Bugün metal sektöründeki grev yasaklarına rağmen işçilerin fiili direnişleri, geleceğin aydınlık yolunu gösteriyor. Depo işçilerinin bağımsız sendikalarla kazandıkları haklar, Anadolu’nun ücra köşelerindeki işçilerin, konfederasyonlara değil de devrimci sendikacılara bakıyor olması bu durumun gerçekliğini göstermektedir.

2. Taban komiteleri ve özyönetim

Sendikalar, profesyonellerin değil işçilerin örgütü olmalıdır. Her fabrikada seçilmiş, geri çağrılabilir komiteler kurulmalıdır. DİSK’in 1970’lerdeki komite pratiği, bugünün yeniden inşa zeminini oluşturmaktadır çünkü doğrudur. İlk tercih her zaman komiteler şeklinde örgütlenebilen mekanizmalar olmalıdır.

3. Siyasal bağımsızlık

Sendika hiçbir partiye eklemlenmemeli; ancak sınıfın devrimci partisinin yön göstericiliğini reddetmemelidir. Komünist parti ile sınıf örgütü arasındaki diyalektik bağ yeniden kurulmalıdır.

Bu hattın örnekleri dünyada da görülmüştür:

1970’lerde İtalya’daki otonomist fabrika konseyleri, Güney Amerika’da Bolivya Maden İşçileri Federasyonu, Polonya’da başlangıçtaki Solidarność deneyimi (sonradan yozlaşsa da) sınıf temelli örgütlenmenin gücünü göstermiştir.

Bu örneklerin hepsi, sendikanın ancak devletin dayattığı alanın dışında, sınıfın içinde var olabileceğini kanıtlamaktadır.

Bugün sınıf mücadelesi yalnızca fabrikalarda değil; taşeron ağlarında, kuryelikte, dijital platformlarda da tüm erdemiyle ancak yalnızlığıyla sürmektedir.

Komünist sendikal çizgi, yeni toplumsal proletaryanın, güvencesiz gençlik ordusunun, göçmen emekçilerin örgütlenmesini esas almalıdır.

Marx, “sınıfın kurtuluşu kendi eseri olacaktır” der. Bu ilke, bugün her zamankinden daha günceldir. Devlet dairelerinin koridorlarında değil, fabrika kapılarında kurulacak yeni sendikal hareket, ancak bu öz eylem ruhunu yeniden canlandırabilir.

Sınıf mücadelesi bitmedi!

DİSK’in Ankara’ya taşınması, bir dönemin resmî olarak bitişi olacaktır.

1967’de doğan devrimci sendikacılık hattı, 2025’te devletli sendikacılığa evrilmiştir. Bu süreç, yalnızca bir örgütün değil, bir bilincin çözülüşüdür.

Sendikalar kapatıldığında, komiteler kurulur. Komiteler dağıtıldığında, mahalle dayanışmaları doğar. Yasaklar konduğunda, fiili direniş yeniden yükselir.

Bugün yapılması gereken, DİSK’in bıraktığı boşluğu yeni bir sınıfsal mücadele hattıyla doldurmaktır. Bu hattın pusulası devletin değil işçi sınıfının çizgisidir; AB bayraklarının değil kolektif iradenin ürünüdür; protokollerin değil grevlerin yoludur.

İşçi sınıfının tarihi hâlâ sokaklarda, atölyelerde, madenlerin derininde, kuryelerin motosikletlerinde yazılıyor.

Ve o tarih, yeniden yazılmak üzere sınıfın öncülerini, devrimcileri bekliyor.

Sınıfın örgütü devlete taşınırsa, devlet sınıfın içine taşınır. Bizim görevimiz ise oldukça berrak şekilde ortadadır. Yeni bir devrimci hat örülecek, komite komite ağlar oluşturulacak, ve nihayet sınıf sendikacılığı sendikal burjuvaziyi darmadağın edecektir.

Sermaye düzeninin mezar kazıcılarına selam olsun!

Total
0
Shares
Önceki makale
Şarm El-Şeyh’te ABD Eksenli Bölge Planı

Şarm El-Şeyh’te ABD eksenli bölge planı

İlgili Gönderiler