Kapitalizm, artı-değerin daha sürdürülebilir ve yüksek oranda üretimi için 19. yüzyıl sonlarından itibaren kendi sınırlarının dışına çıkma eğilimi göstermiştir. 19. yüzyılın son bölümünde ve 1900’lü yılların başlarında kapitalist devletler, ucuz hammadde ve insan gücü için daha geri, feodal ya da yeni kapitalistleşmekte olan bölgeleri işgale başlamış ve 150 yıllık süreç bu temelde şekillenmiştir. Afrika, Orta Doğu ve Güney Amerika’daki 150 yıllık sömürünün temeli, artı-değerin artırılması ve bu durumun süreklileştirilmesidir.
Emperyalizm kavramı, Lenin tarafından formülleştirilmiştir. Lenin, çağdaşlarıyla girdiği polemiklerde emperyalizmin, sermaye birikiminin sürekli genişlemesine dayanan kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu belirtiyordu. Kapitalizmin gelişiminde kaçınılmaz bir aşama olan emperyalizm evresine geçilip geçilmemesinin iradi tercihlere bağlı olmadığını da vurguluyordu. Lenin, 1915 yılında aşağıdaki ifadeleri kullanmıştır:
“Sömürgeci siyasetler ve emperyalizm (Kautsky ve diğer darkafalıların düşündüğü gibi) kapitalizmin kusurlu fakat tedavi edilebilir aksaklıkları değildir; bunlar, kapitalizmin temellerinin kaçınılmaz sonucudur. Tek tek şirketler arasındaki rekabet, kaçınılmaz olarak bunlardan her birinin ya iflas etmesine ya da diğerlerini iflas ettirmesine yol açmaktadır; tek tek ülkeler arasındaki rekabet, bunları ya geride kalmak (…) ya da diğer ülkeleri perişan ve işgal ederek ite kaka ‘Büyük’ Güçler arasındaki yerini almaya doğru ilerlemek gibi bir tercih karşısında bırakmaktadır.”
Yukarıdaki önerme, günümüzde de kapitalist devletlerin kendi özgür iradelerinden bağımsız bir şekilde evrilecekleri yolu açıkça ortaya koymaktadır. Her kapitalist yönetim, gelişiminin berlirli bir evresinde daha ucuz hammadde ve daha ucuz emek sömürüsü için mutlaka tekelleşmek, bu sömürü mekanizmasını kendi sınırlarının dışına taşımak zorundadır.
Askerî güç tek başına açıklayıcı mı?
Emperyalizm, temel olarak banka ve sanayi sermayesinin birleşerek tekelleşmesiyle açıklanabilir. Bu tekelleşme ise başka coğrafyalara sermaye ihraç edilerek o coğrafyaların siyasi ve sosyo-kültürel yapısına müdahale edilmesinin yolunu açar. Emperyalizm, ilk ortaya çıktığı andan itibaren doğası gereği işgalci olmuştur. Sermaye ihracını gerçekleştirirken ihraç edilen sermayeyi askerî operasyonlarla korumak, ticaretin “güvenliği” için kalıcı askerî üsler kurmuş, Birinci Dünya Savaşı’nın çok öncesinden itibaren Güney Amerika, Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin sömürülme süreci, zor aygıtının kullanılmasıyla ve katliamlarla gerçekleşmiştir. Baş emperyalist ülke olan ABD, Irak ve Afganistan gibi coğrafyalarda bu yönelimi sürdürmüş olsa da, örneğin Avrupa emperyalizmi, başta Almanya olmak üzere, çok uzun yıllardır ne denizaşırı bir askerî üs kurmuş ne de sömürü mekanizmasını silaha yatırım yaparak sürdürmüştür.
Az önce de ifade ettiğimiz gibi, emperyalizm için temel belirleyen, banka ve sanayi sermayesinin tekelleşip sermaye ihracında bulunması ve sermaye ihraç edilen coğrafyalardaki kaynakların sömürülmesidir. Bu, ABD örneğinde görüldüğü üzere barbarca yöntemlerle yapılabildiği gibi, çok daha “ılımlı” yollarla da gerçekleşebilir. Denklem çok net, çok yalın! Sermaye ihracı ve sömürü mekanizması kurulurken, emperyalizmin daha vahşi ya da daha “ılımlı” olması onun özünü değiştirmez.
Bu bağlamda, örneğin 2024 yılında yoğun sermaye ihracı yapan gelişmiş kapitalist ülkelerin denizaşırı coğrafyalarda kurdukları askerî üs sayılarının incelenmesi, sürecin kavranmasında önemli rol oynamaktadır. ABD 800’ün üzerinde bilinen denizaşırı askerî üssü ve 320 binden fazla askeriyle dünyanın polisliğini yapmaktadır. ABD’den sonra askerî üs sayıları ise şöyle: Rusya 14, İngiltere 13, Türkiye 10, Çin dört askerî üsse sahip. Almanya ise bir askerî üsle en az denizaşırı askerî üsse sahip ülkedir. Bu tabloya göre, baş emperyalist ABD iken Türkiye’nin Almanya’ya göre 10 kat daha emperyal bir güç olması beklenir; ancak yukarıda belirtildiği gibi, mesele banka ve sanayi sermayesinin birleşmesi ve sermaye ihracının boyutuna göre ele alınmak zorundadır.
Emperyalizmin sömürü metotları da tarihsel olarak değişime teşnedir. Sermaye, kendi istikbali için daha az maliyetle bu sömürü mekanizmasını gerçekleştirebilmek için farklı metotlarla hareket edebilir. Bu durum, çoğunlukla işgaller üzerinden gerçekleşse de asker gücünü bir yana bırakan ve altyapı yatırımlarıyla bir coğrafyanın borç batağına sürüklenmesine, limanlarının uzun süreli devralınmasına, yeraltı ve yer üstü zenginliklerinin bu yatırımlar karşılığında değerinden çok ucuz bir karşılıkla alınmasına yol açan bir metot da geliştirilmektedir. Bu kaynakların kullanımı, o bölgelerde yeni pazarlar kurulmasına ve ticaret boyutunun değişimine de yol açmaktadır. Mevcut koşullarda Çin, ABD emperyalizminin üçte biri oranında askerî yatırıma sahip olsa da bu yatırımlar her geçen gün büyümektedir. Kendi ülkesindeki teknolojik gelişmelerin askerî yatırımlara entegre edilmesiyle beraber askerî gücü ve teknolojisinin ABD’yi 15 sene içerisinde geçeceği kesinleşen Çin’in, Afrika-Asya ve Güney Amerika’daki yöneliminin tarih içinde nasıl değişebileceğini de zaman gösterecektir.
Çin’in tarihsel gelişimi
Çin, binlerce yıllık bir imparatorluk geleneğine sahip köklü bir devlettir. Tarihinde çok ileri çıktığı dönemler, kıtlıklar ve yoğun savaşlar olmuştur. 1922 yılından sonra, 27 yıl süren halk savaşının sonucunda Japon işgaline son vermiş, milliyetçi partiyi saf dışı bırakmış ve kendi sosyalist iktidarını kurmuştur. Büyük İleri Atılım ve Büyük Proleter Kültür Devrimi kazanımları, 1978’den sonraki reformcu kapitalist yolun da niteliğini ciddi bir biçimde belirlemiştir. Deng Xiaoping ile beraber girilen sürecin sonunda Çin, bugün dünyanın en büyük sermaye ihracatçılarından biri hâline gelmiştir. Sermaye ihracı bu kadar büyüyen bir ülke olan Çin’in bugün hangi noktada olduğu ve gelinen bu noktanın tarihsel arka planı incelenmeye ve tartışılmaya muhtaçtır.
Çin, 2000’li yılların başında ağırlıklı olarak dünyanın montaj merkezi konumundaydı. Diğer ülkelere nazaran daha sağlıklı ve daha ucuz olan bu üretim merkezi, 2008 krizinden sonra farklılaşmaya başladı. Çin’e yapılan doğrudan yatırımların hacmi, 1980’li yılların ortalarında 1 milyar dolar civarında seyrederken, 2002 yılında 54 milyar dolar olmuş ve ilerleyen senelerde de doğrusal olarak artmaya devam etmiştir. Bununla beraber, Çin’in yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar da artan bir grafikle Çin’e yapılan doğrudan yatırımların niceliğini 2015’te yakalamış, sonraki süreçte de geometrik bir büyümeyle fark atmıştır. Bu süreçte artan sermaye ihracı, doğrudan yabancı yatırımlarla beraber Çin’in dünyada en çok sermaye ihraç eden beş ülkeden biri olmasını sağlamıştır.
ÇKP tarafından 1990’lı yıllarda “dışa açılma” stratejisi ile, 2008 krizi sonrasında hızlanan biçimde inşaat gibi sektörlere oldukça büyük yatırımlar gerçekleşti. Çin, 2000’lerin ilk yıllarında imalat sanayiinin bir dizi sektöründe hızlıca uluslararası değer zincirlerine entegre oldu. Bu dönemde hâlen ABD, Almanya ve Japonya merkezli zincirlerin en alt halkalarında üretim yaparken, 2008 sonrasında artık zincirlerin daha üst basamağında ve daha çeşitli alanlarda üretim yapıyor. Bu durum, ülkeler arasındaki ilişkilere de hâliyle yansıyor. Çin, dönemin başında daha büyük oranda ABD ve Almanya menşeli değeri işleyen, dolayısıyla özellikle dışarıdan girdi bağımlılığı yüksek bir konumdayken; 2008 sonrasında bu durum tersine döndü. İmalat sektöründe, özellikle bilgi teknolojisinin entegrasyonuyla Çin, “küçük montaj işleri yapan” bir konumdan uluslararası değer zincirlerinin temel parçalarını, hatta daha iyilerini üreten bir noktaya gelmiştir.
Çin, ağırlıklı olarak Afrika-Asya ve Güney Amerika ülkelerinin altyapılarına, enerji sistemlerine yatırımlar yapmış; bu yolla yapılan karşılıklı anlaşmaların neticesinde yeraltı kaynaklarına, kereste ve tahta gibi sarf malzemelere ulaşım yollarını bulmuş, böylelikle kendisi için yeni kaynaklar ve pazarlar yaratmıştır. Fortune dergisinin 2022 istatistiklerine göre, ilk 500’de 145 tane Çin şirketi bulunmaktadır. 2024 Fortune verilerine göre ise ilk 10 şirketten üçü Çin şirketi.
Bürokratik kapitalizmin yükselişi
Çin’de gerçekleşen süreç, batılı kapitalist ülkelerin gelişiminden farklı olarak kamu eliyle sağlanmaktadır. Çin’de birçok faklı parametre değerlendirilerek hazırlanan bir veriye göre, sermaye birikimi açısından en büyük 50 şirketin 34 tanesi kamu iktisadi teşebbüslerine (KİT) ait. Bu yüzde 68’lik devasa oran dünya sosyalist hareketinin kafasını karıştırmakta, sermaye düzeninin tekil tekil burjuvalar üzerinden şekillendiği dünya kapitalist modeline “aykırı” bu tabloyu “sosyalizm” olarak yorumlayanlar bile çıkabilmektedir. Hâlbuki kamuculuk, sosyalizmde de kapitalizmde de mümkün olabilecek bir yöntemdir. KİT’lerin varlığı, Çin sınırları içerisinde şirketlerin birbiriyle rekabetine alan açıyor olsa da uluslararası ölçekte bu devasa tekeller ortak hareket etmekte, rekabeti ortadan kaldırarak tekleşmekte ve esas çıkarı gözden kaçırmama konusunda dayanışma göstermektedir.
Bununla beraber, Marx’ın da belirttiği gibi, kapitalizmi yıkacak olan temel güç, kapitalist özel mülkiyetin toplumsal özel mülkiyete dönüştürülmesidir. Sosyalizmin ilk evrelerinde gerçekleşen, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ilgası ve devletleştirme adımları, toplumsal mülkiyet için atılmış bir adım gibi görünse de kapitalist özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla eş anlamlı değildir. Mao döneminde Anshan demir çelik işçilerinin geliştirmiş olduğu bir çalışma modeli olan Angang Anayasası, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne damgasını vuran bir iş modelidir. Kafa ile kol emeği arasındaki açıyı daraltan, Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi, bir “yöneticiler” katmanının ortaya çıkmasının önüne geçmek için uygulanan bu yöntem, işçilerin işletme yönetiminde doğrudan söz sahibi olduğu, yöneticilerin de belirli bir oranda kol emeği ile çalışmasını sağlayan ve bu sayede toplumsal mülkiyet kavrayışının yaratılması için çok önemli bir katkıdır.
1978’den sonra bu metotlardan hızlıca vazgeçilmiştir. Üniversite sınavının kaldırıldığı, kimin hangi bölüme gideceğine komünlerde karar veren bir yöntemden; eğitimin adım adım özelleştirilmesi sürecine geçiş yapılmıştır. Resmî verilere göre, Çin’de 190 bin özel okul bulunmakta. Bu okullarda 56 milyon öğrenci eğitim görmekte ve bu rakam da toplam öğrenci sayısının yüzde 20’sine denk gelmektedir. Bu durum, “bürokratik kapitalizm”in doğmasının önünü açmıştır. Çin’de özelleştirilmeyen KİT’ler, hâliyle miras yoluyla çocuklara aktarılamıyor olsa da özel okulların artması ve eğitimdeki eşitsizlik, bürokratik kapitalizmin farklı kanallardan kendini var etmesini sağlıyor. Örneğin; Çin’de kapitalizmin gelişmesine katkıları olan sekiz üst düzey ÇKP kadrosunun “sekiz ölümsüzler” diye anılan akrabalarının hem özel sektörde hem de KİT’lerde üst düzey yöneticiler olduğu ve bunun da süreklilik kazandığı bilinmektedir. Hâl böyle olunca da Çin’in yaptığı yabancı yatırımların temelinde “sosyalizmi” aramak boş bir hayalcilikten öteye geçmiyor.
Kuşak-Yol Projesi
2013 yılında ilan edilen ve 2015 yılında başlatılan projenin temel amacı, devasa KİT’lerin yoğun sermaye ihracı yapmasının önünü açmaktır. Projenin temelinde, dört kıtada dünya nüfusunun yüzde 65’lik bir kesiminin yaşadığı 68 ülkeyi içine alan bir ekonomik koridorun inşası ile birlikte sermaye ihracının akışını sağlayacak yeni pazarların kurulması yatmaktadır. Çin, dünya enerji rezervinin yüzde 75’lik bölümünü içinde barındıran bu projenin gerçekleşmesi için kendi uluslararası finans kuruluşlarını kurmuş ve proje için 1 trilyon doların üzerinde yatırım planlamıştır.
Kuşak-Yol Projesi ile oluşacak yeni pazarlar, hammadde kaynaklarına erişim imkânı ve Çin’in sermaye ihracındaki şiddetli yükselişi sonucunda baş emperyalist güç olan ABD, Çin’i askerî olarak denizden kuşatma stratejisiyle hareket etmeye başlamıştır. Çin, mevcut durumda dünyanın en büyük askerî güçlerinden birine evrilirken, filolarına her geçen gün yatırım yaparken bile askerî anlamda ABD ile boy ölçüşemez bir durumdadır. Bu nedenle 3. Dünya Savaşı senaryolarında Çin çok ihtiyatlı davranmaya, çatışma koşullarının oluşmaması için gayret göstermeye çalışmaktadır. Bundan 10 sene sonraki pozisyonunun ne olacağını ise bugünden kestirmek, maalesef çok mümkün değildir.
Çin’in sermaye ihracı ve ekonomik büyümesinin Çin işçi sınıfına hiçbir yarar getirmediğini söylemek insafsızca bir yaklaşım olur. Mao dönemindeki kademeli ücret sistemi ve gelir eşitliği elbette bugün açısından Çin’de söz konusu değildir, ancak son 15 yıl içerisinde işçi sınıfının millî gelirden aldığı pay daha iyi bir konuma gelmiştir. İşçi sınıfının refahı yükselmesine rağmen, Çin’de en zengin yüzde 1’in ulusal gelirden aldığı pay yüzde 14 civarında iken en yoksul %50’nin ulusal gelirden aldığı pay %15 civarındadır. Bürokratik kapitalist katmanın ulusal gelirden aldığı pay her geçen gün artarken fakirleşme oranı da buna paralel olarak ciddi bir şekilde büyümektedir.
Çin-Afrika ilişkileri
Çin-Afrika ilişkileri, her ne kadar beş yüz yılı aşkın bir geçmişe dayansa da modern anlamda esas olarak Mao zamanında başladı. 1955’te toplanan, 29 Asya-Afrika ülkesinin katıldığı Bandung Konferansı’nda, “Barış İçinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesi” konferans belgelerine geçirildi. Konferans sayesinde, kıtaya ilk kez bilinçli bir şekilde ve belirli hedefler doğrultusunda açılım yapıldı. Pekin’in Afrikalı ülkelere kendisini kanıtlaması, sömürgeci bir geçmişi olmaması nedeniyle zor olmadı. 1960’tan itibaren Mao’nun kıtaya ideolojik yaklaşımı, (Kültür Devrimi’ni yaymaya çalışması) ilişkileri bir dönem gerse de Mao sonrası dönemde kurulan pragmatik ilişkiler, özellikle 21. yüzyılda oldukça ilerledi.
Petrol, altın, kobalt, uranyum gibi yeraltı ürünleri ve gül ağacı, kereste gibi doğal kaynakların da içinde olduğu birçok hammadde kaynağı, Çin için yeni pazarlar elde edilmesi ve sermaye ihracı açısından Afrika’yı eşi olmayan bir cazibe merkezine dönüştürdü. Çin, Afrika’ya yönelik “kazan-kazan” ilkesine dayalı kapsamlı bir strateji uygulamaktadır. Çin, Afika ile ilişkilerinde 20. yüzyılın klasik sömürgecileri gibi davranmıyor, Afrika ülkeleriyle çeşitli altyapı yatırımları için finansal kaynak sağlama karşılığında hammadde kaynaklarına eriştiği bir ilişki kuruyor. Çin tarafından verilen krediler çoğunlukla çok düşük faiz oranlarına sahip olsa da bu tutarlar ödenmediğinde limanlar, havalimanları gibi birçok tesise uzun süreli el konulabiliyor.
Çin’in Afrika’da 10 binin üzerinde şirketi bulunmaktadır. Bu şirketler, petrol kaynaklarının çeşitlendirilmesi, madencilik, kereste imalatı gibi alanlarda çalışıyor.
Çin, yaklaşık 10 yıldır Afrika kıtasındaki en büyük yatırımcı sıfatını haiz. Çin ve Afrika ülkeleri arasındaki ticaret hacmi bir önceki yıla göre %35,3’lük bir artışla 254,3 milyar dolara ulaşmıştır. Çin, bir yandan ihtilaf hâlinde Çin mahkemelerinin yetkili olacağı R41 sözleşmeleriyle Afrikalı devletlerin kaynakları üzerinde imtiyaz sahibi olurken, diğer yandan Afrika pazarında kendi ürünlerinin ihracatını da artırıyor.
Ekolojik yıkım
Çin’de doğal su kaynaklarının kirliliği ve halkın temiz suya ulaşımı sıkıntılı bir sürecin habercisi. Bununla beraber hava kirliliği de sanayinin yoğun olduğu bölgelerde çok yüksek seviyelere ulaşmış görünüyor. Ekolojik kriz, 2000 yılından beri ÇKP’nin gündeminde. Konuyla alakalı “eko-sosyalizm” kavramının programatik olarak benimsenmesi, ÇKP’nin reformcu değil “radikal” söylemlerini geliştirmiştir. Bu radikal söylemlerin gerçeğe yansıyıp yansımadığı ise ancak pratik uygulamalara bakılarak saptanabilir. Örneğin; kömür kullanımının azaltılması için radikal söylemler geliştirilmesine rağmen Çin devletine bağlı KİT’lerin yabancı ülkelerde kömürle çalışan yüzlerce termik santral kurması, elektrikli araçların büyük ölçekte üretimi ve satışı yapılırken ÇKP’nin önümüzdeki dönemde elektrik üretiminin yine fosil yakıtlara bağlı olacağını belirtmesi, radikal söylemlerin samimiyetsiz olduğunu gösteriyor. Çin, 1.1 trilyon dolar harcayıp filosuna 7000 uçak katmayı hedeflerken karbondioksit salınımının en büyük kaynağı olan havacılık endüstrisi büyümeye devam ediyor.
Afrika’nın yeraltı kaynakları bir yana, kıtanın ahşap üretiminin yüzde 75’i Çin’e gitmektedir. Kamerun, Gabon, Kongo Cumhuriyeti ve Mozambik başta olmak üzere büyük bir talan söz konusu. Dünyanın en büyük ikinci ormanına, 250 milyon hektardan fazla yeşil alana sahip Kongo Havzası tehdit altında. Sadece yeşil alanlar değil, goriller ve şempanzeler gibi nesli tükenmekte olan hayvan türleri de büyük bir tehlikeyle karşı karşıya.
Kamerun ormancılık sektörü, adeta Çin’in Zhangjiagang Limanı’na taşınmış durumda. 1992 yılında inşa edilen bu serbest ticaret bölgesi, Şanghay’a bir buçuk saat uzaklıkta. Afrika’dan ahşap ithal eden 300 kadar şirketin merkezi de burada bulunuyor. Bu şirketlerden 30’u, Afrika’yla yapılan ahşap ticaretinin yüzde 80’ini elinde tutmaktadır.
Sonuç
Çin, emperyalist hegemonya içerisinde sermaye ihracı noktasında ABD ile yarışır bir noktaya gelmiştir. Çin’in Afrika, Güney Amerika ve Asya’daki ticari varlığı, emperyalist bir yönelime sahiptir. Bu yönelim, ağırlıklı olarak devlet eliyle gerçekleştiği için klasik emperyalist tekellerden farklılık gösterse de varılan sonuç benzerdir. Analitik düşünme metodu, bir sonuca giden nedenlerin analitik çözümlemesini beraberinde getirir. Deng sonrası girilen kapitalist yolun yürütücüsü, özel sermayeye sahip olan ve KİT’lerin yönetimine yerleşen bürokratik burjuva sınıfıdır. Bugün ABD emperyalizmi baş emperyalist güç olarak yerini korusa da Çin; teknoloji, silah ticareti, hammadde kaynaklarına ulaşım ve doğa talanı gibi konulara bakıldığında, bu hiyerarşi içerisindeki yerini her geçen gün yükseltmektedir. ABD’nin Çin’i askeri açıdan kuşatmasının nedeni de baş emperyal güç olarak kendi konumunu koruma çabasıdır.
Komünistlerin Çin’in sosyalist mi yoksa emperyalist yönelimleri her geçen gün güçlenen bir kapitalist ülke mi olduğunu tartışmasının önemi büyüktür. Sosyalist devrim iddiasındaki her insan dünyayı kavramak, yönelimleri bilimsel verilerle tespit etmek zorundadır.
Günümüzde Çin, dolar milyarderlerinin sayısında ABD’nin önünde birinci sırada yer almaktadır. Yakın bir zaman içerisinde Çin’deki dolar milyarderlerinin sayısının ABD’dekileri ikiye katlayacağı öngörülmektedir. Sosyalist bir iktidar, her şeyden önce gelir dağılımındaki adaletsizliğin önüne geçer, üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırıp onları toplumsal mülkiyete dönüştürür. Bu kadar dolar milyarderinin olduğu, bu kadar büyük ölçekli sermaye ihracı yapan, dünyanın çeşitli bölgelerine askerî üsler kuran ve nüfusunun büyük çoğunluğu fakir olan bir ülkeyi sosyalist olarak tanımlamak mümkün olabilir mi?
Çin, çok uzun yıllardır kapitalist bir ülke. Çin kapitalizmi, Lenin’in belirttiği üzere kapitalist ilişkilerin doğası gereği son yıllarda emperyalist bir yönelime girmiştir. Bu yönelim, ABD emperyalizminden yöntem olarak farklı olsa da sonuç olarak aynıdır. Çin’in dönüşümüne sahne olan bu tarihsel sürecin farklılığını sosyalizmden kalan bakiyede, bürokratik kapitalizmin doğuşu ve yükselişinde aramak, bu noktaları konuşmak oldukça önemli.
Her ne olursa olsun, DOĞU KIZILDIR! Doğu’dan doğacak güneş, bir gün mutlaka bütün dünyayı kızıla boyayacaktır.
Bu yazı, Çin üzerine yapılan güncel tartışmaların tarihsel bir bakış açısıyla ele alınarak güncel çözümlemeler üretilmesi amacıyla kaleme alınmıştır. Yazıya katkısı olan dostlarım Onurcan Ülker ve Kerem Yıldırım’a teşekkür ederim.
Referanslar
Brian, Kiprono. “A Resource-Based Perspective on Information Technology Capability and Firm Performance: an Empirical Investigation”. Mis Quarterly. 2000.
Ülker, Onurcan. “Kapitalist-Emperyalist Dünya Sistemi Ve Çin: Çevreden Merkeze Uzun Yürüyüş Mü, Engelli Koşu Mu?”. Praksis, Sayı: 51, 2020.
Ülker, Onurcan. “‘Ulusal Aşağılanma‘Dan Bağımsızlığa, Sosyalizmden Piyasalaşmaya, Kapitalizmden Nereye?”, Nergis Mütevellioğlu (Ed.). Cumhuriyet ve Bağımsızlık, İstanbul: ÇYDD ve Cumhuriyet Kitapları. 2022. s. 159-190
Ülker, Onurcan. “Mao Sonrası Çin’De Mao Nostaljisi Ve ‘Yeni Maoizm’: Maymun Mao, Kaplan Mao’ya Karşı.” Ayrıntı Dergi (2023): 70–79. Print.
Ülker, Onurcan. “ÇKP’nin Geleceği Ne Kadar ‘Kızıl’?”. Abstrakt Dergi. 2018.