İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan 23 bin işçinin başlattığı grev, basit bir ücret artışı talebinin çok ötesine geçen bir mücadeleyi işaret etti. Bu grev, Türkiye’de emek mücadelesinin yerel yönetimler eliyle nasıl bastırıldığını; sermaye düzeninin kılcal damarlarındaki sınıf çelişkilerini ve sosyal demokrat belediyeciliğin sınıfa karşı aldığı politik pozisyonu görünür kıldı. Grev, hem belediye yönetiminin hem de sendikal bürokrasinin işlevini yeniden sorgulattı. İşçi düşmanlığını örgütleyen tarafın CHP’li bir belediye başkanı olan Cemil Tugay olması, bu düşmanlığın aklanması için bahane edildi.
İşçilerin talebi açıktı: Eşit işe eşit ücret ve yoksulluk sınırının altında kalmayan bir maaş! Türkiye’de 2025 itibarıyla dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 84 bin liraya yaklaşmışken, İzmir Büyükşehir Belediyesi bu sınırın yarısının dahi altında kalan bir teklifle masaya oturdu. Ortalama yüzde 30 zam önerisiyle hem piyasa gerçekliğinden uzak bir ücret dayatıldı hem de sosyal belediyecilik iddiasının sınıfsal karakteri bir kez daha ifşa edildi. Başkan Cemil Tugay’ın grev sürecindeki milliyetçi çıkışları —işçilerin İzmirli olmadığını ima eden açıklamaları— sınıfsal mücadeleyi etnik kimlik tartışmalarıyla gölgelemeye çalışan tipik bir burjuva refleksiydi. Bu refleks, 1970’lerin Türkiye’sinde işçi sınıfının yükselen direnişini bastırmak için kullanılan yöntemlerin güncellenmiş bir versiyonuydu.
İzmir’deki grev, aynı zamanda CHP’nin 15-16 Haziran 1970’teki tavrını hatırlattı. O dönem, sendikal haklarının gasp edilmesine karşı ayağa kalkan işçilerin 15-16 Haziran Direnişi’nde CHP, devleti savunmuş; işçilerin eylemlerini bastırmak için çıkarılan yasa değişikliklerini desteklemişti. Dönemin CHP’si, burjuvazinin düzenini tehdit eden işçi hareketini, “kalkışma” olarak değerlendirmişti. Bugün ise, aynı CHP, sosyal demokrat bir retorik eşliğinde işçilere karşı yine sermayeden yana saf tutuyor. 15-16 Haziran’da olduğu gibi, işçilerin grev hakkı yine “hizmet aksaması”, “toplum huzuru” ve “belediyecilik sorumluluğu” gibi kavramlarla bastırılmaya çalışılıyor. CHP’nin bu iki tarih arasında değişmeyen tutumu, onun sınıfsal karakterini açıkça ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda, Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramı önemli bir anahtar sunar. CHP’nin belediyeler aracılığıyla kurduğu yönetim biçimi, yalnızca ekonomik değil aynı zamanda ideolojik hegemonya kurma çabasını açığa çıkardı. Belediye yönetimleri, halkın rızasını “halkçı hizmetler” aracılığıyla kazanırken, aynı anda emeği görünmezleştirme, sendikal mücadeleyi etkisizleştirme ve grevleri itibarsızlaştırma mekanizmalarını devreye sokmaktadır. Gramsci’ye göre hegemonya yalnızca zor yoluyla değil, rıza yoluyla da işler. CHP, bu rızayı zaman zaman kültürel sermaye (laiklik, cumhuriyetçilik, Atatürkçülük), zaman zaman da hizmet belediyeciliği aracılığıyla yeniden üretmektedir. Ancak grev gibi kriz anlarında bu ideolojik örtü yırtılır ve çıplak sınıf gerçeği açığa çıkar.
Friedrich Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde tanımladığı gibi devlet, sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkileri bastırmak için kurulan bir baskı aygıtıdır. Yerel yönetimler de bu aygıtın bir parçası olarak, egemen sınıfın çıkarlarını korur. Belediyelerin sosyal yardım politikaları, kamusal hizmetleri ya da kültürel faaliyetleri, sınıf çelişkilerini ortadan kaldırmaz; onları yönetilebilir ve görünmez kılmaya yarar. Bu nedenle, belediyeler ne denli “sosyal” görünürse görünsün, eğer emeğin taleplerine kulak tıkıyorsa, doğrudan sınıf karşıtı bir konumda durmaktadır.
İzmir grevi, bu sınıf karşıtlığının mikro ölçekteki örneğidir. Belediye, bu grevde sadece işveren olarak değil, ideolojik bir aygıt olarak da görev yapmıştır. Grevin görünürlüğünü azaltmak için medya araçları kontrol altına alınmış, greve çıkan işçilerin sesi halkın duyabileceği mecralardan uzaklaştırılmıştır. Aynı zamanda belediyeye yakın sivil toplum kuruluşları ve bazı sendika temsilcileri grevi sabote eden açıklamalarda bulunmuş, kamuoyunda işçilerin talepleri irrasyonel gösterilmeye çalışılmıştır. Bu da bize, günümüzde sınıf mücadelesinin yalnızca üretim araçları çevresinde değil, aynı zamanda bilgi, algı ve ideoloji üretim merkezlerinde de sürdüğünü göstermektedir.
Sendikal bürokrasinin rolü ise bu süreçte bir kez daha tartışma konusu olmuştur. Genel-İş Sendikası ve bağlı bulunduğu DİSK, grevi sonlandıran kararı tabanla yeterince istişare etmeden almış, grevin devamı için gerekli olan dayanışmayı örgütleyememiştir. Gramsci’nin “pasif devrim” kavramı bu durumu açıklamak için oldukça yerindedir. Pasif devrim, sistemin radikal değişimini engellemek için krizleri kontrollü biçimde yönetmeye ve sınıfsal talepleri soğurarak sistem içinde eritmeye dayanır. Sendikal bürokrasiler, işte tam da bu tür kriz anlarında devreye girer. İşçilerin radikal enerjisini sistemin sınırları içine çeker, mücadeleyi yasal çerçevede sabitler ve sonunda düzenin lehine bir uzlaşıyla süreci sonlandırır.
Bu bağlamda, İzmir grevi, sınıf mücadelesinin günümüzde nasıl bir çok cephede sürdüğünü de göstermiştir. Çöplerin toplanmaması, ulaşımın aksaması gibi sorunlar yalnızca hizmet eksikliği değil; emek gücünün kentsel yaşamın kurucu unsuru olduğunu gösteren birer ifşadır. Grev, işçinin görünmeyen emeğini görünür kılar. Kentin temizliği, ulaşımı, parklarının bakımı, sokak lambalarının yanması, kütüphanelerin açık kalması… Tüm bunlar, her gün fark edilmeyen ama hayatı mümkün kılan emek süreçlerinin ürünüdür. Grev, işçinin kent yaşamındaki görünmezliğini kısa süreliğine de olsa ortadan kaldıran bir mücadele biçimidir.
Neoliberal belediyecilik, bu emeği görünmezleştirme üzerine kurulur. Performans sistemleri, taşeronlaştırma, hizmet alımı gibi uygulamalarla işçinin emeği parçalanır, ucuzlatılır ve değersizleştirilir. Belediyeler, hizmet sunan kurumlar olmaktan çok, kentsel sermaye birikiminin yeniden üretim merkezleri hâline gelir. İzmir grevi, bu dönüşümün somut bir tezahürüdür. Grev, yalnızca ücret mücadelesi değil; aynı zamanda kentsel yaşamın sermayeye mi yoksa halka mı ait olduğuna dair bir politik karşı koyuştur.
Bu bağlamda, İzmir grevi, salt bir hak arama değil; sınıfın kendini yeniden inşa etme ve tarihsel özne olarak görünür kılma sürecidir. Eğer bu grev, yalnızca belediye sınırları içinde kalırsa, politik anlamı daralır. Ancak sınıf dayanışması ile birleşir, farklı sektörlerdeki emek mücadeleleriyle temas ederse; o zaman gerçek anlamda bir politik kudrete kavuşur. Marx ve Engels’in belirttiği gibi, “Bütün tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir.” Bu mücadele, artık sadece fabrikalarda değil, belediye dairelerinde, grev çadırlarında, toplu ulaşım sistemlerinde ve çöp konteynerlerinin yanında sürmektedir.
Sonuç olarak İzmir grevi, bir kırılmadır. Bu kırılma, sosyal belediyecilik retoriğinin sınıfsal içeriğini, sendikal yapının çürümüşlüğünü ve CHP’nin sermayeden yana saf tutma geleneğinin devamlılığını göstermiştir. Şimdi görev, bu kırılmayı bir yarığa dönüştürmek ve sınıf siyasetini, yerel yönetim alanında da güçlü biçimde örgütlemektir. Bu ancak tabandan gelen, katılımcı, militan ve özgürleştirici bir sınıf hareketiyle mümkündür. Grev, bunu hatırlatmıştır. Geriye kalan, bu bilinci pratiğe dökmektir.