6 Şubat Depremi, Vatan Hastanesi önünde, enkazın üzerinde duran insanlar.

Harita mühendisi Kenan Kantarcı: “Antakya’nın ışıkları tekrar yanacak!”

6 Şubat depremlerinin ardından geçen ikinci yılı geride bırakıyoruz. 50 binden fazla insanımızı yitirdiğimiz facianın yaraları hâlâ sarılmaya çalışılıyor. Depremin en ağır darbe vurduğu şehir olan Hatay’da, kentin neredeyse sıfırdan yeniden kurulma süreci de devam ediyor. İktidar temsilcileri tarafından önce bir yıl içinde, en son 2025 yılı sonuna kadar Hatay’ın ayağa kaldırılacağı söylense de bunlar içi boş birer söylemden ibaret kaldılar. Şehrin ihtiyacı olansa mağdur insanların ihtiyaçlarını temel alan, bilimsel gerçeklere dayanarak yürütülecek bir yeniden inşa süreci.

Kentin yeniden inşa süreci devam ederken, ömrünü Antakya’ya adamış, deprem sonrasında ise Antakya’dan neredeyse hiç çıkmamış olan harita mühendisi Kenan Kantarcı’yla konuştuk. Kenan Kantarcı, 40 yıldır yaptığı çalışmalarla Antakya’nın detaylı bir arşivine sahip. “Kırk yılda yaptıklarımı büyük bir ihtimalle beş yıl içerisinde tekrarlayacağım” diyen Kantarcı, ne kadar yoğun bir sürecin içinde olduğunu özetliyor. “Memleketimi bırakıp gitmek, ne fiziken ne de ruhen mümkün” sözleriyle Antakya’ya olan bağlılığını dile getiren Kantarcı, 6 Şubat’ın ikinci yıl dönümünde şehrin yeniden ayağa kaldırılması adına hangi noktada olduğumuz konusunda hem deprem mağduru bir vatandaş olarak hem de bir mühendis olarak değerli görüşlerini bizimle paylaştı.

Kenan Kantarcı
Kenan Kantarcı

“Bizim derdimiz, her şey doğru yapılsın, mühendislere, akademisyenlere danışılarak yapılsın.”

Öncelikle, depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen halkın temel ihtiyaçlarına ulaşması ve halk sağlığı açısından oluşan tabloyu konuşabiliriz. Sık sık ve uzun süreli elektrik kesintileri, temiz suya erişim gibi temel problemlere ek olarak ekipman yetersizliği, doktor yetersizliği ve hastanelerin yıkılmış ya da zarar görmüş olması sebebiyle halk, sağlık hizmetlerine de erişmekte güçlük çekiyor. Bu sorunlar ne kadar çözülebildi?

Ben işin teknik yönünü de ele alarak konuşacağım, dolayısıyla herhangi bir vatandaşın reaksiyonunu göstermeyebilirim. Her şeyin bir yapım süresi var, teknik altyapı var. Bunların farkında olarak olaya veryansın ederek yaklaşmayabilirim. Başlangıçta çok ciddi sorunlar yaşandı. Bahsettiğiniz gibi elektrik kesintileri, sağlık ile ilgili problemler oluştu. Üniversite hastanelerimiz de dahil olmak üzere hastanelerimizin belirli bir kısmı zarar görmüştü zaten. Ameliyathaneler devreye giremedi, tomografi gibi tıbbi cihazlar devre dışıydı, röntgen çekimleri ayrı bir işkenceydi. Daha sonra kurulan birtakım hastanelerle devlet, bu eksikleri gidermeye çalıştı, çalışıyor. Eksik elbette var, ancak bununla beraber mevcut çalışan sağlık çalışanların hepsi oldukça yoruldular, yıprandılar. Bu insanlardan da çok yüksek efor beklemek biraz vicdansızlık olur gibi geliyor. Buna rağmen emin olun ki ellerinden geleni yapıyorlar, ben bunları bizzat görüyorum.

Depremle birlikte yok olan bir elektrik altyapısı vardı. Şehrin yeniden inşa çalışmaları sırasında elektrik kesintileri olması bu anlamda doğal. Ben veryansın etmenin yersiz olduğunu düşünsem de şikâyet eden insanların tepkilerine de hak veriyorum. Ancak yine de daha ihtiyatlı yaklaşmak gerekiyor.

Konunun bir de koordinasyon eksiğiyle ilgili kısmı var. Örneğin, geçtiğimiz günlerde, rezerv alan ilan edilen bir bölgenin inşaat çalışmaları yapılırken ana hat patlatıldı, bu patladığında da elektrik kesiliyor doğal olarak. İnşaatları yapan firmaların, bu işi yaparken elektrik dağıtım şirketiyle iletişim içinde ilerlemeleri gerekirken, şirketlerin başındakiler kendilerini memleketin sahibi gibi görüyor ve ona göre hareket ediyor. Tek başınıza yapamazsınız, bir koordinasyon gerekiyor. 10 yıl kadar önce, dönemin büyükşehir belediyesi bayağı bir uğraşarak coğrafi bilgi sistemi kurmaya çalışmıştı ancak bu devreye girememişti. Bu sistemle elektrik, su altyapısı en ufak detayına kadar tespit edilip haritalandırılmış olacaktı. Şu andaki belediyenin de bunu yapması gerekiyor, bu konuyu da görüşeceğiz zaten. Böyle bir sistem olmayınca, çalışmalar deneme yanılmayla ilerliyor, sorunlar çıkıyor. Hâlbuki bu tip bir sistemle beş dakikada her şey tespit edilebilir.

Belki de hiçbirimiz bu kadar kötü bir tabloyla karşılaşacağımızın hayalini dahi kuramadık, koca bir şehir dümdüz oldu. Bundan sonraki çalışmalarda, bu olay bizim başımıza gelecek olsa da olmasa da, bu tecrübenin dersleri mutlaka not edilmeli, eksikliklerin giderilmesi konusunda ciddi gayret harcanmalı. Yoksa aynı tabloyu, aynı şekilde bizden sonraki kuşaklar ya da biz bir daha yaşayabiliriz. Bunun önüne geçmemiz lazım.

Barınma hakkıyla ilgili olarak, şu ana kadar depremden yaklaşık iki ay sonra AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 650 bin konut vadedilmişti. Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, Hatay’da 254 bin konutun inşa edileceğini söylemişti. Bu konutların, Hatay’da 32 bini teslim edilmiş. Bir yıl içinde Hatay’ı yeniden inşa etme vaadine bugünden bakınca nasıl yaklaşıyorsunuz?

Gerek cumhurbaşkanının, gerekse bakanların söylemlerini siyasi olarak kabul ediyorum. Samimiyetle söylüyorum, bir mühendis olarak onların söylemlerini kabul etmem, verilen söz yerine gelir diye okumam mümkün değil. Böylesi bir yıkımdan sonra bu şehri iki yılda ayağa kaldırmak, olanaksız.

6 Şubat’tan sonra yaklaşık bir yıl boyunca artçı sarsıntılar oluştu. Sarsıntılar varken beton dökme şansınız dahi yok. Bir yılımız sarsıntılarla geçti. Kaldı ki bazı yerlerde bu süreçte inşaatlar başlatıldı. Düşünsenize, beton dökülüyor, o gün ya da hemen ertesi gün bir sarsıntı oluyor. Ben statikçi değilim ama akademik bilgisi olan arkadaşlarımızın görüşlerine danıştığımızda, deprem devam ederken inşaatın başlayamayacağı cevabını alıyorduk. Dolayısıyla, bir yılda şehri ayağa kaldıracağız denilmesine sadece tebessüm ederim.

Geriye dönüp baktığımızda, en sıkıntılı evremiz, binaların yıkılması ve molozların kaldırılma süreci oldu. Bunlar gerçekten, o süreçte tamamen hukuka, tekniğe, birtakım prosedürlere aykırı çalışmalarla yapıldı. Önlerine gelen en yakın bölge, moloz döküm sahası ilan edildi. Bu sahalarda yapılan çalışmalar ise hem molozların dökülmesi hem de bunun çevreye vereceği zarar bakımından apayrı bir konu. Molozların kaldırılması lazımdı, evet! Ama keşke bir ay daha düşünülüp daha doğru karar verilseydi. Bir ay geç kaldırılması inanın hiç sorun olmazdı. Doğruyu yapmak daha önemliydi.

Örneğin; Serinyol’da dört tane su kuyumuz var, büyükşehir belediyesi kullanıyor. Şehre su veren kuyular bunlar. Dört tane su kuyusunun 200 metre yan tarafında kocaman bir moloz tepesi oluştu. Bunu yapamazsınız! Kaldırılan molozların önemli bir kısmı eski inşaat malzemeleriyle yapılmış, asbestli malzemeler. Her yağmur yağdığında, belirli bir süre içerisinde su kuyularına asbest karışacağını söyledi jeoloji uzmanı arkadaşlarımız. Şehrin suyunun zehirlenmesi demek bu.

Enkaz kaldırma işlemleri bitti mi yoksa devam ediyor mu peki?

Yıkımı durdurulmuş yapılar vardı. Mahkeme kararları geldikçe bu yapılar yıkılıyor ve onların molozları kaldırılıyor. Burada büyük bir sıkıntı daha var. Yıkılacak binanın çevresinde yaşayan insanlar oluyor. İnsanlar korkusuzca, hasarsız binalarda yaşıyor. Dibindeki apartman yıkılıyor. Bu yapının, tabii ki de, mutlaka yıkılması gerekiyor, itirazımız olamaz. Ancak, benim de rahmetli babamın evinde yaşadığımız şey, örneğin; duvarda çok hafif çatlaklar varken, yan tarafta betonu demirden ayıklamak için vurulan hiltinin yarattığı sarsıntıyı, biz emin olun 6 Şubat’ta saat 4:17’de hissetmedik. Onca uyarıya rağmen ayıklama işlemi aynı şekilde devam ediyor. Böyle olunca, bu sefer sağlam olan apartmanda yaşayan insanlar riske sokuluyor. Kavga ettiğimiz konu esasen bu.

Bundan şikâyet ettiğimizde de dünyanın tehdidini yedik. Biz 6 Şubat’ta tabutun içinden çıktık, tehditlerin bir önemi yok. Bizim derdimiz, her şey doğru yapılsın, mühendislere, akademisyenlere danışılarak yapılsın. Buna sadece siyasetçiler, yöneticiler karar veremezler. Böyle bir hakları da yok. Teknik bilirkişi bir rapor sunar, bu rapor doğrultusunda işlemler yapılır. Tam bir muz cumhuriyetindeydik. Taşeron şirketleri kontrol edemeyecekseniz, idareci koltuğunda da oturmamanız gerekiyor.

“Mevcut rezerv alanlarda yapılan yapıların denetimlerine STK’lar da katılsın.”

Zemin çalışmaları ve yeni yapılan, farklı özel şirketlere ihale edilen inşaatlar gerektiği gibi denetleniyor mu? Demokratik katılımın ve denetimin örgütlenmesi bağlamında zemin etütleri ve proje detayları TMMOB ile detaylı şekilde paylaşılıyor mu?

Benim zaman zaman dile getirdiğim, yerel basına da yansıyan bir söylemim olmuştu. Mevcut rezerv alanlarda yapılan yapıların denetimlerine STK’lar da katılsın diyorum ben. Denetleyenin kim olduğu belli olsun, herkes bilsin. Mimar ve Mühendis Odaları (MMO) olarak bizler de görelim. Bununla ilgili ne yazık ki herhangi olumlu bir gelişme yaşanmadı. Bir kopukluk var. Oysa bunun sosyal yönünü devlet düşünmüş olsa, “Biz sizin evlerinizi yapıyoruz, odalar da denetimlerine katılsın, siz de burada otururken gönül rahatlığıyla oturun” diyebilirlerdi.

Sosyal medyaya yansıyan görüntüler de mevcut, beton dökme işleminin düzgün yapılmadığı durumlar var. TOKİ inşaatlarında dahi duvarların yanlış örüldüğü bir tabloyu görebiliyoruz. Bunların hepsi belgeli. Vefat eden birçok insan, bina yıkılmasa da, çöken duvarın altında kaldığı için can verdi. Benim ablamın omurgasında aynı sebeple üç kırık oluştu. Dolayısıyla, bu ciddi bir sorun.

Rezerv alanda yapılan yapıların kaba inşaatlarına ve projelerine baktığımızda, bazı temel sıkıntılar var. Birincisi, zemin güçlendirme çalışmaları. Sosyal medyaya yansıyanlar var, temel sondaj kazılarında, doğru teknikle beton dökülmüyor. Tabii tüm inşaatlar için geçerli değil. Bazı inşaatlarda gösterilen disipline de haksızlık etmememiz gerekiyor. İsim söylemeyeyim, ama bazı firmaların denetimi, gayet iyi. Bu firmalardan birisinin yaptığı bir evde rahatlıkla kalırım ben. Ama bazı firmaların yaptıklarını kabul etmek mümkün değil.

Bir diğer konu, akşam kalıba dökülen betonun sabah çatlamış ya da çözülmüş olması. Bu hemen gerçekleşmeyebilir, beton dökülüp ev yapıldıktan sonra da olabilir. Bu betonun ömrünün ne kadar olacağını bilmemiz gerekiyor. Ömrü 20 yılsa, 20 yıl sonra yenileneceğinin bilinmesi gerekiyor. Bu bir tedbirdir. Bunların hiçbirinden haberimiz yok, her şey yanlış değil ama bu tip sorunlar, soru işaretleri oluşturuyor.

Yani, MMO gibi, yetkisi sorgulanmayacak bir kuruluş yerine denetim işinin firmaya bırakılması, bir standart oluşmasını engelliyor ve güven problemi oluşturuyor. Belki de yine yıkılacak binalar inşa ediliyor, değil mi?

Toygarlı dediğimiz bir mahallede TOKİ konutları var. Gerekçesi nedir, bilmiyorum; ama inşaat üçüncü kattayken karar verip yıktılar. Bu bize, o inşaatın denetlendiğini gösteriyor. Ama Dikmece’de, Hassa’da bir yerde, yapıların inşaat devam ederken temelden itibaren eğildiği ve eğilmeyle beraber firma tarafından yıkıldığı örnekler var. Yeterli seviyede etüt çalışması ve denetim yapılmadığında, bilimsel temelden uzak projelerin geliştirildiği anlamına geliyor bu sonuçlar. Böyle örneklere bir iki yerde bile karşılaşılınca, her yapıya şüpheyle bakmaya başlıyorsunuz. Tabii ki tüm inşaatlarda hata yapılmıyor, halkımız da rahat olsun. Ancak bu tip firmalardan bir ev bana çıksa orada oturmak istemeyeceğimi söyleyebilirim.

“Bizim mücadele etmemiz gereken en önemli konu, rezerv alan uygulamasının hukuki yönüdür.”

2023’te Rezerv Alan Yasası yürürlüğe girdi. En geniş uygulandığı alan ise Hatay. Şu ana kadar Defne ve Antakya’nın mahalleleri başta olmak üzere, pek çok alan rezerv yapı alanı ilan edildi. Bu kapsamda az hasarlı ya da hasarsız raporuna sahip binaların dahi tahliyesi istendi. Hatay’da bu konuda sizin gözlemleriniz ne yönde?

Ben kendi deneyimime dayanarak rezerv alanı değerlendirdiğimde, yasanın kendisine karşı çıkmıyorum. Harita mühendisi olduğum için, rezerv alanın dışında kalan yapıların inşaatı için benimki gibi lisanslı bürolardan evrak alır insanlar. Bu süreçte anlaşamadığı için inşaata başlayamayan çok örnek gördüm. Yapılması gereken inşaatlar ya başlayamıyor ya da maliyetler yüksek olduğu için ilerleyemiyor. Bizim mücadele etmemiz gereken en önemli konu, rezerv alan uygulamasının hukuki yönüdür. Hukuki haklarımız ne olacak, yapılar hangi şartlarla teslim edilecek, hak kayıpları nasıl değerlendirilecek, ölçüler ne olacak gibi soruları sormamız lazım.

Rezerv alanda, örneğin, bir daire sahibiyle beş daire sahibi aynı ücreti ödemeyecek sanıyorum ki. Orası tamam. Ancak bir dairesi olan için de beş dairesi olan için de geçerli olmak üzere, bu dairelere kim, nasıl fiyat biçecek? Kimseyi mağdur etmeden insanları birer daire sahibi yapabilecek misiniz? Bunların hepsi soru işareti.

Anahtar teslim ederken, vatandaşlara borç kağıdı olarak miktarı boş olan bir kağıt imzalatmaya çalıştılar. Bu bir belirsizliktir örneğin. Bizi en çok düşündüren, Diyarbakır Sur’da yapılan işler. Hendek olayları sırasında yok olan tarihi evlerin yeniden inşası sırasında çarpıklıklar oldu. Yapıların, eski şehrin yerini tutamayacak kadar kötü olması bir tarafa, şahıslara da “bunları alabilirsiniz” dendi ama tapu şerhlerinde ciddi ipotek bedelleri vardı. Oradaki halkın bu bedeli ödeme gücü yoktu. Bu, mülkiyete el koymadır.

Burada da aynı şeyin farklı bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Ben hak sahibiyim, bana bir daire verilecek, ben o dairenin parasını ödeyebilirsem daire benim olacak. Ödeyemezsem, ben ölene kadar orada oturacağım, ben öldükten sonra daireyi alacaklar. Tamam ama ben diyelim ki eşimle yaşıyorum. Ben öldükten sonra eşime ne olacak? Eşimi sokağa mı atacaksınız? Ben hayatım boyunca emeğimle edindiğim bir daireyi çocuğuma bırakamayacak mıyım? Rezerv alanın bu tip uygulamalarına karşı çıkmak gerekiyor.

Asıl öfke yaratan uygulama, az hasarlı ya da hasarsız binaların yıkılma kararları aslında. Akevler Mahallesi’nde üç günlük itiraz süresiyle cuma günü tebligat asılmış, mahalleli direnerek kararı geri çevirmişti örneğin. Antakya’da, Defne’de hâlâ devam eden süreçler var.

O çok ciddi bir sıkıntı. Kesinlikle katılıyorum. İnsanlar yaşamlarını az hasarlı ya da hasarsız binada sürdürürken birdenbire, “hadi boşaltın” diyorlar. İnsanların eşyası var, hayatı var, nereye gidecekler? Kümeste tavuk mu bu insanlar? Bir yerde, bu aslında taciz, ürkütme, bezdirme baskısı. Bunun ne hukuki, ne sosyal ne de insani yönü var. Bu insanlara dersiniz ki, “Arkadaşlar size böyle bir yer tahsis ettik.” Evine yerleşmiş birini de 21 metrekarelik konteynere sığdıramazsınız. Rezerv alanlarda bitmiş konutlar var; o binalar illa ki yıkılacaksa, kuraya tabi tutulmadan, boşaltılması gereken evlere bu insanları, devlet kendisi maliyetleri karşılayarak taşısın. Taşınmak bile ciddi bir maddi güç gerektiriyor çünkü. Toygarlı’da, Dikmece’de vs. bir daire tesis edin, insanları tüm komşularıyla birlikte aynı yere taşıyın ayrıca, böylece sosyal/kültürel bir yıkım da oluşmasın. Yıkılan binanın yerine yenisi dikilince de aynı kişileri bu sefer yine devlet geri taşısın, yerinde dönüşüm olsun. Ama “üç gün içinde çıkın” demenin ne insani ne hukuki yönü var. Bizim evimiz yeterince başımıza yıkıldı zaten!

İnşaatlarda çalışan işçilerin durumu bile içler acısı. Rezerv alanlarda sabaha kadar inşaat çalışmaları devam ediyor. Gürültü, patırtı, toz… O alan içinde çalışan işçiler, orada nasıl uyuyorlar? Hangi güçle işe devam ediyorlar? İşin kalitesini de düşürecek unsurlar bunlar.

“Türkiye’nin hukuka çok ihtiyacı var!”

Hatay’da deprem sonrasında taş ocakları açılmıştı. Toprağın ve suyun kirlenmesi başlı başına bir sorunken, Samandağ’da açılan kaçak bir beton santrali, mahkeme kararlarına ve belediyenin itirazlarına, hatta mühürlenmesine rağmen faaliyete devam ediyor. Kimyasal karışmış toz, hem insanların sağlığına etki edebilir hem de tarım arazilerine zarar verebilir. Beton santraliyle alakalı son durum nedir?

Ben bu işi bir tek cümleyle özetlemek isterim: Türkiye’nin hukuka çok ihtiyacı var!

Bir defa beton santrali gibi bir tesis kurulurken veya taş ocağı gibi bir tesis kurulurken, siz eğer Çevre Değerlendirme Raporu (ÇED) istemezseniz, orada işlemlerin nasıl bir hukuka dayanarak yapıldığını bilemezsiniz. İşin hızlı bitmesi lazım, şehre beton santrali gerek, tamam, ama varsın altı ay sonra bitsin. Yeter ki doğru yapılsın. Burada yaşayan çocukların 15 yıl sonra ciğerlerinde nasıl hastalıklar çıkacağının garantisini kimse veremez. Bunun sorumlusu da bu kararı alanlar, onayı verenlerdir.

Dolayısıyla, bu ülkede en büyük ihtiyacımız hukuk. Betonun santralden çıktıktan sonra inşaata yetiştirilmesi için belirli bir süre vardır. Bu sebeple, beton santralleri merkezlerden çok uzak olamaz. Ancak şehrin ortasında da kocaman bir beton santrali kurulamaz. Rezerv alanlar ilan edildi, bu alanlar içinde küçük bir santral, gerekli filtreler ve koruyucu önlemler uygulanarak kurulsun, beton gideceği yere yine zamanında yetişir. Ama bir beton santrali kocaman bir alana etki edince bu sorunları yaşıyoruz. Önlem yolları var, ancak bunlar ekonomik olarak birilerine dokunduğu için bu önlemler alınmıyor. Bu ciddi bir sorun.

Firmalara maliyet getirdiği için firmalar buna karşı direndi. İşleri alanların siyasi diyalogları da herkesin bildiği şeyler. Bu yüzden bazı şeyler, yapılması gerektiği gibi yapılmadı, bunu çok rahat söyleyebiliriz. Şehrin ortasında bir beton santrali! Bir akşam üstüydü, bir bulut olarak gördüm önce, sis çöktü sandım. Yanımda oturan bir arkadaşım, bu sis değil, beton santralinden çıkan toz dedi. Kimsenin bunu yapmaya hakkı yok! Her şey para değil!

Ulaşım sorunu da merak edilen bir konu. Özel araçlara bağımlılık söz konusuydu. Şu ara toplu ulaşım, çok da yaygın ya da oturmuş durumda değil. Ayrıca, TOKİ de olsa yeni inşa edilen yerler hep şehir merkezinin dışında. Daire teslimleri de sürüyorken, oranın tüm ulaşım altyapısı da çalışır durumda mı?

Ulaşımla ilgili sorunlar ne yazık ki şu anda oldukça yüksek. Günün belirli saatlerinde, şehrin çoğu yerinde trafik kilitleniyor. Benim düşüncem, bunun bir sebebi, şehrin nüfusunun her geçen gün artması, yani aslında Hatay için iyi bir şey. Şu ana kadar yapılan konutların büyük bir kısmı yeni yerleşim yerleri oldu. Toygarlı, Koçören, Dikmece gibi yerler buralar. Altyapılarıyla ilgili birtakım sorunlar var. Bazı yerlerde otoyollar yapılmaya başlandı. Görsel olarak güzel görünse de dayanıklılıkları konusunda soru işaretlerine sahibim. Oğlakören’e bir otoyol yapıldı, merak ettim, gidip bir ölçeyim dedim. 6-8 santimetre beton asfalt ölçtüm. O asfalta araç falan dayanmaz. Yol yaptık denilmesine yarar. Hele ki ağır araçlar orada kullanılacaksa orası dayanamaz.

Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı’na da teşekkür etmem gerekir aslında, görsel olarak da görülen birtakım hizmetler yok değil. Görsel olarak da görülen, sosyal yönü de olan çalışmalar var. Her şey mükemmel değil tabii ki, ama yerleşim yerlerinin inşası için gayret edildiğini söyleyebilirim.

“Sonuçta nasıl bir Antakya çıkacağı konusunda büyük endişelerim var.”

Alanınız harita ve kadastro olduğu için kentin bir arşivi, tarihi yapılar da dahil, elinizde. Bu yapıların kentin tarihsel ve kültürel dokusuna da uyumlu olacak şekilde restore edilmeleri gerekiyor. Ancak bu restorasyon çalışmaları tartışmalara açık ilerliyor. “Botokslanmış gibi sahte bir Antakya ortaya çıkarması” endişesinin karşısında ne gibi çalışmalar yapılıyor?

Bahsedilen yerler kentsel sit alanı içinde. Dışıyla ilgili çalışmalardan övgüyle bahsettim aslında, bazı aksaklıklara sahip olmalarıyla birlikte. Ancak tarihi kentsel sit alanı içindeki çalışmalarla ilgili aynı şeyleri kesinlikle ifade edemem. Uzağa gitmeyeyim, size söyleyeceğim şey, Ortodoks Kilisesi’nin karşısında vakıflara ait bir yapı var, Saray Caddesi’nin biraz altında. O yapı, deprem öncesinde dümdüz bir hattı. En fazla balkon çıkıntıları vardı. Kilisenin karşısındaki yapıyı inceledim, istikametten dışarı çıkmıştı, yaklaşık 60-80 santimetre arasında sapması var. Taş duvarlar örülmüş, bunlar örülürken kullanılan malzemeden örnek alıp ufalamaya çalıştım ve elimle bunu una çevirdim.

Branşımla alakalı ölçüm de yaptım. Ölçtüğümde gördüm ki bu yapı kendi kadastral sınırının dışına bir taraftan 70, bir taraftan da 75 santimetre taşmış. Ortalama 70 santimetre yola taşmış yani. Bu yapıya kim, nasıl ruhsat verecek? Sağlam olup olmaması da ayrı bir dert. Tarihi tescilli yapıların yapımında, görsel olarak dahi, yapıların kalitesizliği hiç bu işi bilmeyen birisi tarafından bile fark edilebilir. Deprem öncesi, ikindi sıralarında eski Antakya’da bir tur atar geri dönerdim ofisime, yoğunluğu stresi atmak ve rahatlamak için. Şimdi eski Antakya’yı oluşturdukları zaman başıma taş düşer diye buna cesaret edebilir miyim bilmiyorum.

Ulu Cami’nin çalışmasında ciddi bir disiplin olduğunu söyleyebilirim. Bu caminin bir daha yıkılmayacak bir inşaatla restorasyonu sürüyor. Titizlikle ilerliyor. Ama aynı şeyi Habib-i Neccar Camisi için söyleyemiyorum. Duvar örülüyor, daha duvar örülürken çatlamalar, yıkıntılar oluşuyor. Birkaç yıl sonra ne olacağını varın siz düşünün! Kullanılan malzemenin kalitesi, yapım sırasında da işçilik kalitesi endişe yaratıyor.

Aslında adı restorasyon olsa da bu restorasyon değil gibi. Replikasını yapmak, restorasyon değil sonuçta. Orijinal yapının orijinal malzemesinin mümkün olduğunca kullanılması gerekiyor. Ancak enkaz kaldırma çalışmaları sırasında tarihi yapıların malzemeleri de moloz gibi işlem görüp kaldırıldı. Kaldırılmamış olanlarda da titizlik konusunda eksiklik görülüyor. Bu konuda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bir çalışması var mı?

Burada çok şey beklememiz gerektiğini düşünüyorum. Depremin ilk aylarında, molozların büyük bir kısmı kaldırıldı ve diğer moloz alanlarına döküldüler. Kültürel değeri olan taşlar, Diyarbakır Sur’daki taşlar gibi başka bir yere mi gönderildi, genel moloz yığını içine mi atıldı bilemiyorum. Bize bu taşların Adana’ya gönderildiği duyumu geldi, sadece duyum. Bu işlerin başında olan, Kafkas Üniversitesi’nde doçentlik yapıp kazı başkanı olan, her sabah öğrencilerini kazıya gönderirken elini öptüren birisi. Antakya’nın molozlarının toplanması ile ilgili yetkili kıldılar bu şahsı. Molozların kaldırılmasıyla ilgili teknik bir uygunluğu yoktu. Elimde hepsinin belgeleri var. Yedekleyerek bıraktık ilgili yerlere.

Burada yapılan usulsüzlüklerin haddi hesabı yok. Bizim bazı kavgalarımızdan sonra, kentsel sit alanlarından toplanan molozların, bir yerde kiralanan alanlarda biriktirilmesiyle işlem değiştirilmeye başlandı. Falanca parselin moloz birikintileri şuraya yığıldı diye söylendi. Bu da ciddiyetsiz ilerledi ki bunu da dile getirdik zaten. Hangi molozun hangi parsele ait olduğunu nasıl tespit edebiliyorsunuz? Hangi parselin bu? Bir mülki amir, “Gidin arkadaşa gösterin” dedi bir gün. Elinde cep telefonuyla konum görerek beni o parsele götürdü. Elindeki cep telefonunun hatası bazen 5-10 metreyi bulur. Oradaki parsellerin çoğu zaten 5-6 metre, kimisi de 7-8 metre. Akıllı telefonla bu yapılamaz. O zaman harita mühendisleri olarak biz niye milyonlarca liralık cihazlarla çalışıyoruz? Lüks bir cep telefonu alsak, parsel sınırlarını tespit etmemizde yeterli olurdu!

Bu işler yapılırken ilgili bir harita mühendisi, harita teknikeriyle birlikte parseli tespit eder ve veriler kayıt altına alınır. Bana müracaat edilmeliydi örneğin. Ben Kültür Bakanlığı’nda üst düzey yetkili bir şahsa ilettim, kentin bütün verilerinin bende mevcut olduğunu bildirdim, hizmet etmeye hazır olduğumu da söyledim. Buna rağmen, benimle iletişim kurmadılar. Buna söylenecek bir şey yok. Amaç başka olunca, sonuç böyle oluyor.

Sonuçta nasıl bir Antakya çıkacağı konusunda büyük endişelerim var.

Son olarak, söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Tekrarlamak isterim, umutlarımı yükselten en büyük şey, Asi Nehri’nin kuzeyinde kalan bölümün beş, altı ay içinde ışıklanacak olması. Antakya’nın ışıkları tekrar yanacak! Ama kadim Antakya’mıza, kentsel sit alanına yönelik, emin olun hiç de ümit verici şeyler ifade edemiyorum.

Bunların yapımıyla ilgili yerel, bu işlere emek sarf eden arkadaşların elinden resmen işler alındı. Müracaat ediliyor, bakanlık düzeyinde, vatandaşlar telefonla aranarak “işinizi falanca kişiye verin” denildi. Bunların bir kısmı benden evrak almaya kalktılar. Bizim bu bölgede Fransızlardan kalan kadastral sınırlar var. Eski Fransız kadastrosunun hassasiyeti korkunç derecede büyük, müthiş bir çalışma 100 yıl önce yapılan. Doğru yapmanın en büyük yolu şudur; şimdi bina yıkılmış olabilir, sorun değil, molozlar kaldırıldıktan sonra bir yüzey temizliği yapılması gerekiyor. Böylece biz duvarlardan parselin sınırını görebileceğiz. Yaptığımız hesapların zemine uyup uymadığını mutlaka görmemiz gerekiyor. Burada yanlış bir işlem yaparsak bu defa süreci en az iki, üç yıl geciktiririz. Neden? Yüz yıllık iki komşu parsel sınırları yüzünden birbirine düşecek. Yanlış bir işlem yaparsam, parseli yanlış hesaplarsam komşulardan biri itiraz eder, mahkemeye taşınır, bu işlemin sonuçlanması iki üç yıl. Bu da o inşaatın iki üç yıl geç bitmesi demek. Antakya’nın yeniden ayağa kalkmasının gecikmesi demek bu. Buna hakkımız yok!

Ankara’dan gelen bir müteahhide dedim ki, “İki işçi tut yüzeyi temizle, duvarların sınırını göreyim, sana buna göre belge vereyim ve işlemine o şekilde başla.” Gelen müteahhitler, iki işçi tutmaktan imtina etti. İki işçiye verilecek para iki üç bin lira, bir temizlik yapacak! Alacağın milyonlarca lira para var. Senin yapacağın inşaata nasıl güveneceğim ben? O inşaatın malzemesinde de ucuza kaçacaksın.

Böyle sıkıntılar var ne yazık ki! Tarihi sit alanımızda da maalesef kaliteli bir dönüşüm beklemiyorum.

Total
0
Shares
Önceki makale
Orta Doğu'da Ateşkes

Orta Doğu’da ateşkes, Türkiye ve yeni dönemin dinamikleri

Sonraki makale
Tiflis manzarası önünde elinde dizüstü bilgisayar tutan bir insan

Berlin v3.1: Tiflis

İlgili Gönderiler