Türkiye’nin dört bir yanında işçi sınıfının yoğun yaşadığı yoksul mahallelerde dikkat çekici bir gerçeklik kendini her geçen gün daha fazla gösteriyor. Bu gerçeklik ne yalnızca gençlerin yozlaşmasıyla açıklanabilir ne de sadece bir asayiş sorunu olarak görülebilir. Burada söz konusu olan; devlet-sermaye ikilisinin topluma dayattığı çelişkilerle biçimlenen ve emekçi mahallelerinde iyice yaygınlaşan bir çürüme hâlidir.
Emekçi mahallelerinde çeteciliğin yeşermesi, öncelikle sınıfsal ve yapısal bir sorundur. Bugün Türkiye’de işsiz gençlerin oranı yüzde 25’i aşarken, eğitim sisteminin özelleştirilmesiyle yoksul çocukların nitelikli eğitime erişimi neredeyse sıfırlanmıştır. Öte yandan, kent yoksulluğu ise sistematik bir şekilde artarak büyümektedir.
Devletin sosyal hizmet alanından çekildiği, eğitimin ticarileştiği ve kültürel kurumların yok edildiği Türkiye koşullarında çetecilik, adeta bir “hayatta kalma yöntemi” olarak meşrulaşıyor. Bu da bize çeteleri yalnızca “yasa dışı” değil, düzen içi yarı-yasal iktidar yapıları olarak ele almamız gerektiğini gösteriyor.
Çete düzeninin siyasal kökeni
Çetecilik yalnızca şiddetle değil, toplumsal ilişkiler alanında oluşturduğu alternatif “meşruiyet” düzeniyle de güç kazanır. İşsiz gençlere iş olanağı sağlayan, para kaynağı yaratan, yaşadıkları mahallelerde onlara bir saygınlık kazandıran bu yapılar, zamanla devletin onlara bıraktığı iktidar alanlarını doldurur. Devlet iktidarının kendisini tam anlamıyla kuramadığı yerde çetelere başvurulması, toplumsal meşruiyetin bozulduğu her yerde ortaya çıkan klasik hegemonya krizinin de göstergesidir.
Bütün bu unsurlar, çeteciliğin yalnızca bir zorbalık aygıtı değil, aynı zamanda bir ideolojik hegemonya aracı olduğunu gösterir. Çete liderlerinin bazı mahallelerde “kanaat önderi” gibi davranması, bu yüzden boşuna değildir.
Bugün çetecilik, devletle doğrudan çelişmez; devletin işine gelen alanlarda onunla işbirliği içinde çalışır. Özellikle toplumsal olaylarda sokağın kontrolünün sağlanması, devrimci kurumlara saldırı, grev kırıcılığı, işçi düşmanlığı gibi operasyonlar devlet eliyle çetelere rahatlıkla taşere edilebilir.
Doğasını savunduğu için talanın çıkar ortaklarından biri tarafından katledilen Reşit Kibar ya da tazminatını istediği için dövülerek katledilen Erol Eğrek örneklerinin gösterdiği gibi, çetelerin yöntemleriyle patronların işçiler karşısında başvurdukları yöntemler benzerdir. Devlet, bu yöntemleri kullananları değil, sorumluların yargılanmasını isteyenleri tutuklayarak şiddeti meşrulaştırmaktadır.
Devlet, tabi olduğu yasal sınırlardan dolayı uygulayamayacağı şiddeti bu taşeron yapıların uygulamasına göz yumar. Özellikle Kürdistan’da korucu aile çeteleri, büyük kentlerin “gecekondu” bölgelerinde faaliyet gösteren uyuşturucu baronları gibi örnekler, bu durumun somut örneklerindendir.
Mevcut illegal yapılar mahallelerde bu kadar rahat hareket edebiliyorsa, bu sadece devletin yönlendirmesiyle değil, aynı zamanda devrimcilerin mahallelerden devlet eliyle tasfiye edilmesiyle de ilgilidir.
Çeteciliğe karşı mücadele, basit bir çete karşıtlığı ya da “gençlere sahip çıkma” duygusallığı ile değil, net bir sınıfsal mücadele perspektifiyle yürütülmelidir. Çünkü çetecilikle mücadele etmek yalnızca suçla değil, doğrudan doğruya sermaye düzeninin ve devletin yarattığı ideolojik ve ekonomik sonuçlarla mücadele etmektir.
Sosyal medyada bir “imaj” çalışması
Çetelerin kurdukları örgütlenme ağlarının bir ayağı sokaklarsa, diğer ayağı da çevrimiçi platformlarda yürüttükleri propagandadır. Özellikle sosyal medya platformları, bu yapılar için hem kadro devşirme hem de mahalle gençliğini etkileme bakımından stratejik alanlar hâline gelmiştir.
TikTok videolarında paylaşılan lüks araçlı, silahlı gösteriler, Instagram hesaplarından paylaşılan lüks yaşam kesitleri ve kurulan kahramanlık anlatıları bu yapılar için birer propaganda aracıdır. Çeteler, kendilerini yalnızca birer şiddet örgütü olarak değil, sözde mahalleye sahip çıkan, adaleti kendisi sağlayan alternatif güç odakları olarak sunmakta, toplumsal meşruiyetlerini yaratırken sanal dünyayı da kullanmaktalar.
Sistemin gençliği yalnızlığa, umutsuzluğa ittiği bu tabloda sosyal medya, çeteler için bir kurtarıcıya dönüşüyor. Gençler ekran başında bu yapılarla karşılaştığında, kendilerine yöneltilmiş bir çağrı buluyorlar. Böylece dijital dünya, yoksul mahallelerde yalnızlaşan, öfkelenen ama örgütsüz kalan gençlerin önce zihinlerini, sonra bedenlerini teslim almanın bir aracı hâline geliyor.
Çeteler, “yasa dışı” görünse de aslında düzen içi rollerini burada da sürdürmektedir. Gençliği pasifleştiren, öfkesini sönümlendiren, örgütlü mücadeleye karşı bireysel kurtuluş masallarıyla oyalayan bu dijital içerikler, devrimci yapıların mahallelerdeki boşluğunu daha da görünür kılmaktadır. Mahallede adalet mücadelesini kolektif bir yaklaşımla inşa edecek bir devrimci odak olmayınca gençler, eşitsizlikleri ve adaletsizliği derinden deneyimledikleri hayatlarında “kardeşlik”, “sadakat”, “kendi kültürünü sahiplenme” duygularıyla çetelere yakınlaşıyorlar.
Dijital platformlarda yaptıkları propagandayla popülerlik kazanan çeteciliğe karşı mücadele artık yalnızca sokakta değil, aynı zamanda dijital alanda da sürdürülmelidir. Unutulmamalıdır ki çetelerin kurduğu bu propagandanın gücü kırılmadan, onların sokaklardaki güçleri zayıflatılamaz. Yani mücadele yalnızca mahallenin duvarlarında değil, ekranların arkasında da sürmektedir.
Diğer bir insan kaynağı: Tribünler
Farklı alanlarda örgütlenen çetelerin, yeni insan kaynaklarına ulaşmak ve prestijlerini artırmak için ele geçirmek üzere yöneldikleri bir başka önemli alan da tribünlerdir.
Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde tribünler yalnızca tutkunun değil, aynı zamanda politik ve ideolojik bir hegemonya savaşının alanı hâline gelmiştir. Bu savaşın taraflarından birisi de çetelerdir. Artık stadyumlar, sadece takım sevgisinin sergilenmediği, aynı zamanda yeraltı örgütlerinin kendilerini meşrulaştırdığı ve kendilerine kadro devşirdiği alanlara dönüşmüştür.
Tribünlerin bu dönüşüm süreci kendiliğinden olmadı. Bu dönüşüm, iktidar tarafından yürütülen sistematik bir tasfiye sürecinin sonucudur. Önce devrimci tribün kültürü yok edildi; ardından ortaya çıkan boşluk çeteler tarafından hızla dolduruldu.
Çetelerin tribünlerdeki örgütlenmesi, genellikle birkaç kişilik “çekirdek” grupların tribün grupları içine yerleştirilmesiyle başlar. Bu isimler çoğu zaman futbol sevgisiyle değil, mahallede “nam saldıkları” geçmişleriyle bilinirler.
Tribünlerde çeteciliğin en stratejik amaçlarından biri, yeni insanlara ulaşmaktır. Tribünde devşirilen gençler, zamanla mahalleye dönüp çete adına faaliyet yürütmeye başlar. Kavga organizasyonlarıyla başlayan süreç, uyuşturucu satışı ve tetikçiliğe kadar varır.
Bu gençler tribünden tanıdıkları “abiler” sayesinde iş bulur, korunur, yönlendirilir. Zamanla bu bağlılık bireysel olmaktan çıkar, ekonomik ve politik bir bağımlılığa dönüşür.
Çetelerin bu kadar rahat örgütlenmesindeki en önemli nedenlerden birisi, devrimci tribün kültürünün tasfiyesidir. Bir dönem halkın sesinin de kendine yer bulabildiği tribünler; siyasal baskılarla, polis operasyonlarıyla, medya linçleriyle sistemli bir şekilde susturuldu. Yerine ise sistemin işine gelen; milliyetçi, şiddet odaklı ama sisteme sadık bir “taraftar tipi” yerleştirildi. Bu dönüşümün ardından gençler, tribünde artık “özgürlük” ya da “adalet” aramıyor, yalnızca abi dedikleri çete elemanlarına sadakat ve sevgi duyuyorlar.
Örgütlü suça karşı örgütlü mücadele
Çetecilik, emekçi mahallelerinde yalnızca bir suç pratiği değil, neoliberal saldırı döneminde çöken kamusal yapının ve bilinçli devlet politikalarının sonucu olarak örgütlenmiş yeni bir egemenlik biçimidir. Bu gerçeklik, bizi sadece çetelere karşı çıkmayı aşan, geniş bir mücadele hattı örmeye zorluyor. Artık sokakla sınırlı olmayan; dijital mecraları, tribünleri ve toplumsal yaşamın başka pek çok alanını kapsayan çok katmanlı bir hegemonya mücadelesinin geliştirilmesi gerekiyor.
Devletin ve sermayenin birlikte inşa ettiği, yoksul gençleri çürüten bu düzene karşı verilecek mücadele sadece çetelere değil, aynı zamanda, hatta daha çok, onların arkasındaki siyasal ve ekonomik akla yönelmelidir. Bu yaklaşım, devrimci bir öznenin ve örgütlülüğün yeniden inşasını zorunlu kılar.
Sorun derindir, çünkü düzenin kendisi örgütlüdür. Çözüm de o derinlikte, o örgütlülükte aranmalıdır. Mahalleyi, sokakları, tribünleri ve zihinleri teslim almaya çalışanlara karşı verilecek yanıt, alternatif bir toplumsal düzenin örgütlü gövdesi olmalıdır. Şimdi görev, bu mücadeleyi bulunduğumuz her yerde büyütmektir.
Gençliğe yalnızca “karşı çıkmayı” değil, bir yaşam vaadi sunmak gerekir. Mahalle komiteleri, gençlik dayanışmaları, kültürel ve dijital mecralarda aktif bir şekilde sürdürülen devrimci üretim… Ne olursa olsun, inşa edilmesi gereken, her sokakta, her ekranda ve her tribünde görünür olan bir toplumsal örgütlenme modelidir.
Çetelerin örgütlü olduğu her yere örgütlü halkın gücünü taşımak, onların yoksul gençleri “sahiplenme” yalanına karşı kolektif mücadele yoluyla mahalleyi gerçekten sahiplenmek, tek çıkış yoludur. Çünkü bu düzen örgütlüyse, onu değiştirecek olan da ancak örgütlü bir halk hareketi olacaktır.