Filistin, Suriye, Irak, Libya, Yemen, Ukrayna, Kürdistan… Dünyanın dört bir yanında dünya savaşlarını aratmayacak sıcak çatışmalar sürüyor. Bunların yanında, Azerbaycan-Ermenistan, Çin-Tayvan, Hindistan-Pakistan, Kafkasya gerilimleri her an patlamaya hazır bomba gibi dünyanın siyasi fay hatlarını oluşturuyor. Birkaç yıl öncesine kadar askeri teknolojilerin gelişimi ve nükleer silahların gücü öne sürülerek dünya savaşının imkânsızlığından bahsedilirken bugünlerde dünya savaşının an meselesi olduğu konuşuluyor. Liberal siyasetçi ve yazarların maddi temelden yoksun barış temennilerinin aksine, mevcut siyasi-askeri gerilimlerin kaynağı Marksistler açısından ayan beyan ortadadır: Emperyalist-kapitalist sistemin hegemonya krizi!
Neoliberalizmin çoklu krizi
Uzun 20. yüzyıl iki dünya savaşına, soykırımlara, kitlesel göçlere ve ekonomik krizlere sahne olmuştu. Bugünkü siyasi tabloda, “tarihin sonu” tezlerini ortaya atanların emperyalist-kapitalist sistemi analiz etmekte ne kadar başarısız olduğunu görmek için herhangi bir konuda uzman olmak gerekmiyor1. 2008 ekonomik krizinin etkisiyle Batı Avrupa ve ABD gibi emperyalist merkezlerde dahi siyasal krizler ortaya çıkmış, neoliberal hegemonya ciddi darbeler almıştı. Düzenin hegemonyasını sağlayan merkez sol ve merkez sağ partiler zamanla güç kaybederlerken oluşan boşluğun sosyalistler tarafından doldurulamadığı koşullarda Trump’tan Bolsonaro’ya, Le Pen’den AfD’ye uzanan neofaşist akımlar, düzene karşı oluşan tepkileri arkasına alarak güçlenmeyi başardı. Bu süreçte SYRIZA, Podemos, Sanders, Corbyn gibi “radikal sol” siyasetin temsilcileri, özellikle seçimlerde kendilerine alan açmış olsalar da tutarlı bir düzen karşıtlığını sürdüremedikleri her örnekte zamanla etkilerini ve popülerliklerini kaybettiler.
Pandemi’nin etkisiyle beraber küresel kapitalizmin bel kemiğini oluşturan tedarik zincirleri krizi ortaya çıktı. Birçok kapitalist devlet, milliyetçi ve korumacı ekonomi politikalarını giderek daha çok benimsemeye başladı. Savaşlardan bahsederken siyasal arka planı ekonomik krizlerle açıklamamızın sebebi, bugün emperyalist-kapitalist sistemin “çoklu kriz” içerisinde olması. Bu çoklu krizin bir ayağını ekonomik kriz, diğer ayağını siyasal kriz oluştururken neoliberalizm bir bütün olarak rıza üretme kapasitesini yitiriyor
Dünyada gerilim artıyor
Bu krize karşı güçlü bir yanıt üretemeyen sosyalist özneler ya düzen içinde mevziler kazanma yolunu tutmuş ya da düzene karşı öfkeyi örgütleyecek siyasal ve örgütsel araçlardan yoksun bırakılmış durumda. Düzen içi araçların kullanılmasına ya da, Lenin’e referansla söylersek, “legal alanın istismarına” dair yeterince olumsuz örnek yakın geçmişte birikirken seçim başarılarıyla gündeme gelen güncel iki örneğin, Fransa’da Yeni Halk Cephesi ve Almanya’da BSW (Sahra Wagenknecht) hareketlerinin değerlendirilmesini başka bir yazıya bırakarak sosyalist devrimci siyasetin emperyalizmin hegemonya krizi karşısındaki güncel görev ve sorumluluklarına odaklanalım.
Çoklu kriz olarak ifade ettiğimiz mevcut konjonktürde ABD emperyalizmi, AB emperyalizmiyle birlikte Rusya-Çin bloğuna karşı mücadele ediyor. Orta Doğu, Afrika ve Asya-Pasifik ülkelerini doğrudan etkileyen bu rekabette Batı ittifakının etki alanı zayıflarken ekonomik alanda Çin, askeri alanda ise Rusya yeni mevziler kazanarak hegemonya krizini derinleştiriyor. Bölgesel çatışmalara yol açan ve dünya savaşı ihtimalini her geçen gün artıran siyasal arka planın temel dinamiği bu gerilimde aranmalı. Yukarıda bahsedilen bloklar arasındaki çatışmalar ve bu blokların kendi iç gerilimleri detaylı bir incelemeyi gerektirse de bu yazının sınırlarını zorlamamak adına mevcut koşullarda sosyalistlerin ulusal ve uluslararası ölçekte izlemesi gereken politikaya dair cevaplar vermeye çalışacağız.
İki bloktan birine yaslanmak mı bağımsız hat mı?
Emperyalist hegemonya savaşına dair en yakıcı soruyu lafı hiç dolandırmadan soralım: İçinden geçtiğimiz dünya konjonktüründe Batı emperyalizmine karşı bu hegemonyayı zayıflatan Rusya-Çin bloğunun, Orta Doğu özelinde ise Direniş Ekseni’nin tarafında mı olmalıyız yoksa iki kutuptan bağımsız üçüncü bir yol mu açmaya çalışmalıyız?
İşçi sınıfının iktidarını hedefleyen bir strateji bağlamında yanıtlamaya çalışacağımız bu sorunun cevabı elbette tek bir yazının içinde verilemez. Bu, bir tür kafa karışıklığından ziyade yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi daha ayrıntılı analizlere ve yoğun bir tartışma sürecine olan ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Bu yüzden, derinleştirilmek üzere belirli tespitleri yapmakla yetineceğiz.
Sosyalist hareket içinde kimi örgütler, ABD emperyalizminin karşısında hegemonya mücadelesi veren Rusya, Çin veya İran gibi kapitalist devletleri desteklemeyi işçi sınıfının çıkarına görüyor. Bu siyasi tutumun anlaşılabilir nedenleri olsa da iki önemli zafiyet içeriyor. Öncelikle, hegemonya mücadelesi içerisinde olan iki kutuptan biri tercih edildiğinde, bu mücadelenin bir parçası olan Rusya gibi ülkelerin sosyalistleri için düzenin bir kanadına yaslanarak siyaset yapma tehlikesi ortaya çıkıyor. Uluslararası ölçeğe baktığımızda ise sosyalist siyasetle hiçbir şartta yan yana gelemeyecek, hatta fiili olarak sosyalistlerin önüne engel koyan siyasetlerle ortak cephe politikaları ortaya çıkabiliyor. Orta Doğu’da sosyalist siyaset henüz böyle bir güç biriktiremediği için bu somut tehlikeyle karşılaşmamış olsa da güçlendiği durumda, Direniş Ekseni’nin yanında durmayı tercih edenlerin böyle bir açmazla karşılaşacağı aşikâr. Öte yandan, Türkiye gibi tarihsel olarak her zaman Batı ittifakının yanında yer almış NATO üyesi olan bir ülkede, anti-emperyalist siyaseti önüne koyanlar en azından kendi ülkesi için “devrimci yenilgicilik” politikasını uygulamaktan geri durmamalıdır.
Diğer bir açıdan baktığımızda ise, sosyalistlerin bağımsız bir üçüncü yol stratejisini takip etmesini önermek daha doğru ve ilkeli olsa da bu stratejinin pratikteki karşılığını oluşturmak zorlu bir görev olarak karşımızda duruyor. Lenin, 1. Dünya Savaşı’nda şöyle diyordu, “Gerici bir savaşta devrimci bir sınıf kendi [burjuva] hükümetinin yenilgisinden başka bir şey arzulayamaz.” Lenin’in emperyalizm teorisine ve Bolşeviklerin dünya savaşı deneyimine baktığımızda, sosyalistlerin devrimci yenilgiciliği savunarak kendi burjuvazilerinin yenilgisini hedeflemeleri ve ülkeler arası savaşı sınıflar arası bir iç savaşa çevirmek için mücadele etmeleri gerektiğini görüyoruz. Siyasal karşılığının yaratılamadığı her durumda propagandif düzeyde kalma riski olan bu tutumun toplum içinde örgütleneceği araçlar geliştirilmeli, bu ilkenin karşılığı pratikte yaratılmalıdır.
Sonuç olarak, emperyalizmin insanlığı üçüncü bir dünya savaşının eşiğine getirdiği günümüz dünyasında sosyalistlerin savaş karşısında izleyeceği siyaset, önümüzdeki dönem için belirleyici olacaktır. Çelişkilerin yoğunlaştığı, belirsizliğin ve karmaşıklığın siyasetten ekonomiye her alana sirayet ettiği bir dünyada güncel sorulara Marksist yöntemin bize sağladığı araçlarla cevaplar üretmeliyiz. Barışın en tutarlı savunucularının sosyalistler olduğunun bilinciyle, emperyalist savaşa karşı halklar arasında barış mücadelesini yükseltmeye devam edeceğiz.
- Fukuyama, Francis. Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Zülfü Dicleli, Profil Yayıncılık, 2016 ↩︎